Proust insanları iyileştirme sanatının çok ciddiye alındığı bir ailede dünyaya geldi. Babası doktordu ve tipik ondokuzuncu yüzyıl fizyonomisine sahip, yapılı, sakallı bir adamdı. Otoriter bir görünüşü, karşısındaki insanın kendini ödlek gibi hissetmesine yol açan delici bakışları vardı. Ahlaki üstünlüğü bedeninden taşıyor gibiydi; bu yalnızca tıbbı meslek edinmiş kişilere özgü bir şeydi, hafif öksürükten ya da apandisitten şikayetçi olan her insan onların toplumdaki değerlerini tartışmasız kabul ediyor, bu da daha az değer verilen meslekler edinmiş kişilerde nahoş bir gereksizlik hissi uyanmasına yol açıyordu.
Dr. Adrien Proust yaşamına mütevazı bir biçimde başladı; babası evlerde ve kiliselerde kullanılan mumların üretiminde uzmanlaşmış bir taşra bakkalıydı. Parlak tıp öğrenimini, Beyin Zarı Yumuşamasının Farklı Türleri üzerine yazdığı bir tezle noktaladıktan sonra kendini halk sağlığını koruma ve sağlık standartlarını yükseltme çalışmalarına adadı. Özellikle kolera ve hıyarcıklı vebanın yayılmasını önlemek için çalışıyor, sık sık Fransa dışına çıkıp yabancı hükümetlere bulaşıcı hastalıklar konusunda tavsiyelerde bulunuyordu. Bu çabaları karşılığında ödüllendirildi; Legion d’honneur unvanı aldı ve Paris Tıp Fakültesi’nde toplum sağlığı alanında profesör oldu. Bir zamanlar kolera salgınına yenik düşmüş olan liman şehri Toulon’un valisi Dr. Proust’a şehrin anahtarlarını sundu. Marsilya’da, hastaların karantinaya alındıkları bir hastaneye onun adı verildi.
Öldüğü yıl olan 1903 yılına kadar Adrien Proust uluslararası üne sahip bir doktordu; yaşamını, “Bütün hayatım boyunca mutlu yaşadım” sözleriyle özetlediğinde neredeyse herkes ona inanabilirdi.
Şüphesiz, Marcel babasının yanında kendini değersiz hissetmiş, kendini onun başarılarla dolu yaşamındaki tek bela olarak değerlendirmiştir. Proust, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşayan bir burjuva ailesinin üyelerince normal diye nitelenebilecek bir meslek edinmek için en ufak bir istek duymadı. İlgi duyduğu tek şey edebiyattı ama belki de çok genç olduğundan, yazmaya pek istekli görünmüyor ya da bunu beceremiyordu. İyi bir oğuldu; bu nedenle önceleri ailesinin onaylayacağı bir meslek edinmeye çalıştı.
Dışişleri Bakanlığına girebilir, avukat ya da banker olabilir, Louvre müzesinde çalışabilirdi. Sonunda kariyer yapmanın zor bir iş olduğunu anladı. Bir hukuk müşavirinin yanında iki hafta çalışmak ona ölüm gibi gelmişti (“En umutsuz anlarımda bile, bir hukuk bürosunda olduğu kadar büyük bir dehşete kapılmadım.”), Paris’ten ve sevgili annesinden ayrılması gerektiğini anlayınca da diplomat olma fikrini bir kenara bıraktı. Giderek umutsuzluğa kapılan yirmi iki yaşındaki Proust şöyle soruyordu: “Ne avukat, ne doktor ne de rahip olmaya karar verebiliyorum; peki geriye ne kalıyor?”
