Bradbury, Eames, Angelou, Gladwell, Einstein, Byrne, Duchamp, Sendak ve daha fazlası.
“Mutluluk”, “aşk” gibi karman çorman terimlerden bir tanesi de “yaratıcılık” terimi ve bu terimler birçok anlama geliyor olabilme ihtimali taşıdıkları için, hiçbir anlama gelmeme riskini de taşımaktadırlar. Hal böyleyken, tarihin en muhteşem zihinlerinden bazıları yaratıcılığın doğasını yakalama, açıklama, tanımlama, ayrıntılarını bulma ve dikkatle inceleme girişiminde bulundular. Kültürel ikonların en güzel ve en açık sanat, bilim ve aşk tanımları seçmelerinden sonra, sıra yaratıcılığa geliyor.
Ray Bradbury için yaratıcılık, rasyonel zihni susturma sanatıdır:
Zihin, yaratıcılığa karşı bir tehlike taşır… Çünkü kendi temel gerçeğinizle kalmak yerine bazı şeyleri rasyonelleştirmeye ve neden uydurmaya başlarsınız – kim olduğunuz, ne olduğunuz, ne olmak istediğiniz konularında. Daktilomun üzerinde 25 yıldır bir simge var, üzerinde “Düşünme!” yazıyor. Daktilo kullanırken hiçbir zaman düşünmemelisiniz – hissetmelisiniz. Nasıl olsa zihniniz de daima bu hissin içerisinde gömülüdür. … Düşünürken yaptığınız en kötü şey yalan söylemek – yaptığınız şeyler için doğru olmayan nedenler uydurabilirsiniz ve yaratıcı bir insan olarak yapmaya çalıştığınız şey kendinize sürpriz yapmaktır – gerçekten kim olduğunu bulun ve yalan söylememeye çalışın, daima doğruyu söylemeye çalışın. Ve bunu gerçekleştirmenin tek yolu çok aktif ve çok duygusal bir hale bürünerek, içinizden çıkarmanızdır – nefret ettiğiniz ve sevdiğiniz şeyleri yaparak, bunlar hakkında yoğun bir şekilde yazabilirsiniz.
Tanıdığımız ve sevdiğimiz bir yazar haline gelmeden çok önce genç Maurice Sendak, kendisine karşı duyduğu şüphe hissiyle birlikte, editörü Ursula Nordstrom’a yazdığı bir mektupta şöyle diyor:
Bilgi, yaratıcılık tutkusunun çalışmasını sağlayan güçtür.
Nordstrom ise buna dâhilik ve güvence içeren bir ifade ile cevap veriyor:
Kaostan düzen yaratmaya çalışmak, yaratıcı bir sanatçının cezasıdır.
Billy Moyers düzeni yok eden ve onun yerine sihirli bir kargaşa arayışına giren; ayna görüntüsü gibi bir tanım sunuyor:
Yaratıcılık, harika olanı bulmak için dünyevi şeyleri delip geçer.
Albert Einstein için yaratıcılığın tanımlayıcı özelliği, “birleşimsel oyun” adını verdiği şey. Fransız bir matematikçiye yazdığı ve Ideas and Opinions (Fikirler ve Düşünceler) adlı kitapta yer alan mektubunda, şöyle yazıyor:
Kelimeler ya da dil, yazıldıkları ya da söylendikleri zaman, benim düşünce mekanizmamda herhangi bir rol oynuyormuş gibi görünmüyorlar. Düşünce içerisinde birer unsur olarak hizmet ediyormuş gibi görünen fiziksel oluşumlar, belirgin işaretlerdir ve bunlar “gönüllü olarak” yeniden üretilebilen ve bir araya getirilebilen, daha fazla ya da daha az net imgelerdir.
