Filipinler hükümeti, 1971 yılında sömürgeci, turist ve etnologların ulaşamayacakları bir bölgede yaşayan bir avuç Tasadaylı’nın ilkel yaşamlarına dönmesini sağlayan yasal düzenlemeyi yaptığı gün, etnoloji de paradoksal bir şekilde kendi ölüm fermanını imzalar gibi olmuştur. Sekiz yüz yılı aşan bir süreden bu yana diğer insanlarla kesinlikle herhangi bir ilişki kurmadan vahşi ormanın derinliklerinde yaşamış olan bu insanlar sonunda antropologların elinden kaçamayarak keşfedilmişlerdi. Ne var ki Tasadaylılar’ı keşfeden antropologlar bu insanların kendileriyle ilişki kurar kurmaz, kapatılmış oldukları mezarlardan açık havaya çıkartılır çıkartılmaz toz hâline gelen mumyalar örneği, yok olup gittiklerini görünce ormandaki yaşamlarına dönmelerini istemek zorunda kalacaklardı.
Öyleyse etnolojinin yaşayabilmesi için nesnesinin ölmesi gerekmektedir. “Keşfedilen” nesne ölerek, hem intikam almakta hem de kendini çözmeye çalışan bilime meydan okumaktadır.
Bütün bilimler de zaten kendi varlıklarını, kavradıklarını sandıkları nesnelerinin zaman içinde eriyip gitmesi gibi bir paradoks üzerine oturtmaya mahkum edilmemişler midir? Ölü nesne, gözünün yaşına hiç bakmadan bilimi ters yüz etmekte ve o ilk başlangıç noktasına geri göndermektedir. Tıpkı arkasına bakması yasaklanmış olan Orfeus’un dayanamayarak başını döndürmesi sonucunda sevgili karısı Eridikya’nın cehenneme geri gönderilmesi gibi.
Böyle bir paradoks içine düşmek istemeyen etnologlar ise Tasadaylılar’ı bir güvenlik çemberi içine alarak, aslında kendilerini kurtarmaya çalışmışlardır. Çünkü o andan itibaren Tasadaylılar’a dokunmak yasaklanmıştır. Keşfedilmiş bir maden yatağının işletmeye açılmadan kapatılması gibi insanlar da ormanlarına kapatılmışlardır. Burada nesne kazanmış, bilim kaybetmiştir. Bilimin elinden kaçırdığı nesne, bu kez “bekâretini” koruyabilmiştir. Burada bir fedakârlıktan (bilim asla fedakârlık yapmaz, o her zaman için öldürücü bir özelliğe sahiptir) çok kendi gerçeklik ilkesini korumaya çalışan bilimin yaptığı bir fedakârlık simülasyonundan söz edilebilir. Dondurularak buzluğa yerleştirilen Tasadaylılar etnoloji için kusursuz bir bahane, sonsuza dek kendisinden yararlanılabilecek bir tür güvencedir. Bu noktada Jaulin, Castaneda, Clastres gibi insanlarla ortaya çıkan uçsuz bucaksız bir anti-etnoloji olayıyla karşılaşılmaktadır. Çünkü normal bir gelişme sürecini yaşayan bir bilim giderek nesnesinden uzaklaşmak ve sonunda ondan vazgeçmek durumundadır. Bu durumda bilimsel özerklik fantastik bir şeye dönüşmekte ve o saf, anlamsız biçimine kavuşmaktadır.
Camdan, saydam bir sandukaya benzeyen vahşi orman adlı “ghettolarına” geri gönderilen yerliler, bu yüzden etnoloji disiplini öncesinde yaşayan yerlilere özgü bir simülasyon modeline dönüşmektedirler. Böylelikle kendi amaçlarını aşıp geçen etnoloji, tamamen kendisi tarafından yeniden yaratılmış/üretilmiş “yerlilere” ait “ham” gerçeklik içindeki yerini alabilecektir, yani Vahşiler, Vahşiliklerini bile etnolojiye borçlu olacaklardır! Ne büyük marifet! Kendini vahşileri yok etmeye adamış görünen bir bilim için ne büyük zafer!
