Bir kimsenin ne olduğunun, onun mutluluğuna, sahip olduğu ya da temsil ettiği şeyden daha çok katkıda bulunduğunu zaten genel olarak kabul etmiştik. Her zaman, bir kimsenin ne olduğu ve buna göre kendinde neye sahip olduğu önemlidir: Çünkü bireyselliği ona sürekli ve her yerde eşlik eder ve yaşadığı her şey rengini bireyselliğinden alır. Her şeyin içinde ve her şeyde öncelikle kendini tadar: Bu fiziksel hazlarda zaten böyledir; zihinsel hazlarda ise daha da geçerlidir. Bu yüzden, İngilizcedeki to enjoy one’s self!1 sözü çok isabetli bir anlatımdır; bu sözde, örneğin, “He enjoys himself at Paris” denilirken, “Paris’in keyfini sürüyor” denmez. “Paris’te kendi keyfine bakıyor” denilir: Ama bireysellik kötü bir nitelikteyse, tüm hazlar, safra bulaşmış bir damağın tattığı kaliteli şaraplar gibidirler. Bu yüzden, iyi günde de kötü günde de, ağır felaketler bir yana, insanın nasıl duyumsadığının, yani her bakımdan yatkınlığının türü ve derecesi karşısında yaşamında nelerle karşılaştığının ve başına neler geldiğinin pek önemi yoktur. Bir kimsenin kendi içinde ne olduğu ve kendinde neye sahip olduğu, kısacası onun kişiliği ve değeri, mutluluğunun ve esenliğinin biricik dolaysız nedenidir. Geri kalan her şey dolaylıdır; bu yüzden onların etkisi ortadan kaldırılabilir ama kişiliğin etkisi asla. Bundan dolayı, kişisel üstünlüklere yönelik kıskançlık, en özenli biçimde gizleneni olduğu gibi, en uzlaşmaz olanıdır da. Ayrıca, kalıcı ve dayanıklı olan sadece bilincin niteliğidir ve bireysellik sürekli kalıcı bir biçimde, az ya da çok, her an etki eder; buna karşılık, geri kalan her şey her zaman sadece ara sıra, fırsat buldukça, geçici olarak etki eder ve üstelik değişime ve dönüşüme uğrar; bu yüzden Aristoteles der ki: “Çünkü doğaya güvenilir, paraya değil” (Eudemos’a Etik, VII, 2). Üzerimize bütünüyle dışarıdan gelen bir mutsuzluğa, kendi neden olduğumuz bir mutsuzluktan daha soğukkanlı bir biçimde katlanmamızın nedeni budur: Çünkü yazgı değişebilir ama kendi niteliğimiz hiçbir zaman değişmez. Demek ki soylu bir karakter, yetenekli bir kafa, mutlu bir mizaç gibi, neşeli bir ruh ve gerekli nitelikleri taşıyan, bütünüyle sağlıklı bir beden gibi öznel mülkler, yani mens sana in corpore sano2 Juvenalius. Sat., X, 356) mutluluğumuz açısından en birinci, en önemli olanlardır; bu yüzden dışsal mülklere ve dışsal saygınlığa sahip olmaktan daha çok, bu içsel mülklerin geliştirilmesini ve korunmasını düşünmeliyiz.