Elbette bu unsurlar ve onlarla ilişkisi olan mantıksal kavramlar arasında sabit bir iletişim vardır. Ayrıca, en sonunda mantıksal olarak birbirine bağlı olan kavramlara varma tutkusu da az önce belirttiğim unsurlarla gerçekleştirilen üstü kapalı bir oyundur. Fakat psikolojik bir bakış açısından bakıldığında – kelimeler içerisinde veya başka şeylerle bağlantısı kurulabilecek diğer işaret türleri içerisinde mantıksal bir inşa eşliğinde bir bağlantı kurulmadan önce – bu birleşimsel oyun, üretken düşünce içerisinde önemli bir özellikmiş gibi görünüyor.
Modern bir bilge olan Maya Angelou için yaratıcılığın gizemi ve büyüsü, onun kendisini yeniden üreten doğasının içerisinde yatıyor. Bill Moyers ile diyaloglarını bize sunan Conversations with Maya Angelou (Maya Angelou ile Sohbetler) adlı eserde, Angelou şöyle diyor:
Yaratıcılık ya da yetenek, tıpkı elektrik gibi, anlamadığım fakat kontrol edebildiğim ve kullanabildiğim bir şey. Elektrik bir gizem olarak kalmaya devam ederken, fişe bir şeyler takarak bir katedrali ya da sinagogu veya ameliyat odasını aydınlatabileceğimi ve onu bir hayatı kurtarmak için kullanabileceğimi biliyorum. Ya da onu, birisini elektrikle öldürmek için de kullanabilirim. Tıpkı elektrik gibi, yaratıcılık da kesin bir yargıda bulunmaz. Onu üretken bir biçimde ya da yıkıcı bir şekilde kullanabilirim. Mühim olan, onu kullanmak. Yaratıcılığı tüketemezsiniz. Ne kadar çok kullanırsanız, o kadar fazlasına sahip olursunuz.
Tom Bissell, yaratıcılığın sihirli bir şey oluşunu da belirterek, Magic Hours: Essays on Creators and Creation (Sihirli Saatler: Yaratıcılar ve Yaratım Üzerine Denemeler) adlı eserde şöyle yazıyor:
Herhangi bir şey yaratmak… İnanmaktır; eğer yalnızca bir an için bu sihri yapabilirseniz. … Bu sihir… Bazen tehlikeli, bazen bulaşıcı, bazen narin, bazen başarısız, bazen rahatsız edici, bazen başarılı, bazen de trajiktir.
Fakat yaratıcı süreç hakkında daha kesin ve daha az gizemli bir şeyler olmalı. Denise Shekerjian’dan yardım alan MacArthur adlı “dâhi” ile yapılan röportajların fantastik bir koleksiyonu olan Uncommon Genius: How Great Ideas Are Born (Alışılmamış Dâhilik: Büyük Fikirlerin Doğuşu) adlı eserde, bulgularını şöyle özetliyor:
Hakkında konuşulacak olan tek bir kullanışlı şey varsa eğer, yaratıcılığın hilesi, kendinize mahsus yeteneğinizi tanımlamak ve daha sonra bu tanımladığınız şeyle uzun bir süre için çalışmaya başlamaktır.
Shekerjian, muhtemelen tüm zamanların en iyi bilim yazarı olan ve yaratıcılığı, bağlantı kurma sanatı olarak tanımlayan Stephen Jay Gould ile röportaj yapıyor ve şöyle özetliyor:
Gould’un özel yeteneği, yani görünürde bağlantısız olan şeyler arasındaki bağlantıları görebilme yeteneği, konuyu tam da merkezinden canlandırıyor. Farklı anlamlar yüklemeden, yaratıcılık tanımlarının en popüler olanları üzerine yoğunlaşıyor: Bağlantısız olan iki şeyi etkili bir biçimde birbirine bağlama fikri. Böyle bir bağlayış esnasında tecrübe ettiğimiz sürpriz bizleri şok ediyor ve düşünmemize neden oluyor. İşte bu yaratıcı.
Elbette bu yeni bir kavram değil. İçerisinde düşünselliğin beş evresini bizlere sunan, 1939 yılında yazılmış A Technique for Producing Ideas (Fikir Üretme Teknikleri) adlı bilimsel incelemesinde James Webb Young şöyle söylüyor:
Bir fikir, eski unsurlardan yeni bir birleşim yaratma eylemi [ve] yüksek ölçüde ilişkileri görebilme yeteneğine bağlı olarak, eski unsurları yeni birleşimlerin içerisine koyabilme yeteneğinden başka bir şey değildir. Bizleri gerçekler arasında bir ilişki aramaya iten zihin alışkanlığı, fikir üretimi sürecinde en yüksek öneme sahip olan şey haline gelir.
