Susan Sontag’ın 1964-80 yılları arasında, otuzlu-kırklı yaşları boyunca tuttuğu günlükleri içeriyor. Sontag’ın ölümünden sonra bu metinleri yayına hazırlayan oğlu David Rieff “bu cildin –özellikle annemin eğitimi, olgunluğa erişmesi anlamında, siyasal bir bildungsroman olduğunu da söylemek mümkün,” diyor ve devam ediyor:
ÖNSÖZ
1990’ların başında annem bir otobiyografi yazma fikrini zihninde evirip çeviriyordu. Yazılarında kendisini anlatmaktan hoşlanmadığından bu düşüncesi beni şaşırtmıştı. The Boston Review‘da yayınlanan röportajında, “Kendim hakkında yazmak, yazmak istediklerimi dolaylı bir şekilde ele almak gibi geliyor bana,” demişti. “Beğenilerimin, başıma gelen iyi veya talihsiz olayların kimseye örnek olabileceğini düşünmedim hiç.”
Annem bunları söylediğinde 1975 yılıydı ve zalimane denebilecek kadar yoğun bir kemoterapi tedavisi görüyordu. Doktorlar tedavinin hastalığı gerileteceğini umuyorlardı ama bazıları bana fazla umutlanmamam gerektiğini söylemişlerdi; önceki yıl anneme metastatik meme kanseri teşhisi konmuştu ve kanser dördüncü evredeydi (o yıllarda doktorlar hastaların ailelerine, hastalara verdiklerinden daha fazla bilgi veriyorlardı hâlâ). Yeniden yazabilecek hale geldiğinde The New York Review of Books için bir dizi makale yazmayı seçti ve bunlar daha sonra Fotoğraf Üzerine* adıyla kitap olarak yayınlandı. Annem bu kitabında otobiyografik öğelere hiç yer vermediği gibi, Metafor Olarak Hastalık’ta** bile kendisinden çok az şey vardı; oysa o dönemde kanserle birlikte gelen, bugün de azalmasına rağmen kendini damgalama şeklinde varlığını sürdüren hastalık deneyimi olmasa bu kitabı kesinlikle kaleme alamazdı.
Doğrudan otobiyografik deneyimlerini anlattığı dört yazısı var. İlki, Çin’i ilk ziyaretinden önce yayınlanan “Çin Yolculuğu Projesi” başlıklı kısa öyküsü. Öyküde kendi çocukluğunu ve babasını anlatıyor – kısacık hayatının büyük bölümünü Çin’de geçiren babası, annem dört yaşındayken ölmüştü (annem ebeveyniyle birlikte şimdi Tianjin olarak bilinen İngiliz imtiyaz bölgesine hiç gitmemiş, New York ve New Jersey’de akrabaları ve dadısıyla yaşamıştı). Kendini anlattığı ikinci yazısı, 1977’de The New Yorker’da yayınlanan “Rehbersiz Tur” adlı kısa öyküsüydü. Üçüncü yazı da yine The New Yorker’da yayınlanan “Hac Ziyareti’ydi. Bu yazıda henüz bir yeniyetmeyken, 1947’de Los Angeles’ta Thomas Mann’ı ziyaretini anlatır -büyük yazar o dönemde Pacific Palisades‘te sürgün hayatı sürüyordu. Ancak “Hac Yolculuğu” her şeyden önce annemin büyük hayranlık beslediği bir yazar hakkındadır; oto-porte öğeleri karakteristik biçimde ikinci planda kalır. Bu bir karşılaşma hikâyesiydi: Utangaç, tutkulu, edebiyat sarhoşu bir çocuk ile sürgündeki bir Tanrı’nın buluşması. Son olarak da annemin 1992’de yayınlanan üçüncü romanı Yanardağ Sevgilim’in sonundaki otobiyografik pasajlar var. Burada, yayınlanan çalışmalarında veya röportajlarda daha önce hiç yapmadığı şekilde doğrudan okurla konuşarak kadın olmanın kendi gözünde ne anlama geldiğini anlatır. 2000’de yayınlanan son romanı Amerika’da da birkaç çocukluk hatırasını barındırır.