Öte yandan bu dondurulan, sterilize edilerek öldüresiye denebilecek katı önlemlerle koruma altına alınan ve babası öldükten sonra doğan çocuğa benzeyen vahşilerin bir gönderen sistemleri simülakrına, biliminse saf bir simülasyona dönüşmüş olduğu söylenebilir. Benzer bir olayla Fransa’nın Creusot bölgesinde karşılaşılmıştır. Tarihin belli bir döneminde ortaya çıkarak bu döneme tanıklık eden işçi mahalleleri, faaliyet hâlindeki sanayi kuruluşları, erkeği, kadını ve çocuğuyla bütün bir kültür canlı canlı bir tür açık hava müzesine dönüştürülmüş gibidir. Bu insanların davranışları, konuşma biçimleri ve alışkanlıkları belgesel bir film çekiminde olduğu gibi canlı canlı fosilleştirilmiştir. Sınırlı bir alan üzerine inşa edilmesi gereken müze ortadan kalkmış ve her yer müzeye dönüştürülerek yaşamın bir parçası hâline getirilmiştir. Keza etnoloji de sınırlı bir nesnel bilim dalı olmak yerine nesnesini özgür bırakıp, canlı olan her şeyi kapsayarak simülakrlara özgü, her yerde hazır ve nazır, görünmez bir dördüncü boyuta dönüşmektedir. Artık hepimiz birer Tasadaylı, bir başka deyişle o ilk görünümlerine ancak etnolojinin tezgâhından geçtikten sonra kavuşan -evrensel bir etnolojik gerçekliğin varlığını nihâyet ifşa eden– yerlilere benziyoruz.
Hepimiz canlı canlı anlamını yitirmiş farklılıklar ve bu anlamını yitirmiş farklılıkların diriltilmesi adı altında etnoloji ya da yıldızı giderek parlayan bir etnolojinin saf biçimi olan anti-etnoloji tarafından çözümlenmiş bulunuyoruz. Öyleyse etnolojinin, Vahşilerin yaşadığı ya da adına Üçüncü Dünya denilen bir yerlerde aranması çok büyük bir saflıktır zira etnoloji her yerdedir. Metropollerde, Beyazların yaşadığı yerlerde, tepeden tırnağa incelenip çözümlendikten sonra gerçeğe benzetilerek yapay bir şekilde diriltilmiş bir simülasyon, hakikatin halüsinasyona dönüştürüldüğü, gerçeğe şantaj yapılan, önce öldürülen ve sonra da geri getirebilmek için isteri düzeyine ulaşan simgesel biçimin her türünü kapsayan bir geçmiş (tarihsel) araştırmasının yapıldığı bir dünyadadır. Vahşilerin eli mahkûm olduğu için bu cinayetin ilk kurbanları onlar oldular, ancak bu cinayet günümüzde tüm Batılı toplumları da içine alan bir boyuta ulaşmıştır.
Sonuç olarak etnoloji, bize verebileceği tek ve son derste kendine bir son verilmesini sağlayacak (oysa Vahşiler ondan çok önce bunun farkına varmışlardı) “ölümün intikamı” denilen sırrı ifşa etmektedir.
Bilimsel nesnenin kilit altına alınarak bir yerlere tıkılması deliler ve ölülerin bir yerlere tıkılmasıyla eşdeğer bir anlama sahiptir. Elden ele dolaşan bir delilik aynası (düşüncesi, açıklaması), bulaşıcı bir hastalık gibi tüm toplumu nasıl bir daha iyileştirilemeyecek hâle getirdiyse, keza bilim de kendisi için bir karşı ayna görevi yapan bu bulaşıcı bir hastalığı andıran nesneyi öldüren mikrobu kaparak, ölmekten başka bir seçeneğe sahip olmadığını kanıtlamaktadır. Görünüşe göre bilim nesnesine egemen gibidir. Oysa nesne öznenin farkına varamadığı bilinçsiz bir tersine çevirme sürecinden yararlanarak, kendisini anlamsız ve bir sonuca götürmeyen bir sorgulamaya tâbi tutan bilime arzuladığı anlamsız ve bir sonuca götürmeyen yanıtlar sunarak, gizliden gizliye onu ele geçirmektedir.
Toplum bu delilik aynasını kırdığında (tımarhâneler kapatılıp delilere konuşma özgürlüğü tanındığında vs.) ya da bilim sahip olduğu nesnellik aynasını kırar gibi yaparak (nesnesine teslim olan Castaneda vb.), “farklılıklara” boyun eğdiğinde değişen bir şey yoktur. Çünkü içeri kapatılma biçiminin yerini sayılamayacak kadar çok ve her yanımızı saran biçimlerden oluşan bir düzenleme almıştır. Sahip olduğu klasik kurumsal görünümü yıpranıp, yok olan etnolojinin; dünyaya (kurmaca) bir farklılık martavalıyla (kurmaca) bir Vahşilik martavalını yaymaya çalışan bir anti-etnoloji sayesinde hayatta kalmaya çalıştığı görülmektedir. Etnoloji bu işi, anti-etnolojinin de yardımıyla yeniden eski vahşilik düzeyine ulaştırdığı yani farklılık ve ölümün mahvetmiş olduğu bizim dünyamızı gizleme amacıyla yapmıştır.