Üç yıl sonra, 1942 yılında Rosamund Harding, An Anatomy of Inspiration (Bir İlham Anatomisi) eserde disiplinler arası birleşimlerin önemini vurgulama konusuna yeni bir boyut ekledi:
Orijinallik, fikirlerden yeni ve çarpıcı birleşimler üretmektir. Bu durumda, insan, çarpıcı birleşimlere varma konusunda geniş bir kapsama sahip olduğunu öğrenir. Ayrıca, yalnızca kendisinin ilgilendiği konu hakkında değil, aynı zamanda diğer konular hakkındaki şeylerin de ötesini bilir. Bu henüz yeterince vurgulanmamış bir konu ve sanat, edebiyat, bilim alanlarında bir itibar sahibi olmuş insanlar genellikle kendi aktivite sahalarının dışında kayda değer bilgilere sahip oldular.
Yetmiş yıl sonra Phil Beadle bu kavramı, yaratıcılık için bir alan rehberi olan Dancing About Architecture: A Little Book of Creativity (Mimariyi Önemsemek: Küçük bir Yaratıcılık Kitabı) adlı eserinde tekrarlıyor:
Normalde birbirine uyum sağlamayan şeyleri birbirine bağlama eyleminin üretilmesinde; gerçekten yaratıcı olan insanı ortaya çıkaran şey, potansiyel olanı belirleyebilme yeteneğidir.
Steve Jobs da bu kavrama değinerek, bir adım öteye taşıdı ve bağlantı kurabilmek üzere zengin ve kişisel bir tecrübe ve fikir kütüphanesi inşa etmenin önemini vurguladı:
Yaratıcılık yalnızca bazı şeyleri birbirine bağlamaktır. Yaratıcı insanlara bir şeyi nasıl yaptıklarını sorduğunuzda, biraz suçlu hissederler çünkü onu gerçekten yapmamışlardır, aslında yalnızca bir şey görmüşlerdir. Bu, onlara bir süre sonra aşikâr görünür. Bunun sebebi, onların yaşadıkları tecrübeleri bağlama ve yeni şeyler sentezleme yeteneklerinin olmasıdır. Ve bunu yapabilmelerinin sebebi de, daha fazla tecrübeye sahip olmaları ya da tecrübeleri üzerinde diğer insanlardan daha fazla düşünmüş olmalarıdır. Ne yazık ki bu nadiren bir üründür. Endüstrimiz içerisinde çoğu insanın çeşitli deneyimleri olmamıştır. Yani, bağlayabilecekleri miktarda noktaya sahip değildirler ve bir problem üzerinde, kapsamlı bir bakış açısı olmaksızın, doğrusal çözümler üretirler. Bir insanın tecrübe anlayışı ne kadar kapsamlı olursa, o kadar iyi tasarımlara sahip oluruz.
Müzisyen Amanda Palmer, noktaları birleştirme ve yaratıcılık konuları üzerine düşüncelerinde bu konuyu daha şiirsel bir açıdan ele alıyor:
Yalnızca, yazdığınız her şeyi bizimle ilgili kılan, topladığımız noktaları birbirine bağlayabiliriz… Bağlantılarınız, anlatabileceğiniz tek bir hikâye olan kumaşı diktiğiniz iplikler haline gelirler.