Aynı Boston Review röportajında, “Hayatım benim başkentimdir, hayal gücümün başkenti,” der ve bu kenti “sömürgeleştirmek” istediğini söyler. Annem için tuhaf, alışılmadık bir terim bu, çünkü kendisi parayla hiç ilgilenmezdi ve konuşurken ekonomik bir benzetme kullandığını hiç hatırlamıyorum. Diğer yandan, onun yazar olma biçiminin eksiksiz bir tarifi gibi geliyor bu terim bana. Bir otobiyografi yazmak istemesi beni bu yüzden o kadar şaşırtmıştı; çünkü kapitalist örneksemeleri sürdürmek gerekirse, bu onun için kişinin sermayesinin meyvelerinden, getirilerinden faydalanmak yerine doğrudan sermayeyi kullanması anlamına gelecekti – söz konusu sermaye para da olsa, romanlar, öyküler ve makaleler için malzeme de olsa mantıksızlık olurdu.
Sonunda bu düşüncesini uygulamaya geçirmedi. Yanardağ Sevgilim‘i yazdı ve bunu yapmakla, en iyi denemelerini yazdığı dönemde bile asıl tutkusu olan romana geri döndüğünü hissetti. Kitabın başarısı, ona ikinci romanı Ölüm Tüneli‘nden beri hissetmediği bir özgüven kazandırdı. 1967’de yayınlanan ve hem iyi hem kötü eleştiriler alan Ölüm Tüneli, annem açısından büyük bir düş kırıklığı olmuştu. Yanardağ Sevgilim’den sonra Bosna ve kuşatma altındaki Saraybosna’yla ilgilenmeye başladı – bu ilgi sonunda büyük bir tutkuya dönüştü. Bundan sonra yeniden kurmacaya döndü ve bir daha otobiyografik bir eser yazmayı, bildiğim kadarıyla, hiç düşünmedi.
Daha ölçüsüz anlarımda, annemin -üç cildinden ikincisini elinizde tuttuğunuz- günlüklerinin yalnızca bir türlü yazamadığı otobiyografisi değil (yazabilse, herhalde oldukça edebi ve epizodik bir metin olurdu, John Updike‘in annemin de hayran olduğu Self-Consciousness’ı gibi bir kitap), hiçbir zaman yazmak istemediği büyük otobiyografik roman olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünecek olursak, günlüklerin ilk cildi olan Yeniden Doğan bir bildungsroman, büyüme romanı olurdu – Mann’ın büyük eseri Buddenbrook Ailesi gibi ya da annemin ergenliğinde okuduğu ve hayatı boyunca severek söz ettiği Jack London‘ın Martin Eden’ı gibi. Defterlerden alıntıladığım bir satırla Bilinç Tene Kuşanınca adını verdiğim bu ikinci cilt ise canlı, başarılı bir yetişkinlik romanı olurdu. Üçüncü ve son ciltten henüz söz etmek istemiyorum.
Günlükleri bu şekilde ele almaktaki en büyük sorun, annemin kendi gururlu ve coşkulu deyişiyle, hayatı boyunca öğrenciliği sürdürmesidir. Şüphesiz, Yeniden Doğan’da, gencecik Susan Sontag, gayet bilinçli bir şekilde, doğduğu ve büyüdüğü dünyadan uzakta, kendini olmak istediği kişi olarak yaratmaya, daha doğrusu yeniden yaratmaya çabalar. Çocukluğunu geçirdiği Arizona ve Los Angeles’tan ayrılıp Chicago Üniversitesi, Paris ve New York’a gidişini (ve gençliğin memnuniyetini ve neyse ki sık sık tadına baktığını söyleyemeyeceğim mutsuzluklarını) bu cilt kapsamıyor. Günlüklerin bu cildinde yazarlık başarısını, Lionel Trilling‘den Paul Bowles‘a, Jasper Johns‘tan Joseph Brodsky‘ye, Peter Brook‘tan György Konrád‘a her görüşten ve çevreden yazar, sanatçı, entelektüel arkadaşlarını, çocukluk hayali olan dilediği zaman istediği yere yolculuk edebilme becerisini anlatıyor. Bunların hiçbiri annemin öğrenciliğini azaltmıyor, aksine onu daha adanmış bir öğrenci haline getiriyor.