Benzer nedenler yüzünden, orijinalini koruma bahanesiyle Lascaux mağarasının ziyareti yasaklanmış ancak beş metre öteye aynı mağaranın tıpatıp benzeri inşa edilerek ziyarete açılmıştır (ziyaretçiler önce gerçek mağaraya dikiz deliğinden bir göz attıktan sonra kopyasının tamamını ziyaret edebilmektedirler). Orijinal mağarayı insanların belleğinden silip atmanın bir yarar sağlayacağını sanmıyorum çünkü gerçeğiyle kopyası arasında hiçbir fark yoktur. Bir kopya her ikisini de yapaylaştırmaya yetmiştir. Keza geçtiğimiz günlerde bilim ve teknik, uzun zamandan beri bir müze köşesinde çürümeye terk edilmiş II. Ramses’in mumyasını tüm olanaklarını zorlayarak kurtarmaya çalışmaktadır. Her nedense Batı, simgesel düzenin dört bin yıldan beri gözlerden ve ışıktan korumayı başardığı bir eseri korumaktan aciz olduğu gibi bir telaşa kapılmıştır. Oysa Ramses bizim için bir anlam ifade etmemektedir. Paha biçilemeyen şeyse onun mumyasıdır çünkü mumya kültürel birikimin bir anlama sahip olduğunu gösteren kesin bir kanıttır. Geçmişi gün ışığına çıkarıp depolayamadığı takdirde şu bizim çizgisel ve bir birik(im)tirme anlayışı üzerine oturan kültürümüz çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. İşte bu yüzden Firavunları mezarlarından, mumyalarıysa içine kapatılmış oldukları o sessiz dünyadan çekip çıkarma gereksinimi duyulmuştur. İşte bu yüzden onları unutulmaktan kurtarmaya ve askerî alandaki başarı ve şereflerinin kutlandığı bir törene ihtiyaç duyulmuştur. Bu yapılırken de mumyalar bilime ve kurtçuklara yem edilmişlerdir. Oysa binlerce yıldan bu yana onların bozulmadan kalmasını sağlayan şey sırlarıydı. O eski düzende çürümeyi engelleme gücü, ölüme üstün gelmek demekti. Sahip olduğumuz bilimsel düzeyse mumyaları onarmanın ötesine geçememektedir. Bir başka deyişle görünmesi gereken bir düzeni onarmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Oysa mumyalama işlemi gizli bir boyutu ölümsüzleştirilmek istenen efsanevi bir çalışmaydı.
Geçmişimiz görüntüye dökülmeli ve süreklilik taşıyan bir görünürlüğe sahip olmalıdır. Başlangıç noktasını görebildiğimiz bir efsane günün birinde bizim de sonumuzun geleceğini anlamamıza ve rahatlamamıza neden olmaktadır. Çünkü biz asla sonumuzun geleceğine inanmadık. İşte bu yüzden Orly havaalanında Ramses’in mumyası için tarihî bir karşılama töreni düzenledik. Çünkü Ramses büyük bir asker ve despottu. Kuşkusuz öyleydi. Bu töreni düzenlememizin nedeni kendisiyle hiçbir ilişkisi olmayan kültürümüzün başka bir düzene ait ölü gücü kendine mâl edebilme isteğidir. En büyük arzusu budur çünkü onu kendi geçmişine ait bir şeymiş gibi mezarından çıkartmış ve yok etmiştir.
İsa’nın öğretisinden bihaber Amerikalı yerliler karşısında şaşkınlıktan küçük dillerini yutan Rönesans dönemi Hıristiyanları gibi, biz de Ramses’in mumyası karşısında adeta büyülendik. Kolonizasyonun başlangıç yıllarında İncil’in dayattığı evrensel yasalardan bir anlığına kurtulma olasılığı karşısında insanlar şaşkınlık ve hayretten ne yapacaklarını bilemeyecek hâle gelmişlerdi. Bu durumda iki seçenekten birini onaylamaları gerekiyordu: Ya İsa yasalarının evrensel yasalar olmadıklarını kabul etmek ya da bu yasaların her yerde geçerli olmadığını gösteren Kızılderilileri yok etmek. Genel olarak Kızılderililer Hıristiyanlaştırılmışlar ya da yalnızca keşfedilmişlerdir ki, her iki durumda da Kızılderililer açısından bunun anlamı yavaş bir ölümdür.