Belki de kütüphaneci olmalıydı. Mazarine kütüphanesinde ücretsiz olarak çalışmak için başvurdu ve işe kabul edildi. Aradığını orada bulması mümkündü ama kütüphane Proust’un ciğerleri için biraz fazla tozluydu. Hastalık bahanesiyle ard arda uzun izinler almaya başladı; izin günlerinde bazen yatakta, bazen tatilde, nadiren de yazı masasının başındaydı. Sıkıntıdan uzak yaşıyor, akşam yemekleri veriyor, çay içmek için dışarı çıkıyor, su gibi para harcıyordu. Babasının bu durumdan ne kadar rahatsızlık duyduğunu tahmin edebiliriz; o, sanata hiçbir zaman fazla ilgi duymamış, pratik bir adamdı (gene de bir zamanlar Opera Comique’in sağlık ekibinde çalışmış, kendisinden pek etkilenen Amerikalı bir operacı da farbelalı, diz boyu pantolonuyla erkek kılığına girdiği bir fotoğrafını ona yollamıştı). Marcel uzun süre haber vermeden işe gitmedi; kütüphaneye yılda bir kez ya uğruyor ya uğramıyordu. Sonunda zaten gereğinden fazla hoşgörü göstermiş olan kütüphane yöneticileri onu, işe girdikten beş yıl sonra işten çıkardılar. Böylece Marcel’in hiçbir zaman doğru düzgün bir meslek sahibi olamayacağı, yalnızca düş kırıklığına uğramış babası için değil, herkes için açıklık kazanmıştı; o edebiyatla zevk için uğraşıyor, bundan herhangi bir kazanç elde etmeyi beklemiyordu; bu nedenle de yaşamının sonuna kadar ailesinin parasıyla geçinecekti.
Bu gerçek dikkate alındığında, Proust’un edebiyat konusunda hırslı olduğunu görmek şaşırtıcı. Annesi ve babası öldükten, kendisi de nihayet romanı üzerinde çalışmaya başladıktan sonra Proust hizmetçisine şöyle içini döküyordu:
Ah, Celeste, keşke babamın hastalarıyla uğraşırken duyduğu güveni duyabilsem kitap yazarken.
Adrien’in kolera ve hıyarcıklı hummaya karşı kazandığı başarının benzeri, kitap yazarak nasıl kazanılırdı ki? Dr. Proust’un insanların sağlık koşullarını iyileştirme işinde ne kadar yetkin olduğunu anlamak için Toulon valisi olmaya gerek yok; peki ya Marcel, yedi ciltlik bir roman olan Kayıp Zamanın İzinde’yi yazarak insanları nasıl iyileştireceğini düşünüyordu? Bu yapıt, ağır ağır yol alan bir trende Sibirya steplerini geçerken zaman öldürmek için yararlı olabilirdi ama kim bu kitabın sağladığı yararları, iyi işleyen bir halk sağlığı sisteminin sağladığı yararlarla karşılaştırabilirdi?
Marcel’in hırslarını bir kenara bırakırsak, bütün yazılı metinlerin değerlerini sorgulayan bir bakış açısından çok, edebi bir romanın iyileştirici özelliğine ilişkin şüpheci bir yaklaşım söz konusu burada. Çeşitli nedenlerle oğlunun seçtiği mesleği pek beğenmeyen Dr. Proust bile bütün yazı türlerine karşı değildi; hatta onun üretken bir yazar olduğunu biliyoruz; üstelik oğluna kıyasla kitapçılarda çok daha fazla tanınan bir isim olmuştu uzun zaman.
Ancak, oğlunun tersine, Dr. Proust yarar açısından asla sorgulanamayacak şeyler yazıyordu. Tam otuz dört kitap kaleme almış, kendini halkın fiziksel sağlığını iyileştirmek için çeşitli yollar bulmaya adamıştı. Avrupa’nın Vebaya Karşı Kendini Savunması adlı bir çalışmadan tutun da, çok özel bir konu olan ve o zamanlar yeni ortaya çıkan bir sorunu ele aldığı Batarya Yapımında Çalışan İşçilerde Görülen Kurşun Zehirlenmesi adlı ince kitaba kadar başlıkları çok farklı yapıtlar yazıyordu. Ama açık, canlı, anlaşılır bir dille kaleme aldığı, içinde fiziksel sağlık konusunda öğrenmek istediğiniz her şeyi bulabileceğiniz kitapları okurlar tarafından belki de en çok tanınanlarıydı. Dr. Proust’u, formda kalmanın incelikleri konusunda kılavuzluk yapan bir usta ve öncü olarak nitelemek onun mesleki hırsıyla pek ters düşmezdi.