Gelgelelim, bizi her şeyden daha çok dolaysızca mutlu eden, keyifli bir ruh halidir: Çünkü bu güzel özellik kendi kendini anında ödüllendirir. Bir kere neşeli olanın, her zaman neşeli olmak için bir nedeni vardır: Bu da, işte şimdi neşeli oluşudur. Diğer özelliklerinin yerini bu kadar iyi doldurabilen bir başka özellik yoktur; kendisinin yerine ise başka bir şey konulamaz. Biri genç, güzel, zengin ve saygın olsun; mutluluğu değerlendirilmek istendiğinde, keyfinin yerinde olup olmadığı sorulacaktır: Buna karşılık, keyfi yerindeyse, genç ya da yaşlı oluşu, dik ya da kambur duruşu, yoksul ya da zengin oluşu fark etmez; mutludur o kişi. İlk gençlik yıllarımda okuduğum eski bir kitapta, “Çok gülen mutludur, çok ağlayan mutsuzdur” yazıyordu – oldukça tek yanlı bir görüş, ama her ne kadar basmakalıp sözün dik alası olsa da, basit doğruluğu yüzünden hiç unutamadım. Bu yüzden, neşeli ruh hali ne zaman gelirse gelsin, -ki asla yanlış gelmez- içeri girmesine izin vermeden önce, hoşnut olmak için her bakımdan bir nedenimizin bulunup bulunmadığını öğrenmek istediğimiz için ve önemli sorunlarımızda rahatsız edilmekten korktuğumuz için ciddi ciddi düşünmektense -ki bunlarla neyi düzelteceğimiz de çok belirsizdir- ona tüm kapılan açmak gerekir: Neşelilik doğrudan doğruya bir kazançtır. Yalnızca o, mutluluğun nakit parasıdır ve tüm ötekiler gibi sadece bir banka senedi değildir; çünkü yalnızca o, doğrudan doğruya şimdiki zamanda mutlu eder; bundan dolayı öz için en yüce mülktür, gerçekliği iki sonsuz zaman arasında bölünemez bir şimdiki zaman biçimindedir. Buna göre bu mülkün edinilmesini ve geliştirilmesini başka her çabanın önüne koymalıyız. Elbette, neşeli olmaya, zenginlik kadar az ve sağlıklı olmak kadar çok katkıda bulunan bir şeyin olmadığı bilinir: Aşağı, çalışan, özellikle de toprağı işleyen sınıflarda, keyifli ve hoşnut yüzler görülür; zenginlerde ve seçkinlerde ise suratlar asıktır. Buna göre, en üst derecede kusursuz sağlığı korumaya çaba göstermeliyiz ki bunun bir ürünü olarak, neşelilik çiçeği açsın. Bunun aracı da, bilindiği gibi, her türlü aşırılıktan ve sefahatten, her türlü şiddetli ve hoş olmayan duygu devinimlerinden ve büyük ya da kalıcı zihinsel zorlanmalardan kaçınmak, günde en az iki saat açık havada hızlı devinimde bulunmak, sık sık soğuk banyo yapmak ve benzeri sağlık kurallarıdır. Her gün, gereken devinimde bulunulmazsa, sağlıklı kalınamaz: Tüm yaşam süreçlerinin, uygun bir biçimde gerçekleşebilmeleri için, hem bütünün, hem de parçaların devinmeleri gerekir. Bu yüzden Aristoteles haklı olarak, “Yaşam devinimde vardır” der. Yaşam devinimde vardır ve özü devinimdir. Organizmanın en içlerinde, durmak bilmez, hızlı bir devinim vardır: Kalp karmaşık ikili kasılma ve açılmalarıyla şiddetle ve yorulmaksızın çarpar, 28 atışıyla tüm kan kütlesini büyük ve küçük dolaşımda dolaştırır; akciğer hiç durmaksızın bir buhar pistonu gibi çalışır; bağırsaklar sürekli solucan gibi devinirler; tüm bezler sürekli emer ve salgı üretir; beyin bile her kalp atışında ve her soluk alınışında ikili bir devinim içindedir. Eğer burada, sayısız insanın tamamen oturmaya dayalı yaşam biçiminde olduğu gibi dışsal devinim hemen hemen hiç yoksa, dış dinginlikle iç curcuna arasında apaçık ve zararlı bir dengesizlik ortaya çıkar. Çünkü sürekli iç devinimin, dış devinimle desteklenmesi gerekir: Ama bu orantısızlık, herhangi bir duygulanım sonucunda içimiz kıpır kıpır kaynadığı halde, dışarıya bunu sezdiremeyişimize benzeyecektir. Ağaçlar bile büyümek için bir rüzgarın yardımıyla devinmeye gereksinirler. Burada, en kısa bir biçimde Latince olarak dile getirilebilen bir kural geçerlidir: Omnis motus, quo celerior, eo magis motus.3 Aynı dışsal koşulların ya da olayların sağlıklı ve zinde günlerimizde üzerimizde bıraktıkları etkinin, hastalığın bizi huysuz ve ürkek kıldığı günlerdeki etkileriyle karşılaştırılması, mutluluğumuzun, keyifli bir ruh haline ve bu ruh halinin de sağlık durumuna ne denli bağlı olduğunu gösteriyor.