Grafik tasarımcı Paula Scher’in aynı kavram için farklı bir metaforu var. Debbie Millman’ın How to Think Like a Great Graphic Designer (Muhteşem bir Grafik Tasarımcı Gibi Düşünmek) adlı eserinde Scher yaratıcılığı bir kumar makinesine benzetiyor:
Her şeyin içerisine girebilen belirli bir miktarda içgüdüsel düşünce vardır. Bazı şeylerin içgüdüsel olarak gerçekleşmesini açıklamak çok zordur. Bunu bir bilgisayar ve bir kumar makinesi olarak tanımlayabilirim. Beynimde bir yığın düşünce ve okuduğum kitaplardan ve izlediğim filmlerden aldığım bir yığın şey var. Gördüğüm her sanat çalışmasından. Beni etkileyen her sohbetten, yolda gördüğüm her sokak çalışmasından. Satın aldığım, reddettiğim, sevdiğim, nefret ettiğim her şeyden. Hepsi burada. Hepsi beynin bir tarafında.
Ve beynimin diğer tarafında, planı anlayış şeklimden ortaya çıkan özel bir özet var ve bu taraf bana, tamam diyor, çözüm A, B, C ve D’den oluşuyor. Ve eğer kumar makinesinin kolunu çekerseniz, bir daire içerisinde dönmeye başlarlar ve umduğunuz şey üç kirazın yan yana gelmesi ve ardından da paranın gelmesidir.
Fakat Arthur Koestler, 1964 yılına ait yaratıcılık anatomisi olan The Act of Creation (Yaratım Eylemi) adlı eserinde; yaratıcı bir eylemin kontrasta ihtiyacı olduğunu, yani “çifte-bağdaştırma” dediği şeye ihtiyacı olduğunu öne sürüyor:
Yaratıcı eylemin altında yatan model, bir durumu ya da fikri, iki adet tutarlı fakat uyumsuz referans sistemi içerisinde algılamaktır. İki şeyin kesiştiği olay, iki farklı dalga boyuna titreşim göndermek için üretilmiştir. Bu alışılmadık durum devam ederken, olay tek bir bağlama değil, iki bağlama ilişkilendirilir.
‘Çifte-bağdaştırma’ terimini, tek bir ‘düzlem’ üzerinden düşünme yeteneğinin rutinleri ile daima birden fazla düzlem üzerinden giden yaratıcı eylem arasında bir ayrım yapabilmek için ürettim. Tek bir düzlem üzerinden düşünmeye dar görüşlü ve diğerine de çift görüşlü diyebiliriz ve çift görüşlü olan da, hem duygunun hem de düşüncenin dengesinin bozulduğu sabit olmayan bir denge durumudur.
Ayrıca bilişsel alışkanlık – ya da birliksel düşünce – ile orijinallik – ya da çifte bağdaştırma düşünselliği – arasındaki farkları da şöyle belirtiyor:
Yirmi yıl sonra, yaratıcı ikon ve orijinal Mad Man olan George Lois, etkileyici bir eseri olan The Art of Advertising: George Lois on Mass Communication (Reklamcılık Sanatı: George Lois, Kitle İletişim Üzerine) adlı kitapta Koestler’in yankısını üretiyor:
Yaratıcılık neredeyse tüm problemleri çözebilir. Yaratıcı eylem, alışkanlığın orijinallikle bozguna uğratılması her şeyin üstesinden gelir.
Gretchen Rubin için ise alışkanlık bir düşman değil, aksine, bir motor olduğunu belirtiyor. Manage Your Day-to-Day: Build Your Routine, Find Your Focus and Sharpen Your Creative Mind (Gününüzü Yönetin: Rutininizi İnşa Edin, Odağınızı Bulun ve Yaratıcı Zihninizi Keskinleştirin) adlı eserinde şöyle yazıyor:
Hem on dokuzuncu yüzyılda üretken bir yazar hem de İngiliz posta sisteminin devrimcisi olmayı başarmış olan Anthony Trollope şöyle gözlemlemişti; “Günlük, küçük bir görev; eğer gerçekten günlük olursa, kasıntılı bir Herkülün emeklerini yenecektir.” Uzun süreçte, sıradan sıklık alışkanlığı hem yaratıcılığı hem de üretkenliği destekler.
[…]Eğer zihniniz sürekli işinize bağlı meselelerle doluysa, şaşırtıcı bağlantıları fark etmeye ve fikirlerin içerisinde taze bağlantıları fark etmeye daha yatkınsınızdır… Buna karşı, düzensiz bir şekilde çalışmak odaklanmanızı zorlaştırır. Engellenmek, kafanızın karışması, şaşırmak veya başarmaya çalıştığınız şeyi unutmanız çok kolay bir şeydir.