En başarılı kılavuz kitabı, 1888 yılında basılan, Sağlıklı Yaşamın Temel İlkeleri adlı yapıtıydı. Tamamı resimli olan bu kitap, genç kızlara yönelikti. Kanlı askeri maceraların yaşandığı bir yüzyılın ardından Fransız vatandaşlarının sayıları iyice azalmıştı. Genç kızlarınsa, yeni ve güçlü bir Fransız nesli oluşturmak için bedenlerini sağlıklı tutmak konusunda önerilere gereksinimleri oluyordu.
Dr. Proust’un zamanından bugüne kadar sağlıklı yaşama duyulan ilginin hayli arttığını düşünürsek, onun önerilerinden hiç değilse bir kaçını incelemek anlamlı olabilir.
Dr. Proust Sağlığınızı Nasıl Değiştirebilir?
Sırt Ağrısı
Hemen her zaman hatalı duruştan kaynaklanır. Bir genç kız dikiş dikerken öne doğru eğilmemeye, bacak bacak üstüne atmamaya, alçak bir masada çalışmamaya dikkat etmelidir. Aksi halde, önemli sindirim organları zarar görür, kan dolaşımı gerektiği gibi olmaz, omurga kemiği zorlanır.
Bu sorunlara yol açabilecek duruş aşağıdaki resimde gösterilmiştir:
Genç kız aşağıdaki örnekte gösterildiği gibi oturmalıdır:
Proust, korse modasına karşı duyduğu hoşnutsuzluğu saklamıyor, korseleri bedene zarar veren, insan doğasına aykırı şeyler olarak tanımlıyordu (Beden inceliğiyle çekicilik arasında bir ilişki olduğunu düşünenler için önemli bir farkın altını çizmiş, okuyucularına “zayıf bir kadının zarafetten çok uzak” olduğunu söylemişti). Korselerin çekiciliğine kapılabilecek genç kızları uyarmak için, bunların omurga kemiğine nasıl zarar verdiklerini gösteren bir resim de kullanmıştı.
EgzersizYapay yollarla ince ve formda görünmeye çalışmak yerine, Dr. Proust genç kızlara bedenlerini düzenli olarak çalıştırmalarını öneriyor, bedeni fazla zorlamayacak, pratik egzersizler sunuyordu -örneğin, duvardan atlamak…
zıplamak…
kolları çevirmek…
ve tek ayak üzerinde dengede durmak.
Aerobik öğretmek, korseler ve dikiş dikme pozisyonlarına ilişkin önerilerde bulunmak konusunda bu denli ustalaşmış bir babası olduğu düşünülürse, Marcel’in, o zamana kadar yazdıklarını Sağlıklı Yaşamın Temel ilkeleri adlı yapıtla eş tutmaya kalkacak kadar aceleci ya da fazla hırslı olduğu söylenebilir. Bu durumun sorumluluğunu ona yüklemek yerine, şunu sorabiliriz: Bir romanda gerçekten iyileştirici özellikler bulunabilir mi? Ya da bir roman, bir aspirinden, bir doğa yürüyüşünden, bir kadeh sek martiniden daha rahatlatıcı olabilir mi?