Olayların nesnel olarak ve gerçekte ne oldukları değil, bizim için, bizim kavrayışımız açısından ne olduklarıdır bizi mutlu ya da mutsuz kılan: Epiktetos da bunu söyler: “İnsanları huzursuz eden olaylar değil, olaylar hakkındaki görüşlerdir.” Ama genel olarak mutluluğumuzun onda dokuzu, yalnızca sağlığa dayanır: Sağlık her şeyi bir haz kaynağına dönüştürür; buna karşılık, sağlık olmadan, hangi türden olursa olsun hiçbir dışsal mülkten haz alınamaz ve öznel mülkler, zihnin, duygu durumunun, mizacın özellikleri bile hastalıkla azalırlar ve iyice körelirler. Buna göre, her şeyden önce insanların birbirlerine karşılıklı olarak sağlık durumlarını sormaları ve birbirlerine esenlik dilemeleri nedensiz değildir: Çünkü gerçekten de bu, insan mutluluğunun geniş anlamda en önemli unsurudur. Ancak, buradan ister para kazanmak, yükselmek için, isterse çok bilgili olmak için, ün şan için, hele ki şehvet ve geçici zevkler için olsun, her ne için olursa olsun sağlığını feda etmenin, budalalıkların en büyüğü olduğu sonucu çıkar: Aslında her şeyi, sağlığın yanında ikinci plana itmelidir. Ama mutluluğumuz açısından böyle önem taşıyan keyifliliğimize sağlığın katkısı ne denli çok olursa olsun, yine de mutluluk tek başına sağlığa bağlı değildir: Çünkü tam bir sağlıklılık durumunda bile, melankolik bir mizaç ve başat bir kederli ruh hali var olabilir. Bunun en gizli nedeni, hiç kuşkusuz, organizmanın başlangıçsal ve bu yüzden değiştirilemez niteliğinde, çoğu durumda tedirgin olma duyarlılığı ile yeniden üretme gücü arasındaki az ya da çok ilişkide yatar. Duyarlılığın anormal bir biçimde ağır basması, ruh halinin eşitsizliğine, periyodik olarak, bir aşırı neşeliliğe, bir melankolinin ağır basmasına yol açar. Dehanın koşulu da sinirsel gücün, yani duyarlılığın aşırılığı olduğu içindir ki, Aristoteles tüm seçkin ve üstün insanların melankolik olduklarına çok doğru bir biçimde dikkat çekmiştir: “Felsefede, politikada, edebiyatta, ya da sanatlarda olağanüstü olan tüm insanlar, melankoliktirler” (Probl, 30, I). Hiç kuşkusuz Cicero’nun sık sık alıntılanan, “Aristoteles, tüm dahi insanların melankolik olduklarını söylüyor” (Tusc., I, 33) sözünde göz önünde bulundurduğu, bu cümledir. Burada dikkate alınan, doğuştan gelen, büyük temel ruh hali farklılığını Shakespeare çok hoş bir biçimde betimlemiştir:
Doğa, kendi zamanında, tuhaf adamlar yarattı:
Kimileri sürekli gözlerinin önüne bakan
Ve gayda çalan birine papağanlar gibi gülen;
Ve kimileri ekşi suratlı,
Gülümseyip de göstermezler ki dişlerini,
Şakanın gülmeye değer olduğuna
Yemin bile etse bilge kişi.Venedik Taciri, sahne 1
Platon’un dyskolos4 ve eukolos5 deyimleriyle tanımladığı, tam da bu farktır. Bu fark, değişik insanlardaki, hoş olan ve olmayan izlenimleri algılamaya hazır olmadaki farklılıklara dayandırılabilir: Bu yüzden, bir insanı adeta ümitsizliğe düşüren bir durum karşısında başka birisi sadece gülebilir; üstelik hoş olmayan şeyleri algılamaya ne denli hazırsa, hoş izlenimlere de o denli az hazır olabilir ve tersi. Bir olayın eşit olasılıkla mutlu ya da mutsuz bir