“Beni Dinle Marlon” bir aktör hakkında yapılmış en iyi belgesel olabilir.
İnsanlığın geri kalanının size yalan söylüyor olduğu şüphesi bir aktörde önemli bir sezgidir, ve aynı zamanda, kişisel mutsuzluk için bir tariftir. “Tanıdığım en kuşkulu ve en tetikte insan.” demiştir senarist Stewart Stern, aktörlüğü samimiyetin yeni bir seviyesine taşıdığı halde sevgi ve arkadaşlık tekliflerinden birer yalanmışlarcasına geri duran bir adam olan Marlon Brando‘dan bahsederken. Yetenekli olduğundan değil, sıkıntılı olduğundan. Yeteneğinin kendisi sıkıntıydı. Brando her şeyin iç yüzünü görürdü. “Yüz birçok şeyi saklayabilir,” der, Steven Riley‘nin yönettiği ve aktörün Beverly Hills’teki evinde bulunan 300 saatten uzun, Brando‘nun ünü, yeteneği, bir baba olarak başarısızlığı gibi konularda uzun uzun konuştuğu ve ziyan ettiğini düşündüğü hayatı konusunda pişmanlığını paylaştığı kişisel kayıtlardan faydalanılan “Beni Dinle Marlon” adlı yeni bir belgeselde. “Aradığım şeyi asla bulamadım,” diyerek döker içini o tanıdık sesiyle, tıpkı Kral Lear nezle olmuş gibi. “Benim ki gösterişli bir hayattı, ancak tatmin edici değildi.”
Bu kayıtlar da birer gösteri, tabii ki, belki de Brando’nun en iyilerinden -dönüşümlü olarak müstehcen, yaralı, duygusal, kendine acıyan, şaşkına dönmüş- neredeyse felsefi ve derin, Kıyamet’teki Kurtz gibi. “Hepiniz aktörsünüz, ve iyi aktörlersiniz, çünkü hepiniz yalancısınız,” der bir noktada. “Barış için yalan söylüyorsunuz, huzur için yalan söylüyorsunuz, sevgi için yalan söylüyorsunuz.” New York’a, delik çoraplarıyla ilk kez geldiğinde, Brando Manhattan’ın cadde köşelerinde bekleyip, geçen insanların gizli düşüncelerini ve hislerini sezmeye çalışırdı. Yüzler, Brando için maskelerdi ve film ölümünden önce yaptığı Cyberware taramalarını kullanarak kafasını yeniden canlandırır ve onun yüzünü de bir maskeye çevirir. İlk gördüğümüzde, mezardan gelen bir radyo sinyali gibi dönüyor ve Makbet‘ten “ses ve sinirin hiçbir şey ifade etmediği” monoloğunu okuyor. Bu ürkütücü efekt insanın tüylerini diken diken etmeye yetecek kadar güçlü.
Ortaya çıkan Brando resmi bir aktör hakkında yapılmış en açığa vurucu belgesel olabilir. Film hemen hemen tarih sırasına göre ilerliyor, 1950’lerden 1980’lere doğru, ancak Riley bir çeşit derleme ustası, önsezilerini takip ederek oradan oraya atlıyor, ve kariyerinin en önemli noktalarını vurguluyor. “Rıhtımlar Üzerinde”nin setinde Brando’nun kendi makyajını tazeleyişinin renkli görüntülerini, 1955’te “Person to Person”da babasıyla beraber konuk oluşlarını, babasının aynı programda oğlunun oyunculuğunu aşağılamasını, ve Brando‘nun gülümsemesinin yüzünde donmasını görüyoruz. “Baba” filminin, rolünün üstesinden gelebileceğinden şüphelenen bir stüdyonun isteğiyle çekilen test çekimleri için yanaklarını pamukla tamponlayışını görüyoruz. “Rolü oynayabileceğimden ben de şüpheliydim,” der. “Denerken yakalanmak istemedim. Korktuğumun fark edilmesini istemedim.” Rezil olma tehdidi her performansta var, bu da yönetmenleriyle sık sık girdiği kavgaların burukluğunu artırır. “Ben onun kıçını kurtardım, o da hakkımda öyle şeyler söyleyerek teşekkür etti,” der Francis Ford Coppola‘nın, Brando‘nun “Kıyamet’teki” kilo alışından şikayet edişini anlatırken. Oyuncu artık her açıdan filmlerden daha büyüktü: fiziksel açıdan da, duygusal açıdan da, ruhsal açıdan da. Onların kurgularına daha fazla sığamıyordu.
Brando‘nun yeteneği tam anlamıyla devrim niteliğindeydi. “Viva Zapata!”dan “İsyan”a, birçok kez devrimci karakterler oynadı, ama oyunculuğunun kendisi ayrı bir devrimdi, yıldızların yerlerinin gökteki yıldızlar kadar sağlam olduğu bir dönemin sonunu hızlandırdı –Bogart Bogart‘ın rolünü oynuyordu, Gable Gable‘ın- ve aktörlerin birer kertenkele gibi kameraların önünde değişim geçirdiği modern dönemi getirdi. O Hollywood’un Robespierre‘iydi, ve film işinde sevgi arayan herkesle aynı kaderi paylaştı. Hollywood hiçbir zaman Brando‘yu gerektiği kadar sevmedi, çünkü Brando‘nun sevgi ihtiyacı, Orson Welles gibi, dipsizdi -kaba babası ve güzel, alkolik annesi tarafından bırakılmış olan, ve daha sonra yiyecekle kapatmayı denediği bir boşluk. “Eğer hiç sevilmediyseniz, nasıl bir şey olduğunu bilmezsiniz,” der. Brando‘nun bu döngüyü nasıl kıracağını bilmediği, kendi ailesini vuran trajediden, kızı Cheyenne‘nin intiharı ve oğlu Christian‘ın cinayetten yargılanmasından bellidir. Brando‘nun Tahiti cennet, Kurtz‘un ormanı kadar bozulmuştur.
Ekranda, bütün bu kararsızlığı ve kırılganlığı, uçuculuğu, vahşiliği ve güzelliği büyüleyici bir karışımdı. “Patlamış mısırın ağzınıza olan yolculuğunu durdurmak istiyorsunuz,” der seyircilerinden bahsederken. “Bunu gerçekle yapıyorsunuz.” Büyük duygusal patlamalarından bazıları yıllara iyi dayanamadı -“İhtiras Tramvayı”ndaki “Stella!” haykırışı 1950’lerin oyunculuğuyla şimdi oldukça terletici geliyor- ama daha sakin anlarında, Brando daha önce hiç görmediğimiz insanlar gösterdi, o kadar soğukkanlı ve etraflarındaki kargaşaya rağmen o kadar sakinler ki sanki sadece kendilerinin kral olduğu bir su altı inine girmişler. “Beni Dinle Marlon” bize Brando‘nun okyanus tabanında oturarak baloncuklar üflediği bu krallığa anlık ama hoş bir giriş sağlıyor.
1843 Magazine
Çeviren: tabutmag