Biraz hoşgörüyle, romanın bir kaçış yolu olduğu söylenebilir. Günlük hayat tarafından kuşatıldığımızda kendimizi yalnız hissediyorsak, istasyonun gazete bayiinden bir kitap satın almak zevkli olabilir (“Daha geniş bir okuyucu kitlesine, hani şu trene binmeden önce kötü basılmış bir kitap alıp okuyan insanlara ulaşmak düşüncesi bana çekici geliyordu” diye açıklamıştı Proust). Vagona girer girmez çevremizdeki her şeyden kendimizi soyutlayabilip çok daha hoş ya da en azından hoş bir biçimde farklı bir dünyaya adım atabiliriz. Sık sık dikkatimiz dağılır; kitaptaki tek gözlüklü, sinirli baron çalışma odasına girmek üzereyken gözlerimizi kitaptan kaldırır, akıp gitmekte olan manzaraya çeviririz. İneceğimiz durağın adı hoparlörlerden anons edilir edilmez, frenlerden isteksiz gıcırtılar gelince, kendimizi yeniden gerçekliğin içinde buluveririz, bir istasyonun ve aylak aylak dolaşan, ara sıra yere atılmış şekerlemeleri gagalayan kurşun grisi kumruların görüntüleri kılığında kendini sunan gerçekliğin içinde (Proust’un hizmetçisi Celeste, anılarında, Proust’un kitabında önemli bir yer tutmadıkları için telaşa kapılanlara, bu kitabın iki istasyon arasında okunabilecek bir kitap olmadığını söylüyor).
Proust’un nasıl okumamız gerektiğine ilişkin görüşlerini bize en iyi anlatan şey onun resimlere yaklaşımıdır belki de. Proust’un ölümünden sonra arkadaşı Lucien Daudet onunla ilgili anılarım kaleme aldı. Bu anıların arasında birlikte Louvre’a yaptıkları bir ziyaret de yer alıyor. Proust, ne zaman bir resme baksa, tuval üzerine çizilmiş figürleri kendi yaşamından tanıdığı kişilere benzetirdi. Daudet, Louvre’un bir galerisine girdiklerini anlatıyor; galerinin içinde Domenico Ghirlandaio’nun Yaşlı Adam ve Çocuk adlı bir tablosu asılıymış. 1480’lerde yapılan bu tablo burnunun ucunda bir sürü çıban olan, yumuşak bakışlı bir adamı resmediyor.
Proust tabloya bir süre baktıktan sonra Daudet’ye dönüp tablodaki adamın, Paris’in sosyal yaşamında çok tanınmış bir kişilik olan Marquis de Lau’ya tıpatıp benzediğini söylemiş. On dokuzuncu yüzyıl Parisi’nde yaşayan bir beyefendiyi, Marquis de Lau’yu, onbeşinci yüzyılın sonlarında resmedilmiş bir tabloda görmek ne kadar şaşırtıcı. Ama Marquis de Lau’nun da bir pozu günümüze ulaşmış. Fotoğrafta bir grup bayanın arasında oturuyor; bayanların üzerinde, ancak beş tane hizmetçinin yardımıyla içine girebildikleri o şatafatlı elbiselerden var. Marquis de Lau koyu renk bir takım elbise, ata yakalı bir gömlek giymiş; kol düğmeleri ve fötr şapka takmış.
Ondokuzuncu yüzyıla özgü aksesuarlara ve fotoğrafın kalitesinin kötü olmasına karşın, Marquis de Lau’nun, Rönesans İtalyası’nda Ghirlandaio’nun resmettiği çıbanlı adama hayli benziyor olabileceği düşünülebilir; aralarına ülkeler ve yüzyıllar girdiği için birbirlerinden ayrı düşmüş iki kardeş kadar.
Tamamen farklı dünyalarda yaşayan iki insan arasında görünüş açısından bir benzerlik bulma olasılığını Proust aşağıdaki sözlerle değerlendiriyor:
Estetik açıdan, insan tiplerinin sayısı öyle kısıtlıdır ki, nerede olursak olalım, hep tanıdığımız insanları görme zevkini yaşarız.
Bu zevk salt görüntüyle ilgili değildir, çünkü insan tiplerinin fazla olmaması aynı zamanda, tanıdığımız insanları sürekli olarak, beklenmedik biçimde, kitaplarda okuyacağımız anlamına gelir.