Ramses’i yok edebilmek için onu gün ışığına çıkartıp, bir müzeye yerleştirmek yeterli olmuştur. Mumyaları kemirip yok eden şey o küçük kurtçuklar değil, simgesel düzeni yer değiştirmeye zorlayan, hiçbir konuda yetkin olmayan ve kendinden önce var olmuş kültürleri çürümeye ve ölüme mahkûm etmekten başka bir şey bilmeyen, onları önce öldürüp sonra bilimsel yöntemler aracılığıyla diriltmeye çalışan bize özgü bir tarih, bilim ve müze anlayışıdır. Tüm bu sırlara karşı yapılan bir saldırı, sırdan yoksun bir uygarlığın saldırısıdır. Bu, üstüne oturduğu temellerden nefret eden bir uygarlıktır.
Nesnesini elinden kaçırırmış numarası yaparak o saf biçimini korumaya çalışan etnoloji gibi, müzelik olmaktan kurtarma girişimi de yapaylık halkasına bir halka daha eklemekten başka bir anlama sahip değildir. Büyük paralar harcanarak Cloyters of New York’tan alınarak, çalındığı yere gönderilecek olan Saint-Michel de Cuxa manastırının avlusunu çevreleyen üstü kapalı, kolonlu geçit bunun en güzel kanıtıdır. Herkes de bu geri dönme olayını alkışlamıştır [Bu olay Champs-Elysées caddesindeki kaldırımları araçlardan kurtarma amacıyla yapılan, yeniden ele geçirme denemesine benzemektedir]. Bu sütun başlıkları Amerika’ya herhangi bir nedene dayanarak gönderilmediği için Cloyters of New York tüm kültürleri (değerin kapitalist anlamda merkezîleştirme mantığına uygun bir şekilde) bir araya getiren yapay bir mozaiktir. Bu sütun başlıklarının geri gönderilmesiyse daha da yapay bir olaydır, başka bir deyişle
simülakrın bir tur attıktan sonra “gerçeklikle” üst üste çakışmasıdır.
New York’ta kimseyi kandırmayan sütun başlıkları, bu simülasyon ortamında kalsalardı daha iyi olurdu. Çünkü geri gönderme eylemi bir kurnazlıktan başka bir şey değildir. Sanki hiçbir şey olmamış gibi yapmak ve yapıtlar eski yerlerine ulaştığındaysa sevinç çığlıkları atmak!
Yine Amerikalılar, Kızılderili sayısını bu kıtanın keşfinden önceki Amerika’nın sahip olduğu düzeye getirdikleri için kendileriyle övünmektedirler. Her şeyin üzerine bir kalem çekilmiş olduğunu, her şeye yeniden başlandığını söylemektedirler. Hattâ daha da ileri giderek biz daha iyisini yaptık ve başlangıçtaki rakamın üstüne çıktık demektedirler. Bu da sözüm ona uygarlığın üstünlüğünü gösteren bir kanıt sayılırmış. Evet, uygarlık Kızılderili sayısını Kızılderililer’in kendi kendilerine üretebilecekleri Kızılderili sayısının çok üstüne çıkarmayı becermiştir. (Bu olayın kökeninde haince bir düşünce vardır. Çünkü aşırı üretim buradaki Kızılderililer’in başka bir yöntemle yok edilmesi anlamına gelmektedir. Zira Kızılderili kültürü de diğer kabile kültürleri gibi sınırlı sayıda insanın varlığını zorunlu kılmakta ve İshi’de olduğu gibi gereğinden çok insanın “gelişigüzel” bir şekilde dünyaya getirilmesine tepki gösterilmektedir. Sonuçta Kızılderili nüfusundaki artış simgesel bir cinayete dönüşmektedir.)
Görüldüğü gibi her yerde tuhaf denilebilecek bir şekilde orijinaline benzeyen bir evrende yaşıyoruz. Şeyler harıl harıl kendi ikizlerini üretmeye çalışıyorlar. Ancak geleneklerin iddia ettiği gibi bunun anlamı şeylerin ortadan kalkacağı türünden bir sonuç değildir çünkü şeyler artık ölümsüz kılınmışlardır. Tıpkı “funeral homes”un (cenaze işleriyle ilgilenen şirketler) ölüyü gömülmeden önce, makyajla, modelin yaşarkenki görünümünden daha doğal ve mütebessim hâle getirmeleri gibi.
s.22—28
Jean Baudrillard
Simülakrlar ve Simülasyon
Çeviren: Oğuz Adanır
Doğu Batı Yayınları