Bana göre, bu cildin en ilginç yanlarından biri, annemin farklı dünyalar arasında kolayca geçiş yapabilme becerisi. Bu biraz da onun duygusal ikilemlerinden, çelişkili düşüncelerinden kaynaklanıyor – ancak bu özellikleri bana göre onu küçültmekten ziyade, daha derin, daha ilginç ve en nihayetinde… yoruma dirençli hale getiriyor. Ama daha önemlisi, bence ahmaklara tahammülsüzlüğüyle bilinen annemin (onun ahmaklık tanımı oldukça evrenseldi), gerçekten hayranlık duyduğu insanların yanında çoğunlukla olduğu gibi öğretmen gibi davranmak yerine öğrenci gibi davranmayı tercih etmesiydi. Dolayısıyla, bana göre Bilinç Tene Kuşanınca’nın en güçlü yönü, annemin hayranlık anlarını göstermesi – pek çok kişiye hayrandı, fakat Jasper Johns ve Joseph Brodsky farklı özellikleriyle ön plana çıkıyor. Bu pasajları okumak, annemin her şeyden ziyade hürmet ve saygı eylemleri olan makalelerini daha iyi anlamayı sağlıyor – bana kalırsa, özellikle Walter Benjamin, Roland Barthes ve Elias Canetti hakkındaki yazılarını.
Bu cildin -özellikle annemin eğitimi, olgunluğa erişmesi anlamında- siyasal bir bildungsroman olduğunu da söylemek mümkün. Kitabın ilk bölümlerinde Amerika’nın Vietnam’da sürdürdüğü savaş konusunda çok öfkeli ve çok dolu. Zaten Vietnam Savaşı karşıtı eylemcilerin önde gelenlerinden biriydi. Geri dönüp baktığında, ABD bombardımanı altındaki Hanoi’yi ziyareti sırasında söylediği ve yazdığı şeylerden bazılarını reddedeceğini de düşünüyorum. Ancak bu türde yorumlarını da hiç tereddüt etmeden kitaba ekledim – tıpkı farklı konulardaki, onun adına endişelenmeme yol açan ya da bana acı veren bütün yorumlarını sakınmadan aktardığım gibi. Vietnam konusunda ekleyeceğim tek şey, aşırı uçlarda yer almasına sebep olan savaşın dehşetinin asla onun hayal gücünün ürünü olmadığı. Akıllıca davranmamış olabilir, fakat savaş aynen onun o zaman düşündüğü gibi tarif edilemez bir canavarlıktı.
Annem savaş karşıtlığından asla vazgeçmedi. Ancak yalnızca Sovyet, Çin ya da Küba versiyonlarıyla değil, bir sistem olarak komünizmin özgürleştirici perspektifine duyduğu inancı yitirdi ve akranlarının aksine (burada açıkça isim vermek istemiyorum, ancak izanlı okur annemin kuşağından olan hangi Amerikalı yazarlardan söz ettiğimi anlayacaktır) bunu açıkça dile getirdi. Joseph Brodsky’yle arasındaki derin ilişki olmasa aklı ve kalbiyle bu değişikliğe açık olur muydu, bilemiyorum doğrusu – bu belki de annemin hayatı boyunca eşitler arasında yaşanan tek duygusal ilişkisiydi. Brodsky’nin hayatının son dönemlerinde uzaklaşmış olsalar da bu ilişkinin annem için estetik, siyasal ve insani bakımdan önemi ne kadar vurgulansa azdır. New York Memorial Hastanesi’nde ölüm döşeğindeyken, hayatının sondan bir önceki gününde, nefes almak için, hayata tutunmak için çabalarken, gazete manşetleri Asya’daki tsunamilerle doluyken, annem yalnızca iki kişiden söz etti – annesinden ve Joseph Brodsky’ den. Byron’dan alıntıyla, Brodsky’nin kalbi annemin yargıç kürsüsüydü.
Annemin kalbi sık sık kırıldı ve bu cildin büyük bölümü romantik kayıp duygusuyla başa çıkma çabalarını anlatıyor. Bir anlamda, annemin hayatını eksik bir şekilde anlatıyor günlükleri; çünkü günlüklerine mutsuzken yazma eğilimindeydi, ne kadar mutsuzsa o kadar sık yazardı. Mutluyken günlüğünü eline almazdı pek. Dolayısıyla, günlükteki ölçülerle gerçek hayattaki ölçüler birbirini tutmasa bile, bana kalırsa aşktaki mutsuzluğu da yazmaktan aldığı derin tatmin duygusu gibi karakterinin bir parçasıydı. Yazmadığı zamanlarda hayatına bir öğrenci olarak devam eder, büyük edebiyat eserlerini ideal bir okur olarak hatmeder, büyük sanat eserlerini ideal bir sanatsever olarak değerlendirir, büyük tiyatro eserleri, filmler ve müziklerin peşinde tutkuyla koşardı. Dolayısıyla, günlükleri de ona sadık olarak, yani yaşadığı şekliyle hayatına sadık biçimde, kayıptan derin ve çeşitli bilgiye, sonra yeniden kayba ve yeniden bilgiye uzanan inişli çıkışlı bir yolculuğu anlatıyor. Benim onun için dilediğim hayatın başka türlü olmasının hiç önemi yok.