[…]Yaratıcılık, fikirlerin daimi olarak karışmasından ortaya çıkar ve bu verimli köpürmeyi teşvik etmenin en kolay yollarından birisi, zihninizi projeniz ile bağlantılı tutmaktır. Düzenli olarak çalıştığınızda, ilham da düzenli olarak gelir.
1926 yılında, sosyal psikolog ve Londra Ekonomi Okulunun kurucularından birisi olan Graham Wallas, Düşünme Sanatı adlı bir yazıyı kaleme almıştı ve bu yazısında yaratıcılığın işlevi üzerine teorisini anlatmıştı. The Creativity Question (Yaratıcılık Sorunsalı) adlı eserde de yer alan bu yazı, yaratıcı sürecin dört evresini – hazırlık, kuluçka, aydınlanma ve doğrulama – ve bunların karşılıklı etkileşimini tanımlıyor:
Düşüncenin günlük akışında, bizler farklı problemler keşfettikçe bu dört evre sürekli üst üste binerler. Mavi bir kitap okuyan bir ekonomist, bir deney izleyen bir fizyolojist ya da sabah mektupların okuyan bir iş adamı; birkaç gün önce kendisine sunduğu bir problem üzerinde aynı anda “kuluçkaya” yatıyor olabilir ve “hazırlık” sürecindeki bilgiyi ikinci bir problem olarak ve “doğrulama” sürecindeki sonuçları üçüncü bir problem olarak biriktirir. Hatta aynı problemi keşfederken bile, zihin bilinçsiz olarak problemin tek bir yönüne odaklanabilir ve bilinçli olarak da başka bir yönü doğrulamaya ya da başka bir yöne hazırlanmaya çalışabilir. Ve örneğin bir şairin kendi anılarını keşfetmesi ya da bir insanın ülkesine olan duygusal bağlılığını görmeye çalışması gibi çok önemli düşünceler, içerisinde başarıya doğru giden evrelerin bir “problem ve çözüm” şemasına kolaylıkla oturtulamadığı müzik kompozisyonuna benzer. Ve düşüncede başarı, bir problemin çözümünden çok doğru ve güzel olanı hissettiren bir yaratım anlamına geldiği zaman; ortaya çıkan sonucun Hazırlık, Kuluçka, Aydınlanma ve Doğrulama evreleri birbirinden net olarak ayırt edilebilir.
Fakat Malcolm Gladwell, Worldly Philosopher: The Odyssey of Albert O. Hirschman (Dünyevi Filozof: Albert O. Hirschmann’ın Yolculuğu) adlı kitaba yapmış olduğu incelemesinde, yaratıcı sürecin çok da planlı olmayacağını belirtiyor:
Yaratıcılık her zaman bir sürpriz olarak ortaya çıkar ve bu yüzden onu hiçbir zaman hesaba katamayız ve o gerçekleşene kadar, ona inanamayız. Başka bir deyişle, yaratıcılığın gelmesini gerektiren başarıların ait olduğu görevlere bilinçli olarak bağlanamayız. Bu durumda, yaratıcı kaynaklarımızı tamamen ortaya çıkarabileceğimiz tek yol, görevin doğasını, onu kendimize daha rutin, basit ve yaratıcılık gerektirmeyen bir şey olarak yanlış hüküm vermemektir.
