İnsan kendine özgü olanı, kendinde olanı estetize ederek notalarla, çizgilerle, dille…vb. ortaya çıkartabiliyorsa sanatçıdır. Eğer bu sanatçı şairse, yalnız sözcük seçimiyle değil, şiirinin duygu/ düşünce örgüsünü şiirsel yaratı içinde biçimleyerek sözün yanına sesi de eklemek zorundadır.
Bu bağlamda Ahmed Arif, hayatın ona sunduğu acıyı kendi kalıpları içinde eritip öfkeye dönüştürerek kendi söylemini kurmuş, içindeki sesi de ilave ederek kendine bir şiir yolu çizmiştir.
21 Nisan 1927 de Diyarbakır’da dünyaya gelen şairimiz kendi deyimiyle, “Az gelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğudur.” Orta öğrenimini Afyon Lisesinde tamamladıktan sonra, eğitimine Ankara’da devam eder. Arif, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümünde öğrenciyken TCK 141/142. maddeye aykırı davranmaktan gözaltına alınır. Ardından İstanbul’da devam eden TKP davasında iki yıl hüküm giyer. Sonrasında ise sekiz aylık Urfa sürgünü onu beklemektedir.
Ahmed Arif şiirlerini bu koşullarda oluşturur. İçindeki öfkeye dönüşen acısı şiirlerinde su yüzüne çıkar. Haksızı, namerdi, baskıyı sorgular şiirlerinde ve bu şiirler yazıldığı dönemden çok, sonraki yılların gençliği tarafından özümsenir. 70’lerin gençliği, onun şiirindeki bu çileci, yereli yansıtan, isyan dolu içeriğinde kendi söyleminin en doğal, üstelik sanatsal düzeydeki bağlaşığını bulur.
Ayrıca söylemindeki yiğitlik, namus, mertlik gibi feodal bir katman içeren törel değerler, siyasal bir söyleme eklendiğinde, her grup kendi kültürel değerlerine ait öğeleri görür. Şiirlerinin birçoğunun bestelenmesinde ve sloganlaştırılmasında o yılların içinde yaşanan siyasi gerginliklerin payı elbet unutulmamalıdır.
1968 de yayınlanan “Hasretinden Prangalar Eskittim”, çok büyük bir yankı uyandırır. En çok satan şiir kitabı olarak, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı geride bırakır. Bu kitapla çok zor bir rekora imza atan Arif, “Şiirlerim düşünceler ve yürekler arasında bir bağ kuruyorsa o zaman mutlu olurum” diyerek bir anlamda amacına ulaştığını vurgular.
A. Arif şiirinin N.Hikmet’ten etkilendiği söylense de iki şair arasında büyük fark vardır. Arif, Nazım şiirinin yaslandığı kafiye ve ses uyumu öğelerini kullanırdı ama öykülemeden kaçınır, benzetmeye değil, eğretileme ve imgeye önem verirdi. Nazım şiiri kentlidir bir anlamda. O, ovalardan seslenirken, A. Arif dağları anlatır. Onun şiiri ağıt gibidir. “Daha deniz görmemiş çocuklara adanmıştır.” Ve her ağıtta, “Bir yerde birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut, keskin bir parıltı vardır.”
Onun toplumculuğu aynı zamanda “İnsan”ı öne çıkaran bir anlayıştır. Büyük bir sevgiyle bir umuda çağırır Anadolu insanını. Gözlerinden öperek, çıldırasıya severek, ipe kurşuna rağmen; “Sıra dağları devirir / Akan suları çevirir / Alır yetimin hakkını / Buyurur kitabınca.” Ve “Otuz iki dişimizle gülmeye / Doyasıya sevişmeye, yemeğe” çağırır insanını. Bunu da “Dostuna yarasını gösterir gibi / Bir salkım söğüde su verir gibi / öyle içten / Öyle derinden” yapar.
Şiirindeki öfke ile yumuşama arasındaki gidiş gelişler incelikli bir duygu akışı ile dengelenir: “Akşam erken iner mahpusaneye / iner yedi kol demiri / yedi kapıya / birden ağlamaklı olur bahçe / karşıda duvar dibinde / üç dal gece sefası / üç kök hercai menekşe.”
A. Arif’in kitabına adını veren şiiri Hasretinden Prangalar Eskittim, onun sessiz çığlığıdır aslında. Sevdasını anlatmak, bağırmak ister, dipsiz kuyulara, akan yıldıza, bir kibrit çöpüne, okyanusun en ıssız dalgasına. Ama ne anlatabilir, nhe bağırabilir… Dışarıda gürül gürül akan bir dünya varken, o, hasretinden prangalar eskitir içeride. Ve hasretin soğukluğu, incecik jilet kesiği bir sızıyla birlikte o vurucu, duygusal ve incelikli mısralara dönüşür: “Yokluğun cehennemin öteki adıdır / Üşüyorum, kapama gözlerini.”
Anlamsız ölümlerden değil, birlikte yaşamaktan yanadır ve her şeye rağmen asıl sevgisi halkınadır, doğduğu topraklaradır. Diyarbakır bir sevdadır onun için.
Özetlersek, “Ahmed Arif’ şiirine umudun, inceliğin, korkusuzluğun şiiri demişler. Eklemek gerek; bunlar onurun, yalınlığın ve derinliğin de şiiridir.” der Gülten Akın.
Geriye söyleyecek bir şey kalmıyor…
M. Koç /Yaba Edebiyat /Mart – Nisan 2012