“Hamlet, yas tutan bir kimsenin tecrübe ettiği özel türden bir patinajdır: var olmak ve varmış gibi görünmek arasındaki fark…”
Joan Didion, keder üzerine yazmış olduğu yazısında “Keder geldiği zaman görürüz ki, o aslında olmasını beklediğimiz şey değildir” demişti. Başa çıkma stratejilerimiz, en fazla kafa karıştıran beklenti başkaldırıları arasında olabilir – hiçbir şeyin tek başına rahatlık sağlamadığı bilinmektedir, fakat sıra dışı bir rahatlama sağlayan şeyler her zaman hayal ettiğimiz şeyler olmayabilir. The Long Goodbye (Büyük Elveda) adlı – şair, deneme yazarı ve editör olan Meghan O’Rourke‘nin annesini kaybetmesi ile ilgili yazdığı anılarını içeren – kitap, yalnızca ebedi bir sanat eseri içerisinde teselliye benzeyen bir şey bulma konusunu değil, aynı zamanda Susan Sontag’ın bir zamanlar belirttiği, okumanın bizlere sağladığı “öz-aşkınlık” konusunu da içeriyor.
Annesinin vefatını takip eden ilk günlerde O’Rourke, C.S Lewis’ın A Grief Observed (Gözlemlenen bir Keder) adlı eseri ve kederin beş stratejisi adlı meşhur teoriye öncülük etmiş olan psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’un On Death and Dying (Ölüm ve Ölmek Üzerine) adlı eseri gibi, keder klasikleri almıştı. Fakat onu en çok büyüleyen eser çok eskilerden – asırlar öncesinden geliyordu: Hamlet.
O’Rourke şöyle yazıyor:
Konuşmaları, onlara sanki dua ya da ipucuymuş gibi davranarak, tekrar tekrar okudum. Hamlet’in melankolisini her zaman varoluşçu bir melankoli olarak düşünürüm. O’nun, dünyanın “çığırından çıkmış” bir yer olduğu düşüncesi; büyük metafiziksel sorularla uğraşmayı bırakamayan depresif genç bir adamın ikilemi, şüpheli ve felsefiymiş gibi görünüyordu. Fakat şimdi, Hamlet bana yalnızca kederli olduğu için – babası öldüğü için – karamsar ve hiddetli görünmüyor. Radikal bir biçimde yerinden edilmiş ve dünyanın geri kalanı hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ederken o, sendelemeye devam ediyor.
Çünkü mesele yalnızca Hamlet’in üzgün olması değil; aynı zamanda etrafındaki hiç kimsenin onun kederinden etkilenmiyor olması. Hamlet sahneye çıktığında, amcası onu, kederli bir insana sorulabilecek en kötü soru ile karşılıyor: “Bu kara bulutlar nasıl oluyor da hala senin üzerinde dolaşıyorlar?”. Hamlet’in annesi, Gertrude, yaşadığı kaybın “sıradan” bir şey olduğunu göstermeye çalışıyor. Hamlet’in sinirli ve sıkışmış hissediyor olması boşuna değil; çünkü ona “erkekliğe sığmayan” ve yakışık almaz bir biçimde hissettiğini söylüyorlar. Bu bana da tanıdık gelen bir durum. Hiç kimse bana üzüntümün yakışık almaz olduğunu söylemedi, fakat ben sürekli üzgünlüğün en derin noktasına gitmenin, bir şekilde tabu olduğunu düşündüm. (Babamın da söylediği gibi, “Dışarıya çıktığında ve insanlar sana nasıl olduğunu sorduklarında bu seçeneğin olur. Onları huzursuz edeceğini ve yakışıksız görüneceğini bilerek onlara gerçeği söyleyebilirsin. Ya da yalan söyleyebilirsin. Fakat yalan söylüyor olursun.”) Ben de, Hamlet’in ne kadar da yas tutan bir kimsenin tecrübe ettiğini özel türden bir patinaj ile – var olmak ve varmış gibi görünmek arasındaki fark, içsel olanın dışsal olan bir şeye dönüşmesi konusundaki belirsizlik ve bir insanın kederini makul bir biçimde göstermesi mantığı ile – alakalı olduğu konusunda şaşkındım. (Üzgün görünmezseniz, insanlar endişeleniyorlar; fakat eğer kedere yakalanmışsanız, insanlar sizin acınızdan kaçıyorlar.)
En önemlisi, Shakespeare’in kahramanı, O’Rourke’nin kendi duygusal ikilemine – boşluk hissi ve öfke, çaresizlik ve teselliye duyulan özlem ikilemlerine – bir ayna tutuyor ve benzer bir türden huzur sağlıyor. Bu, gerçekten büyük bir armağan.
Hamlet ayrıca benim hakkında konuşmakta zorlandığım bir kayıp yönü de yakalıyor – şiddetli bıkkınlık, yaşamaya devam etmenin değersiz olduğunu şiddetli bir biçimde hissetmek. Gözlemlenen bir Keder adlı eserde Lewis kederin üşengeçliğini, bunun kendisinde tıraş olmama ya da mektuplara cevap vermeme isteklerini doğurduğunu anlatıyor. Hamlet’in meşhur monoloğu bu hissiz bitkinliği başlatıyor:
Ah bu katı, kaskatı beden bir dağılsa,
Eriyip gitse bir çiy tanesinde sabahın!
Ya da Tanrı yasak etmemiş olsa
Kendi kendini öldürmesini insanın!
Tanrım! Ulu Tanrım! Ne bunaltıcı, ne berbat,
Ne tatsız, ne boş geliyor bu dünya bana!“Bunaltıcı, berbat, tatsız ve boş”: Evet. Ben de Hamlet gibi, eriyip gitme isteğini yaşadım.
Araştırmacılar, yakını ölmüş bir insanın, depresyonda olan insanlara oranla intihara daha fazla meyilli olduklarını belirttiler. Fakat Hamlet, bana göre, ölüm arayışına girmekten çok, dünyanın tekrar bir anlam ifade etmesi arayışına girmişti. Bu da, benim hissettiğim şeyin aynısıydı.
The Long Goodbye (Büyük Elveda) adlı eser tamamıyla dokunaklı bir eser ve sevdiği bir insanı kaybetmiş olan herhangi bir insanın okuması gereken bir kitap. Çünkü bu durum, sevgiye hâkim olabildiğimiz ölçüde hepimizi kapsayan bir durum.
Brain Pickigns by Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)