biçimde sonuçlanması durumunda, dyskolos, mutsuz sonuç karşısında öfkelencek ya da üzülecek, ama mutlu sonuca sevinmeyecektir; buna karşılık eukolos, mutlu sonuç karşısında sevinecektir. Dyskolos’un tasarladığı on şeyden dokuzu gerçekleşirse, bu gerçekleşenlere sevinmez de, gerçekleşemeyen bir tanesine üzülür; bunun tersi olarak, eukolos gerçekleşmiş tek bir tasarısıyla avunmasını ve neşelenmesini bilir – ama her kötülüğün bir telafisi olduğu gibi, burada da dyskolos’lar yani en karanlık ve kaygılı karakterler; bir bütün olarak, neşeli ve tasasızlardan daha çok sayıda hayali ama daha az sayıda da gerçek kazayı ve acıyı yaşamak zorunda kalacaklardır; çünkü her şeye kara gözlüklerle bakan, sürekli en kötü olasılıktan korkan ve önlemlerini buna göre alan biri, her şeye pembe gözlüklerle ve iyimser bir gözle bakan biri gibi sık sık yanlış hesap yapmış olmayacaktı Ancak, sinir sisteminin ya da sindirim aygıtlarının hastalıklı bir heyecanı, doğuştan dyskolos’un ekmeğine yağ sürerse; o zaman bu kişi, sürekli hoşnutsuzluğun doğurduğu, yaşamdan bıkkınlığa ve bunun sonucunda da intihar eğiliminin ortaya çıktığı üst dereceye ulaşabilir. Böylece en küçük bir zorluğu bile bahane edebilir; rahatsızlığın en üst derecesinde, bahaneye gerek bile kalmaz, sadece kalıcı hoşnutsuzluğun sonucunda intihara karar verilir ve soğukkanlı düşünülerek, kesin kararlılıkla yerine getirilir; öyle ki, genellikle zaten denetim altına alınmış bulunan hasta, şimdi kendisine doğal görünen ve sevinçle kabul edeceği rahatlatıcı çareye, hiç tereddüt etmeden, iç çatışma yaşamadan ve vazgeçmeden başvurmak için fırsat kollar, ve gözlerden ırak kaldığı ilk anda, bu aracı kullanır. Esquirol bu durumun, bu akıl hastalığının ayrıntılı betimlemelerini verir. Ama yine de, koşullara göre, en sağlıklı ve hatta en neşeli insan bile, acıların ya da kaçınılmaz bir biçimde yaklaşan felaketin büyüklüğü ölüm korkusunu yendiğinde, intihar etmeye karar verebilir. Fark yalnızca intihar için yeterli nedenin değişik büyüklükte, somurtkan ruh halindeki bir kişinin nedeniyle ters orantı içinde oluşundadır. Somurtkan ruh hali ne denli büyük olursa, yeterli neden de o denli küçük olabilir ve sonunda sıfıra yaklaşabilir; buna karşılık, neşeli ruh hali ve onu destekleyen sağlıklı olma durumu ne denli büyükse, intihar nedeni de o denli daha büyük olmalıdır. Sonra intiharın iki aşırı ucu arasında, yani salt doğuştan gelen somurtkan ruh halinin hastalıklı bir biçimde artması sonucu intiharla, sağlıklı ve neşeli ruh halinin salt nesnel nedenlerle intiharı arasında sayısız olay basamağı vardır.
Sağlık kısmen güzellikle akrabadır. Her ne kadar bu öznel üstünlüğün aslında mutluluğumuza doğrudan doğruya değil, sadece dolaylı, başkalarını etkileme yoluyla bir katkısı olsa da güzellik yine de büyük önem taşır; erkekte de. Güzellik kalpleri bizim için önceden kazanan bir tavsiye mektubudur; bu konuda Homeros’un dizeleri özellikle uygundur:
Hor görmemek gerekir, tanrıların harika armağanlarını.
Sadece onların bağışladıklarını, kimsenin her istediği zaman elde edemediğini.