Örneğin Proust’un romanının ikinci cildinde, anlatıcı, Normandiya kıyısında bir sayfiye yerine, Balbec’e gider. Orada, benim de tanıdığım biriyle, küstah bir ifadesi, parlak, gülen gözleri, dolgun yanakları ve siyah polo şapkalara düşkünlüğü olan bir kızla tanışıp ona aşık olur. Proust, kızın konuşmasını şöyle betimliyor:
Albertine konuşurken başını oynatmıyordu; burun delikleri açılmıyor, dudakları neredeyse hiç hareket etmiyordu. Sonuçta ortaya yayık bir konuşma, genizden gelen bir ses çıkıyordu; bu bileşime, yöresel aksan, yabancı dadının sesindeki İngiliz kayıtsızlığına çocukça öykünme çabası ve bir de burundaki sümük birikmesinin yol açtığı dolgunluk ekleniyor, ama Albertine insanları daha iyi tanımaya başladıkça, her zaman olduğu gibi, bu telaffuz, yerini bir genç kız konuşmasına bırakıyordu. Pek çok kişi bu konuşma biçiminin hoş olmadığını düşünebilirdi ama onun bir genç kızınkine benzeyen ses tonu bana harikulade geliyordu. Onu bir kaç gün üst üste göremediğim zamanlarda, anılarımı tazelemeye çalışıyor, şunu tekrarlıyordum: “Sizi hiç golf oynarken görmüyoruz.” Bu sözleri onun gibi, yüzümün bir tek kasını bile oynatmadan, dümdüz, genizden söylüyordum. İşte o zaman Albertine’den daha fazla arzulanacak biri olmadığını düşünüyordum.
Bir roman kahramanının anlatıldığı bölümü okurken insan, bu kahramanın gerçek hayatta tanıdığı birine ne kadar çok benzediğini düşünüp şaşırmadan edemiyor. Örneğin, Proust’un Guermantes Düşesiyle, eski bir kız arkadaşımın elli beş yaşındaki üvey annesini birbirinden ayırmam olanaksız, her ne kadar kız arkadaşımın üvey annesi olan bu saf kadın Fransızca bilmiyor, soylu unvanı taşımıyor ve Devon’da yaşıyor olsa da. Dahası, Proust’un kararsız, utangaç kahramanı Saniette, romanın anlatıcısına onu Balbec’deki otelinde ziyaret edip edemeyeceğini sorarken kahramanın, arkadaşlık etme isteğini saklamak için kullandığı gururlu, savunmacı ses tonu, reddedileceği bir teklifte asla bulunmamak gibi garip bir alışkanlığı olan eski bir üniversite arkadaşımınkiyle aynıymış gibi geliyor bana.
“Acaba önümüzdeki günlerde ne yapacaksınız? Ben büyük olasılıkla Balbec yakınlarında bir yerlerde olacağım da… Aslında önemi yok, bir sorayım dedim.” der Saniette anlatıcıya, ama bu sözleri söyleyen kişi, birine akşam yemeğine çıkmayı teklif eden arkadaşım Philippe de olabilir pekala.
Proust’un şu sözleri bize çok yardımcı oluyor: “Bir roman okurken, okuduğumuz romanın kahramanına sevdiğimiz birinin özelliklerini atfetmemek olanaksız.” Parlak, gülen gözleri ve siyah polo şapkasıyla en son Balbec’de yürürken gördüğümüz Albertine’i, hayatında hiç Proust okumamış olan ve yorucu bir günün sonunda George Eliot’u ya da Marie Claire dergisini yeğleyen kız arkadaşım Kate’e niçin bu kadar benzettiğimi açıklıyor Proust’un sözleri.
Proust’un aşağıdaki sözleri söylemesinin nedeni de, kendi yaşamımızla okuduğumuz romanlar arasında bu kadar yakın bir ilişki kurulabilmesi olabilir:
Okuma süreci içinde her okuyucu aslında kendini okur. Yazarın ürettiği yapıt bir optik araç görevi görür yalnızca. Böylece okuyucu, o kitabı okumadan belki de asla farkına varamayacağı şeyler keşfeder kendi içinde. Okuyucunun, okuduğu kitap sayesinde kendi kendinin bilincine varması, kitabın gerçekliğinin bir kanıtıdır.
Ama okuyucu bir kitapta niçin kendini okumak istesin? Neden Proust, gerek romanında gerekse müzede sergilediği davranışlarda, kendimizle sanat yapıtları arasındaki ilişkiyi ayrıcalıklı bir yere koyuyor?
