“Geleceğin nerede olduğunu biliriz. Gelecek önümüzdedir. Öyle değil mi? Önümüzde uzanır, büyük bir gelecek önümüzde uzanır; her diploma töreninde, her seçim yılında güvenle ona doğru ilerleriz. Ve geçmişin nerede olduğunu biliriz. Ardımızdadır; doğru değil mi? Bu yüzden onu görmek için geriye dönmemiz gerekir ve bu geleceğe doğru ilerlememize engel olur; onun için geriye dönüp bakmayı pek sevmeyiz.
Öyle görünüyor ki, And Dağları’nın Quechua dilini konuşan insanları tüm bunları daha farklı algılıyorlar. Farklı algılıyorlar; çünkü geçmiş bildiğindir, onu görebilirsin -önündedir, burnunun ucundadır. Bu bir eylemden ziyade algılama, ilerlemeden ziyade farkında olma tarzı. En az bizim kadar mantıklı olduklarından ötürü, geleceğin arkamızda, gerimizde, omzumuzun ardında uzandığını söylerler. Gelecek, geriye dönüp o bir anlık bakışı yakalamadıkça göremeyeceğiniz bir şeydir. Ve bunun için bazen geriye dönmemiş olmayı dilersiniz, çünkü ardınızdan size doğru sokulanı bir an için görmüşsünüzdür… Bu nedenle biz And Dağları’nın insanlarını ilerleme, kirlilik, pembe diziler ve uydulardan müteşekkil kendi dünyamıza çektikçe, onlar omuzlarının üstünden nereye gittiklerini görmek için bakarak, geriye gidiyorlar.
Bunun ustaca ve yerinde bir tavır olduğunu düşünüyorum. En azından bize “geleceğe doğru ilerleme” lakırdımızın bir metafor, gerçekten efsanevi bir fikir, hatta belki, hareketsiz, kabul eder, açık, sessiz, dingin olmaya dair maço korkumuza dayanan bir blöf olduğunu hatırlatıyor. Susmayan saatlerimiz zamanı yarattığımızı, onu denetlediğimizi düşünmemize neden oluyor. Saati çalıştırıyoruz ve zamanı yaratıyoruz. Ama aslında nükleer savaş başlıkları ile süpersonik jetler içerisinde onu karşılamak için ileri atılsak da, bir tepeye oturup lamaların otlamasını izlesek de, gelecek gelir, ya da oradadır. Alarmı kursanız da, kurmasanız da sabah olur. Gelecek sadece uzay değildir. Bilim kurgunun bir türünden, bütün Uzay Savaşları ve Yıldız Savaşları romanlarında ve filmlerinde ortaya çıkan emperyalist türünden ve bk’nin teknolojiyi yüksek teknolojiye indirgeyen biçimlerinden ayrıldığım nokta budur. Bu tür romanlarda, uzay ve gelecek eşanlamlıdır: bağlantı kuracağımız, işgal edeceğimiz, sömürge haline getireceğimiz ve banliyö kılacağımız yerlerdir.
Eğer uzayla “bağlantı kurabilirsek” orada muhtemelen böyle davranacağız. Uzayı “fethetme”miz mümkündür. Ama geleceği “fethetme”miz mümkün değildir; çünkü ona ulaşmak için bir yolumuz yok. Gelecek bizim, bedenen ve olağan bilinç durumlarında, dışlandığımız mekan zaman sürekliliğinin parçasıdır. Omzumuzun üzerinden bakarken yakaladığımız anlar dışında onu göremeyiz bile.
Göremediğimize baktığımız zaman gördüklerimiz, kafalarımızın içindekilerdir. Düşüncelerimiz ve düşlerimiz; iyi olanlar ve kötü olanlar. Ve bana öyle geliyor ki, bilim kurgu gerçekten işini yaptığında, ilgilendiği şey tam da budur. “Gelecek” değil. Düşlerimizi ve düşüncelerimizi gerçek dünyayla karıştırdığımızda, geleceği sahip olduğumuz bir yer gibi düşündüğümüzde başımız derttedir. O zaman hüsnü niyete ve kaçışa yenik düşeriz ve bilim kurgu megaloman bir hal alır ve kurgu olmanın ötesinde kehanet olduğunu düşünür ve Pentagon ve Beyaz Saray ona inanmaya başlar ve bizler Yıldız Savaşları Projesi aracılığıyla geleceği fetheden Hakiki Müminler oluruz.
Ben bir bilim kurgu yazarı olarak kendi adıma, Quechua’lar gibi, uzun süreler boyunca dingin kalmayı ve aslında önümde olana bakmayı tercih ediyorum: dünyaya, üstündeki dostlarıma ve yıldızlara.”
* * *
We know where the future is. It’s in front of us. Right? It lies before us –a great future lies before us– we stride forward confidently into it, every commencement, every election year. And we know where the past is. Behind us, right? So that we have to turn around to see it, and that interrupts our progress ever forward into the future, so we don’t really much like to do it.
It seems that the Quechua-speaking peoples of the Andes see all this rather differently. They figure that because the past is what you know, you can see it –it’s in front of you, under your nose. This is a mode of perception rather than action, of awareness rather than progress. Since they’re quite as logical as we are, they say that the future lies behind– behind your back, over your shoulder. The future is what you can’t see, unless you turn around and kind of snatch a glimpse. And then sometimes you wish you hadn’t, because you’ve glimpsed what’s sneaking up on you from behind…. So, as we drag the Andean peoples into our world of progress, pollution, soap operas, and satellites, they are coming backwards –looking over their shoulders to find out where they’re going.
I find this an intelligent and appropriate attitude. At least it reminds us that our talk about “going forward into the future” is a metaphor, a piece of mythic thinking taken literally, perhaps even a bluff, based on our macho fear of ever being inactive, receptive, open, quiet, still. Our unquiet clocks make us think that we make time, that we control it. We plug in the timer and make time happen. But in fact the future comes, or is there, whether we rush forward to meet it in supersonic jets with nuclear warheads, or sit on a peak and watch the llamas graze. Morning comes whether you set the alarm or not.
The future is not mere space. This is where I part company with a whole variety of science fiction, the imperialistic kind, as seen in all the Space Wars and Star Wars novels and films and the whole branch of sf that reduces technology to hi-tech. In such fictions, space and the future are synonymous: they are a place we are going to get to, invade, colonize, exploit, and suburbanize.
If we do “get to” space, it’s not unlikely that that’s how we’ll behave there. It is possible that we will “conquer” space. But it is not possible that we will “conquer” the future, because there is no way we can get there. The future is the part of the spacetime continuum from which –in the body and in ordinary states of consciousness– we are excluded. We can’t even see it. Except for little glimpses over the shoulder.
When we look at what we can’t see, what we do see is the stuff inside our heads. Our thoughts and our dreams, the good ones and the bad ones. And it seems to me that when science fiction is really doing its job that’s exactly what it’s dealing with. Not “the future.” It’s when we confuse our dreams and ideas with the non-dream world that we’re in trouble, when we think the future is a place we own. Then we succumb to wishful thinking and escapism, and our science fiction gets megalomania and thinks that instead of being fiction it’s prediction, and the Pentagon and the White House begin to believe it, and we get True Believers conquering the future by means of SDI.
As a science-fiction writer I personally prefer to stand still for long periods, like the Quechua, and look at what is, in fact, in front of me: the earth; my fellow beings on it; and the stars.
“Science Fiction and the Future,” Dancing at the Edge of the World: Thoughts on Words, Women, Places içinde. New York: Grove Press, 1989.
Çeviren: Özgür Gökmen *