En genel bir bakış, insan mutluluğunun iki düşmanını, acıyı ve can sıkıntısını gösterir. Ayrıca, birinden uzaklaştıkça diğerine yaklaştığımızı ve bunun tersinin de geçerli olduğunu; böylece, yaşamımızın bu ikisi arasında gerçekten daha güçlü ya da daha zayıf bir salınım oluşturduğunu anımsatmakta yarar var. Bunun nedeni, her ikisinin de birbirleriyle bir yandan dışsal ya da nesnel, bir yandan da içsel ya da öznel olmak üzere çifte bir karşıtlık oluşturmasıdır. Dışsal açıdan, yoksulluk ve yoksunluk acı verir; buna karşılık güvenlik ve bolluk, can sıkıntısı doğurur. Buna uygun olarak, düşük halk sınıfının yoksulluğa, yani acıya karşı sürekli bir savaşım içinde olduğunu görürüz; buna karşılık zenginler ve seçkinler dünyası, can sıkıntısına karşı sürekli, çoğun gerçekten umutsuz bir savaşım içindedir. Bunların içsel ya da öznel karşıtlıkları ise, tek tek insanlarda, birine karşı duyarlılığın, diğerine karşı duyarlılıkla ters orantı içinde oluşuna, bunun da insanın zihinsel gücünün ölçüsüyle belirlenmesine dayanır. Yani zihnin donukluğu istisnasız bir biçimde duyarlılığın donukluğuyla ve aşırı duyarlılık eksikliğiyle birlik içindedir; bu nitelik, insanı her türde ve büyüklükteki acı ve keder karşısında daha az duyarlı kılar. Öte yandan, sayısız çehreye damgasını vuran, kendini her şeye, dış dünyadaki en küçük bir olaya bile sürekli tetikte duran bir dikkatlilikte belli eden içsel boşluk tam da bu zihinsel donukluktan kaynaklanır, ki bu da can sıkıntısının gerçek kaynağıdır ve duyguyu ve zihni herhangi bir biçimde devinime sokabilmek için, sürekli dışsal uyarıya gerek duyar. Seçtiği dışsal uyarılar açısından da iğrenç değil midir? Kurdukları arkadaşlıkların ve konuşmaların türü gibi, kapıda durup bekleyenler ya da pencereden bakanlar da, insanların başvurdukları zaman öldürme yöntemlerinin zavallılığını kanıtlar. Esas olarak, sohbet etme, oyalanma, eğlenme ve çoğu kimseyi savurganlığa ve sonunda sefalete götüren her türden lüks tutkusu da bu içsel boşluktan kaynaklanır. Hiçbir şey, bu sefaletten korunmak açısından zihnin iç zenginliğinden daha güvenli değildir: Çünkü bu zenginlik olağanüstülüğe ne denli yakınlaşırsa, can sıkıntısına o denli daha az yer kalır. Ama düşüncelerin yorulmak bilmez bir kıpırtı içinde oluşu, bu kıpırtının iç ve dış dünyanın çok çeşitli olaylarında sürekli yenilenen oyunu, aynı şeyin sürekli başka kombinasyonlarını yaratma gücü ve dürtüsü, gevşeme anları hesaba katılmazsa, olağanüstü kafayı can sıkıntısı alanından bütünüyle uzak tutarlar. Öte yandan artırılmış zekânın kökeninde dolaysız koşullara karşı yükselmiş bir duyarlılık ve daha şiddetli bir istenç, yani tutkululuk vardır: Bunların birleşmesiyle, tüm heyecanların çok daha büyük bir gücü uyanır ve zihinsel ve bedensel acılara karşı daha da artmış bir duyarlılık, hatta tüm engellerde ya da sadece rahatsızlıklarda bile daha büyük bir sabırsızlık doğar; tüm bunların yükselmesi, nahoş olanlar da dahil olmak üzere tüm tasarımların, düşlemin gücünden kaynaklanan canlılığına katkıda bulunur. Sözü edilen durum, en mankafa biriyle, en büyük dâhi arasındaki geniş alanda yer alan ara basamaklarda, çeşitli ölçülerde geçerlidir. Bu yüzden, herkes, nesnel olduğu gibi öznel olarak da, insan yaşamına acı veren kaynakların birisinden uzaklaştığı ölçüde bir diğerine yakınlaşır. Buna uygun olarak, kişinin doğal yatkınlığı, bu bakımdan nesnel olanı öznel olana olabildiğince uygun hale getirerek, yani daha büyük bir duyarlılık gösterdiği acı kaynağına karşı daha büyük bir önlem alarak onu yönlendirecektir. İç dünyası zengin bir insan, her