Annemin günlüklerini yayıma hazırlarken son elyazmasını cömertlikle elden geçiren Robert Walsh metne önemli katkılarda bulundu. Son taslakta pek çok hata ve eksiklik yakaladı.
Geri kalan hataların sorumluluğu yalnızca bana aittir.
* Fotoğraf Üzerine, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008.
** Metafor Olarak Hastalık, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2005.
Susan Sontag
Bilinç Tene Kuşanınca
Günlükler, 1964 — 1980
Yayına hazırlayan: David Rieff
Türkçesi: Begüm Kovulmaz
Everest Yayınları
Bu acıyı asla atlatamayacağım. (Zamanın iyileştiren dokunuşu, vs’yle.) Dondum kaldım, felç oldum, makine arızalandı. Azalmasının, geri çekilmesinin tek yolu duyguyu bir şekilde dönüştürmem — üzüntüden öfkeye, umutsuzluktan onaylamaya çevirmek. Eyleme geçmeliyim. Kendimi bir şeyler yapılmış olan (yapan değil) olarak algıladığım sürece bu dayanılmaz acı beni terk etmeyecek —
s.34
***
Yazılarımdaki kalıcı motif:
X konuşur, sorar, talep eder — ama Y cevap vermezse, dönüp gider. X bu deneyimle elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışır.
[Tarih atılmamış, bir not eklenmiş:] Bu sabah 07:00’de iyi olacağım.s.35
***
Kusurlarım:
— Kendi zaaflarım yüzünden başkalarını sansürlemek*
— Arkadaşlık ilişkilerimi aşk ilişkilerine dönüştürmek
— Aşkın her şeyi içermesini (ve dışlamasını) istemekDikkat: Egzotik ve “iğrenç” yiyecekler tüketme konusundaki gösterişçi iştahım — gerçek ihtiyacım = hassasiyetlerimi inkâr etme ihtiyacını gösterme biçimim. Bir karşı-beyan.
8 Eylül, 64
“Kurtuldum ama kollarımla bacaklarımı geride bırakmak zorunda kaldım…”,
Dönüp geri bakmamak, bugünde yer alan ve bastırılmayacak hatıralarla ziyadesiyle dolu bir sürü şeyin bir güvenlik kordunuyla çevirmek demek. Hayatımı ……………’den dezenfekte etmek için, bu neredeyse ölümcül acıdan kurtulmak için kendimi belli şeylerden, kâh şundan kâh bundan sakındığımı fark ediyorum. En büyük kayıp, seks. O ve pek çok başka şey bana ……’i hatırlatıyor. Şu anın derinleşmesine ya da ağırlaşmasına izin veremem çünkü bu (benim için) geçmişe gömülmek anlamına gelir ve geçmiş de ………’le paylaştığım şeylerden ibaret.
Üzülmediğim anlarda — kendimi kupkuru, toz gibi, ağzı açılmış bir helyum balonu gibi hissediyorum —
Kendime düşünmeyi ve hissetmeyi yasakladım çünkü düşünmek ve hissetmek —
Böyle nasıl devam edebilirim?
Peki nasıl edemem?
* Ancak bunun en yoğun ve en belirgin olduğu anlar — zirveye ulaştığı, içimdeki şeyin bozulduğu, bel verdiği, çöktüğü — anlar: Susan Sontag [Taubes’un] [SS’ın Cambridge, Massachusetts günlerinden yakın arkadaşı] ve Eva’nın [Berliner Kollisch] [SS’ın ve Taubes’un arkadaşı] fiziksel hassasiyetlerine öfkelenmem gibi.
s.38-39
***
Diyelim ki mücadele etmek istediğim kasvetli bir duygum (Z) var — keşke yapmasaydım veya söylemeseydim dediğim ama tekrar tekrar yaptığım ya da söylediğim bir şeye sebep olan bir duygu.
Bu davranışı salt bastırırsam (tabii bastırmak mümkünse) arkasındaki duyguyu yeniden şarj etmiş olurum.
Bir duyguyu öldürmenin yöntemi: Onu abartılı bir şekilde eyleme dökmek.
Kişinin o zaman hissettiği keder, çok daha hatırlanmaya değer ve iyileştirici oluyor.
s.55