Hayal gücümün ürünleri arasında artık yaratıdan çok, hatırlama var.
(Syf 31)
İtiraflarımı yazdığımda artık yaşlanmış, hepsini denediğim hayatın boş zevklerinden bıkmıştım. Kitabımı hiçbir belgeye dayanmadan yazıyor, yalnız belleğime başvuruyordum. Belleğim anıları çoğunlukla anımsıyor, bazen de eksik anımsıyordu ve ben bu boşlukları bu anıların yerini doldurmak için hayal ettiğim, ancak onlara ters düşmeyen ayrıntılarla dolduruyordum. Hayatımın mutlu anları üzerinde durmaktan hoşlanıyor ve onları, bana hafif hüzün veren süslemelerle güzelleştiriyordum. Unuttuğum şeyleri, bana göre olmuş olmaları gerektiği gibi, belki de gerçekten oldukları gibi, fakat hatırladığımdan asla farklı olmayan bir şekilde söylüyordum. Bazen, gerçeklere kendilerine özgü olmayan bir çekicilik ekledim, ancak zaaflarımı örtmek veya kendimi erdemli göstermek için asla gerçeğin yerine yalanı koymadım.
(Syf 82-83)
Fakat kalbimin sesini dinleyerek, bazen başka bir kalbi memnun edebildiğim daha mutlu anlar da oldu ve bu zevki tadabildiğim her seferinde, bunu diğer hiçbir zevki bulmadığım kadar hoş bulduğumu itiraf etmek, namus borcumdur. Bu eğilim, güçlü, gerçek ve saftı ve ruhumun en gizli köşesinde, hiçbir şey onu asla yalanlamadı. Ne var ki beraberlerinde getirdikleri görevler yüzünden yaptığım iyilikleri bir yük gibi görmeye başladım. Böylelikle bu işin zevki kayboldu ve başlangıçta hoşlandığım özeni sürdürmek, bana, adeta dayanılmaz bir sıkıntı gibi gelmeye başladı. Kısa süren refah dönemlerimde, birçok insan benden yardım istedi ve onlara verebileceğim hizmetlerden hiçbiri, onlardan esirgenmedi. Fakat canı gönülden yaptığım bu ilk iyiliklerden, önceden tahmin edemediğim ve artık boyunduruğuna katlanamadığım bir yükümlülükler zinciri doğdu. İlk hizmetlerim, bundan yararlananların gözünde, ardından gelmesi gereken hizmetlerimin başlangıcından başka bir şey değildi ve herhangi bir zavallı bana kancayı takıp bir iyilik elde ettiğinde olay bitiyordu ve özgür irademle yapılan bu iyilik, daha sonra onun duyabileceği bütün ihtiyaçlar için sınırsız bir hak oluyor, onları yapamayacak halde olmam bile, bir özür olmaya yetmiyordu. İşte bu şekilde, en tatlı zevkler bile benim için sonradan külfetli yükümlülüklere dönüştü.
(Syf 107-108)
Fakat bu deneyimlerimden asla pişman değilim, çünkü üzerlerinde düşünerek kendimi tanımam konusunda ve daha önce haklarında yanlış kanıya kapıldığım davranışlarımın gerçek sebepleri konusunda bana ışık tuttular. Gördüm ki, bir iyiliği zevkle yapabilmem için, zorlanmadan, serbestçe hareket etmem gerekiyor ve iyi bir işten alacağım tadın yok olması için, onun benim gözümde bir görev olması yetiyor. O andan itibaren, mecburiyetin ağırlığı, en tatlı zevkleri bile bir yük haline getiriyor.
(Syf 108-109)
Özgür hareket ettiğim sürece iyi biriyim ve sadece iyilik yapıyorum; fakat koşulların veya insanların boyunduruğunu hissettiğimde asileşirim ya da daha doğrusu huysuzlaşırım ve artık hiçbir işe yaramam.
(Syf 119)
Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna asla inanmadım, özgürlük daha çok, yapmak istemediğini yapmamaktır.
(Syf 119)
Gerçek ihtiyacın kendisini hissettirdiği noktalar azdır. O noktaları çokmuş gibi gösteren alışkanlık ve hayal gücüdür; bu yüzdendir ki endişeye düşer, kendimizi mutsuz ederiz.
(Syf 153)
“O tarihten beri uzun ve derin düşüncelerden sonra benimsediğim ilkeleri, inancımın ve davranış biçimimin değişmez kuralı saydım; artık ne anlayamadığım aykırı düşüncelere ne de önceden aklıma gelmeyenlere aldırır oldum. Bu düşünceler beni ara sıra kaygılandırdı ama sarsamadı. Kendi kendime hep şunu yineledim: “Bütün bunlar fizikötesi dolambaçtan başka bir şey değildir ve aklımın kabul ettiği yüreğimin de onayladığı tutkular susturulduktan sonra içten gelen rızanın damgasını taşıyan ilkeler karşısında hiçtir! Demek ki talihe ve insanlara karşın beni mutlu kılmaya yeten inanca bağlanmak en doğrusudur.”