şeyden önce acı çekmemeye, kendini ihmal etmemeye, dinginliğe ve kendi başına kalmaya yönelecektir, yani sakin, alçakgönüllü ama olabildiğince engellenmemiş bir yaşam arayacaktır ve buna göre, sözümona insanlarla kimi tanışıklıklardan sonra, kendi köşesine çekilmişliği ve hatta, büyük bir kafaysa eğer, yalnızlığı seçecektir. Çünkü bir kimse kendinde ne çok şeye sahipse, dışarıdan o denli az şeye gereksinir ve ötekiler de o denli az onun olabilirler. Bu yüzden, zihnin kendinde olağanüstülüğü, toplumdan uzak durmasına yol açar. Toplumun niceliğinin yerini nitelik alırsa, o zaman büyük dünyanın içinde yaşamak için çaba göstermeye bile değer: Ama ne yazık ki yüz delinin arasından henüz bir akıllı bile çıkmıyor. Buna karşılık öteki aşırı uçtaki kimse, sıkıntıya düşer düşmez hemen ne pahasına olursa olsun oyalanmayı ve topluma karışmayı isteyecektir ve her şeyle kolaylıkla yetinecek, kendi kendisinden kaçtığı gibi kaçmayacaktır onlardan. Çünkü, herkesin kendine döndüğü yalnızlıkta, bir kimsenin kendinde neye sahip olduğu ortaya çıkar: İşte aptal adam, kendi zavallı bireyselliğinin sırtından atamayacağı yükü altında inim inim inliyor; öte yanda yüksek yetenekli kişi, en ıssız ortamı bile kendi düşünceleriyle şenliklendiriyor ve canlandırıyor. Bu yüzden Seneca’nın söylediği çok doğrudur: Omnis stultitia laborat fastidio sui (Ep. 9).6 Jesus Sirach’ın sözü de buna benzer: “Delinin yaşamı, ölümden beterdir.” Buna göre bütün olarak, herkesin, zihinsel yoksulluğu ve genel olarak bayağılığı ölçüsünde arkadaş canlısı olduğu anlaşılacaktır. Ne de olsa, insanın bu dünyada yalnızlık ya da bayağılıktan birisini seçmekten başka şansı yoktur. İnsanların içinde en arkadaş canlıları, entelektüel açıdan da kesinlikle geride olan zenciler olmalıdır. Fransız gazetelerinde, Kuzey Amerika’dan gelen haberlere göre (le Commerce, Ekim 19, 1837), siyahlar, özgürler ve köleler karışık olmak üzere, kendi kara küçük burunlu suratlarını sık sık görmeye tahammül edemedikleri için, en dar mekânlara büyük kalabalıklar halinde sıkışıyorlar.
Buna göre, beyin tüm organizmanın asalağı ya da emekli memuru gibi göründüğünden, her bir kişinin elde ettiği, ona kendi bilincini ve bireyselliğini özgürce tattıran boş zaman, tüm varoluşunun, uğrunda çalışmaya ve çaba göstermeye değer meyvesi ve ürünüdür. Peki boş zaman çoğu insana ne getirir? Onu dolduracak duygusal hazlar ya da budalalıklar bulunmadığı sürece, can sıkıntısı ve atalet. Boş zamanın nasıl bütünüyle değersiz olduğunu, onların bu zamanı nasıl geçirdikleri gösteriyor: Boş zaman, tam da Ariosto’nun7 dediği gibi, cahillerin can sıkıntısıdır. Sıradan insanlar sadece zamanı geçirmeyi düşünürler; herhangi bir yeteneği olan kimse ise ondan yararlanmayı düşünür. Sınırlı kafaların, can sıkıntısına çok maruz kalıyor olmalarını nedeni, onların zihninin, istençlerinin konularının ortamı olmaktan daha fazla bir şey olmamasıdır. İmdi, eğer ortada ele alacak bir konu yoksa, istenç dinlenir ve zihin bayram eder; biri de öteki gibi kendi kendine etkinlikte bulunamadığı için, bunun sonucunda insanın tüm kuvvetleri müthiş bir durgunluk içine -can sıkıntısına düşerler. Bunun üstesinden gelebilmek için, istencin önüne, onu uyandırmak ve böylelikle bu konuyu kavrayacak zihnin de etkinliğe geçmesini sağlamak için, küçük, salt geçici ve gelişigüzel kabul edilmiş konular sürülür. Bu konular gerçek ve doğal konular yanında, gümüş paranın yanındaki kâğıt para gibidirler; çünkü geçerlilikleri sadece keyfi olarak kabul edilmiştir: Bu tür konular, sözü edilen amaca yönelik olarak uydurulmuş, iskambil