Belki de bunun nedeni şudur: Ancak bu sayede sanat, bizi yaşamdan uzaklaştıracağına, olumlu etkiler; üstelik Marqui de Lau Olgusu (MLO) diye adlandırabileceğimiz olgunun, Albertine’in portresinde Kate’i, Saniette’inkinde Philippe’i ve daha sıklıkla, tren istasyonlarında satılan kötü baskılı kitaplarda kendimizi bulmanın pek çok olağanüstü yaran var.
MLO’nun Yararları
I. Kendini Her Yerde Evinde Gibi Hissetmek
Dört yüzyıl önce yapılmış bir portrede tanıdığımız birini görmenin şaşkınlığına düşebileceğimiz bir gerçek. Bu da gösteriyor ki, insan doğasının evrenselliğine ilişkin kanıdan başka herhangi bir şeye tutunmak son derece zor. Proust bu sorunun farkındaydı:
Geçmiş çağlarda yaşamış insanlar bizden tümüyle farklılarmış gibi geliyor bize. Söylediklerine, açıkça ifade ettiklerinin ötesinde anlamlar yüklemenin doğru olmadığını düşünüyoruz. Bugün hissettiğimiz şeylerin hemen hemen aynısını Homeros’un bir kahramanının da hissettiğini görünce şaşırıyoruz. Epik şairin bizden, hayvanat bahçesinde seyrettiğimiz bir hayvan kadar uzak olduğunu sanıyoruz sanki.
Odyssey’deki kahramanlarla tanışınca ilk tepki olarak onlara, belediye hayvanat bahçesinde arka arkaya sıralanıp, daireler çizerek yürüyen ördeklere baktığımız gibi bakmak belki de çok normal. Nesli tükenmiş tiplerin arasındaki bu kalın bıyıklı, şaşı adamı dinlediğini düşününce daha az şaşırmıyor insan.
Ancak, Proust ve Homeros’la daha uzun süre birlikte olunca, bize rahatsızlık verecek kadar yabancı gelen dünyaların aslında bizimkinden pek de farklı olmadığını anlıyoruz. Böylece kendimizi evimizde gibi hissettiğimiz yerlerin sayısı artıyor. Yani artık, hayvanat bahçesinin kapılarını açıp Troya Savaşı’ndan ya da Faubourg Saint-Germain’den beri tutsak olan yaratıkları; Eurycleia, Telemachus gibi adlar taşıdıkları ya da nasıl faks gönderileceğini bilmedikleri için taşralı kuşkuculuğumuzla yaklaştığımız bu kişileri serbest bırakabiliriz.
II. Yalnızlığa Çare
Kendimiz de hayvanat bahçesinden dışarı çıkabiliriz. Kişinin herhangi bir yerde herhangi bir zamanda normal olarak değerlendirilen duyguları, gerçekte normal olanın yalnızca kısaltılmış bir versiyonu gibi. Bu nedenle, roman kahramanlarının yaşadıkları deneyimler, bize insan davranışlarına ilişkin çok geniş bir yelpaze sunuyor; yakın çevremizde dile getirmediğimiz duygu ya da düşüncelerimizin özde ne kadar normal olduğunu kanıtlıyor. Akşam yemeği boyunca dalgın duran sevgilimizle çocuk gibi kavga ettikten sonra Proust’un anlatıcısından, şu iki itirafı duymak bizi nasıl da rahatlatır: “Albertine’in bana pek yakın davranmadığını görünce, bundan üzüntü duyduğumu ona söylemek yerine, saldırganlaştım”, “Onsuz yapamayacağımdan emin olduğum anlarda, ondan ayrılmak istediğimi söyledim hep.” Bunları okuduktan sonra kendi romantik soytarılığımızın, acayip bir ördeğinkine çok da benzemediğini fark edebiliriz.