Fakat David Byrne bu romantik kavramdan şüphe duyuyor ve yaratıcılığın, kendi mistik çalgısı eşliğinde dans eden bilinçdışı bir ilham perisi olduğu fikrine şüpheyle yaklaşıyor. 2012’nin en iyi kitaplarından birisi olan How Music Works (Müzik Nasıl Çalışır) adlı eserinde, şöyle yazıyor:
Yaratıcılık hakkında aşırı derecede yavaş ağaran bir sezgim var. Bu, yazılan, çizilen, heykeli yapılan, şarkısı söylenen ya da sahnelenen şeyi büyük ölçüde belirleyen bir sezgi. Çok da sezgiymiş gibi durmuyor, fakat aslında, yaratıcılığın içsel bir duygudan, yükselen bir tutku ya da histen ortaya çıktığını ileri süren geleneksel dâhiliğin zıttı. Ayrıca bu geleneksel görüş, yaratıcı dürtünün duyulması, okunması ya da görülmesi gerektiğini de savunuyor. Kabul edilen anlatım şunu öne sürüyor; klasik bir besteci gözünde garip bir görünüş hissediyor ve başka bir biçimde var olamayacak olan, tamamen gerçekleştirilmiş bir besteyi karalamaya başlıyor. Ya da bir rock-n-roll sanatçısı tutku ve şeytandan ilham alıyor, bunun dışavurumları muhteşem oluyor ve üç dakika on iki saniyelik o şarkıyı şekillendiriyor – başka hiçbir şeyi değil. Bu, yaratıcılığın romantik kavramını açıklıyor fakat ben yaratıcılığın bu modelden neredeyse 180 derece farklı olduğunu düşünüyorum. Bizim, bilinçsiz ve içgüdüsel olarak, daha önceden var olan biçimlere uyum sağlamak için çalıştığımıza inanıyorum.
Elbette tutku da hala var olabilir. Bir insanın çalışmasının alacağı biçim önceden belirlenmiş ve fırsatçı (yani sırf fırsat orada olduğu için onu gerçekleştirmek) olması; yaratıcılığın soğuk, mekanik, kalpsiz olacağı anlamına gelmez. Karanlık ve duygusal materyaller genellikle bir yol bulurlar ve – verilen bir bağlama uygun şekilde biçimin dikilmesini içeren – terzilik süreci de büyük ölçüde bilinçsiz ve içgüdüseldir. Bunu genellikle fark etmeyiz. Fırsat ve mevcudiyet, sıklıkla icadın annesi olmuştur.
John Cleese için yaratıcılık ne bilinçli bir saldırı planı ne de bilinçdışı bir gizem; aksine, bir var olma yöntemi. 1991 yılında yaratıcılığın beş faktöründen bahsederken, karakteristik bir tavırla onu tanımlıyor:
Yaratıcılık bir yetenek değildir. Bir yönetim şeklidir.
Inside the Painter’s Studio (Ressamın Stüdyosu İçerisinde) adlı eserinde meşhur sanatçı Chuck Close bu “yönetim şeklini”, yaratıcılığı çalışma etiği ile eşit hale getirerek tanımlıyor:
İlham amatörler içindir – geri kalanımız yalnızca ortaya çıkar ve çalışır.
Sürrealist ikon olan Fransız sanatçı Marceh Duchamp, 1957 yılında yazdığı The Creative Act (Yaratıcı Eylem) yazısında, yaratıcılık çalışmasını hem yaratıcıyı hem de seyirciyi kapsayan, katılımcı bir proje olarak ele alıyor:
Yaratıcı eylem yalnızca sanatçı tarafından icra edilmez; seyirci de, çalışmanın içsel özelliklerini yorumlayarak ve böylelikle yaratıcı eyleme katkı sağlayarak, çalışmanın dış dünya ile bağlantı kurmasını sağlar. Genç nesiller bir karar verdiğinde ve bazen, unutulan sanatçıları yeniden saygınlıklarına kavuşturduklarında çok daha belirgin bir hale gelir.
Bu esnada, Steal Like an Artist (Bir Sanatçı Gibi Çalın) adlı eserin yazarı olan Austin Kleon, gazete kâğıdı üzerine yaptığı şaheserinde, yaratıcı eylemin olumsuz yönünü övüyor:
Son yıllarda, yaratıcı eylemin etrafını saran durumlara ve yaratıcılığı teşvik eden içerik arayışına karşı büyüyen bir meşguliyet var. Bu meşguliyet kendi içerisinde, başımızın özel türden bir belada olduğunu öne sürüyor – ve gerçekten de öyle.
Brain Pickings by Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)