vb. oyunlardır. Bu oyunlar olmazsa, sınırlı insan çareyi eline ne geçirdiyse şıkırdatmakta ve tıngırdatmakta bulur. Sigara da seve seve düşüncelerin yerine koyacağı bir şeydir. Bu yüzden tüm ülkelerde, tüm toplumun baş uğraşısı iskambil oyunu olmuştur: Bu oyun topluluğun değerinin ölçütüdür ve tüm düşüncelerin iflasıdır. İnsanların birbirleriyle alışverişte bulunacakları düşünceleri olmadığı için, iskambil kâğıdı alıp verirler ve birbirlerinin parasını almaya çalışırlar. Ah, acınası insanoğlu! Bu arada, haksızlık etmemek için, iskambil oyununu mazur göstermek amacıyla öne sürülebilecek olan, bu oyunun dünya ve iş yaşamına bir alıştırma olduğu, böylece rastlantı sonucu, değiştirilemez bir biçimde doğan koşullardan (kâğıtlar) akıllıca yararlanmanın, bu koşulda ne gerekiyorsa onu yapmanın öğrenildiği, sonra aynı amaçla, kötü geçen oyunda keyifli bir yüz ifadesi takınarak, kendine hâkim olmaya alışıldığı biçimindeki düşünceyi küçümsemek istemiyorum. Ama öte yandan, tam da bu yüzden, iskambil oyununun ahlak bozucu bir etkisi vardır. Bilindiği gibi bu oyunun püf noktası, her adımda, her yolla ve her kurnazlıkla, ötekinin elindekini kazanmaktır. Ama oyundaki böyle davranma alışkanlığı kök salar, pratik yaşama da uzanır ve insan yavaş yavaş ikili ilişkilerde de böyle davranmaya başlar ve yasal olarak izni olduğu anda, eline geçen her avantajı kullanma hakkı olduğunu düşünür. Burjuva yaşamında bunun örneklerine her gün rastlanmaktadır. Demek ki, söylenildiği gibi boş zaman, her bir kişinin varoluşunun çiçeği ya da meyvesi olduğundan, kişinin kendi varlığına sahip olmasını yalnızca boş zaman sağladığından, boş zamanda kendi içlerinde doğru bir şeyler bulanlara mutlu gözüyle bakmak gerekir; öte yandan boş zaman çoğunluğa, kendisiyle bir işe başlanamayacak, müthiş bir biçimde canı sıkılan, kendi kendine yük olan bir adamdan başka bir şey vermez. Bu yüzden seviniriz ki, “Ey kardeşler, cariyenin değil, fakat hür kadının çocuklarıyız” (Galatyalılara Mektup, 4, 31).
Ayrıca, nasıl ki en mutlu ülke az ya da çok ithalat yapması gerekmeyen ülke ise, iç zenginliği kendine yeten ve eğlenmek için dışarıdan az ya da çok bir şeye gereksinmeyen insan da en mutlu insandır; dışarıdan alınan pahalıya mal olur, bağımlılık yapar ve tehlike getirir, bıkkınlığa neden olur ve sonunda da, yerli toprağın ürünlerinin kötü bir ikamesidir. Ötekilerden, dışarıdan, hiçbir bakımdan çok şey beklenilmemelidir. Bir kimsenin, başkaları için ne olabileceğinin, çok dar sınırları vardır: Sonunda herkes yine de yalnız başına kalır ve dahası, kimin yalnız olduğu da ayrıca tartışmalıdır; burada da, Goethe’nin genel olarak söylediği gibi (Dicht. und Wahr., cilt 3, s. 474), her olayda, herkesin sonunda kendi sınırlarına çekileceği doğrudur; tıpkı Oliver Goldsmith’in söylediği gibi:
Her yerde sadece kendimize emanet olduğumuzdan
Mutluluğumuzu da kendimiz yapar ya da buluruz.The Traveller, v. 431
Bu yüzden herkes kendisi en iyi olmalı ve en çoğunu kendisi yapmalıdır. Bu durum ne denli çok söz konusu olursa, kendi hazlarının kaynağını o denli çok kendi içinde bulacak, o denli mutlu olacaktır. Aristoteles, büyük bir haklılıkla, “Mutluluk kendi kendine yetenlerindir” (Eudemos’a Etik, VII, 2) diyor. Çünkü mutluluğun ve hazzın tüm dış kaynakları, doğaları gereği son derece güvenilmez, nahoş ve geçicidirler ve rastlantıya bağlıdırlar, bu yüzden, en elverişli koşullarda bile kolayca kuruyabilirler; sürekli el altında bulunamadıkları sürece bu kaçınılmazdır. Yaşlılıkta, hepsi zorunlu olarak kururlar: Çünkü yaşlılıkta şaka, yolculuk zevki, at sevgisi