Benzer şekilde, MLO’lar daha az yalnız olmamızı sağlar. Sevgiliniz kendine biraz daha fazla zaman ayırmak istediğini en nazik biçimde dile getirip sizi terkedince, yatakta uzanıp Proust’un anlatıcısının aşağıdaki düşünceyi billurlaştırmasına tanık olmak ne kadar avutucu:
İki insan ayrılırken, şefkatli konuşan taraf aşık olmayan taraftır.
Kurgusal bir kişinin -okudukça mucizevi biçimde kendimiz olduğunu farkettiğimiz kişinin- bu şekerli terk ediliş sahnesi yüzünden aynı azapları çekiyor olduğunu ve daha da önemlisi hayatta kalmayı başardığını görmek ne kadar rahatlatıcı.
III. Doğru Noktaya Parmak Basma Yetisi
Romanın değeri, yalnızca duyguları anlatmasıyla, kendi yaşamımızdaki insanlara çok benzeyen kahramanları bize tanıştırmasıyla sınırlı değildir. Roman, bunları bizim yapabileceğimizden çok daha iyi betimler, kendimizde de fark ettiğimiz ama kendi kendimize asla dile dökemeyeceğimiz duyumsamalara dikkatimizi çeker.
Guermantes Düşesine benzeyen birini tanıyor olabiliriz. Bu kişinin davranışlarında küstahlığa, küçümsemeye benzer bir şeyler fark ederiz ama bunun tam adını koyamayız, Proust’u okuyana kadar tabii. Proust, parantez içindeki cümlesiyle, görkemli bir akşam yemeği sırasında Madam de Gallardon’un, Orian des Laumes adıyla da tanınan Düşese ilk adıyla seslenme hatasına düşmesi üzerine, Düşesin nasıl bir tepki verdiğini zekice gözler önüne serer:
“Oriane” (Madam des Laumes, hemen, alaycı bir şaşkınlık ifadesiyle görünmeyen bir üçüncü kişiye çevirir yüzünü; Madam de Gallardon’a kendi ilk adını kullanması için izin vermediğini bu görünmez kişinin anlamasını istiyor gibidir)…
Dikkatimizi, bu kadar ufak ama hayati önem taşıyan ayrıntılara yönelten bir kitap okumanın bir etkisi de şu olabilir: Okumakta olduğumuz kitabı bir kenara bırakıp kendi hayatımıza baktığımızda, “Yazar yanımızda olsaydı nelere dikkat ederdi?” sorusuna takılabiliriz. Zihnimiz bilinç üzerinde yüzen nesneleri seçmek için yeni ayarlanmış bir radar gibidir. Kitabın bizde yaratttığı etki, sessiz olduğunu düşündüğümüz bir odaya radyo getirmeye benzer; sonra anlarız ki sessizlik yalnızca belli bir frekansta vardır, aslında radyo yokken de odanın içini Ukrayna radyo istasyonundan ya da bir geceyarısı sohbetinden gelen ses dalgaları doldurmaktadır. Gökyüzünün aldığı renklere, bir yüzün nasıl aniden değişebildiğine, bir arkadaşın ikiyüzlülüğüne ya da daha önce asla bizi üzmeyeceğini düşündüğümüz bir durum karşısında duyulan bastırılmış üzüntüye yönelir dikkatimiz.
Kitap bize duyarlılık kazandırır, kendi incelmiş duyarlılığı sayesinde çoktandır kullanmadığımız antenlerimizi uyarır.
İşte bu nedenle, alçak gönüllülüğü yüzünden kendi romanına asla yerleştiremeyeceği bir düşüncesini şöyle dile getiriyor Proust:
Bir dahinin yeni başyapıtını okuduğumuzda, kendimizde görmekten hoşlanmadığımız şeylerin, bastırılmış mutluluklarımızın, acılarımızın; yani o her zaman hor gördüğümüz duygular dünyasının yansımalarını bu başyapıtın içinde de bulmak insanı sevindiriyor. Kitabı okurken keşfettiğimiz bu duyguların ne kadar değerli olduğunu öğreniyoruz böylece.
Alain de Botton
Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir
Türkçesi: Banu Tellioğlu
Sel Yayıncılık (2000)