ve toplum için yararlılık bizi terk eder; hatta dostlarımızı ve akrabalarımızı da ölüm bizden ayırır. İşte o zaman, insanın kendinde neye sahip olduğu, her zamankinden çok daha fazla önem kazanır. Çünkü, en uzun süre dayanan bu olacaktır. Ama yaşamın her çağında da, insanın kendinde sahip olduğu şey, mutluluğun sahici ve biricik kalıcı kaynağıdır ve öyle de kalır. Dünyanın hiçbir yerinde alınacak çok şey yoktur: Acı ve yoksunluk dünyayı doldururlar ve onlar geçip gittiğinde de dört bir yanda can sıkıntısı beklemektedir. Üstelik esas olarak, kötülüktür dünyada egemen olan ve budalalık da büyük söz sahibidir. Yazgı acımasızdır ve insanlar zavallıdır. Bu yapıdaki bir dünyada, kendinde çok şeye sahip olan birisi, aralık ayının karlı buzlu bir gecesindeki aydınlık, sıcak, neşeli bir Noel sofrasına benzer. Buna göre, seçkin, zengin bir bireyselliğe sahip olmak ve özellikle zihinselliği yüksek olmak, hiç kuşkusuz ki dünyadaki en büyük yazgıdır; bu yazgı en parlak yazgılardan çok değişik olsa bile, durum aynıdır. Bu yüzden, İsveç’in henüz on dokuz yaşındaki kraliçesi Christine’in, hakkında sadece bir makale ve sözlü anlatımlar aracılığıyla bilgi sahibi olduğu, o sıralar, yirmi yıldan beri büyük bir yalnızlık içinde Hollanda’da yaşayan Descartes hakkında söylediği söz çok bilgeceydi:
“Bay Descartes, tüm insanların içinde en mutlusu, ve içinde bulunduğu durum bence kıskanmaya değer görünüyor” (Vie de Des- cartes par Baillet, cilt VIII, bölüm 10).
Ancak, Descartes’in durumunda da olduğu gibi, dış koşullar, insanın kendi kendisine de sahip olabilmesini ve kendi kendisiyle mutlu olabilmesini elverişli kılmalıdırlar; bu yüzden Koheleth der ki (7, 12): “Bilgelik, bir mirasla birlikte iyidir, ve insanın güneşin altında sevinç duymasına yardımcı olur.” Doğanın ve yazgının inayetiyle, bu yazgı her kimin payına düşmüşse, o kişi mutluluğun iç kaynağının sürekli elinin altında olmasına dikkat edecektir; bunun koşulları da bağımsızlık ve boş zamandır. Bu kişi bu koşulları ılımlılık ve tutumlulukla elde etmeyi tercih edecektir; ötekiler gibi, hazların dış kaynaklarına bağlı olmadığından, bunları daha çok elde edecektir. Bu yüzden, dünyanın makamı, parası, lütufları ve alkışı onu, insanların alçak niyetlerine ya da kötü beğenilerine boyun eğmek üzere, kendi kendisinden vazgeçmesi için kandıramayacaktır. Bu kişi, gerekirse, Horatius’un Maecenas’a Mektup’unda (Lib., I, ep. 7) yaptığı gibi yapacaktır. Dışarıdan bir şeyler kazanabilmek için içeriden bir şeyler yitirmek, yani şan şöhret, mevki, şatafat, ün, san kazanmak için huzurunu, boş zamanını ve bağımsızlığını bütünüyle ya da önemli ölçüde feda etmek büyük bir budalalıktır. Ama Goethe bunu yaptı. Benim deham ise, beni kararlılık içinde öteki yana çekti.
Burada irdelenen, insanın mutluluğunun asıl kaynağının kendi içinden fışkırdığı gerçeği, Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’inde (I, 7 ve VII, 13, 14) her türlü hazzın, herhangi bir etkinliği, yani herhangi bir kuvvetin uygulanmasını gerektirdiği ve böyle bir kuvvet olmadan var olmayacağına ilişkin çok doğru anımsatmasıyla da kanıtlanmaktadır. Stobaeos da bir insanın mutluluğunun, belli başlı yeteneklerini hiçbir engelle karşılaşmadan uygulamasında yattığına ilişkin bu Aristotelesçi öğretiyi, peripatetik etiği serimlemesinde yeniden veriyor: (Ecl. Eth., II, bölüm 7, s. 268-278): “Mutluluk, arzu edilen sonuca ulaşan, erdemli etkinliktir.” Stobaeos, genel olarak, daha kısa anlatımlarla, erdemin virtüözlük olduğu açıklamasıyla da aynı şeyi söyler.8 İmdi, doğanın insanı donattığı kuvvetlerin, başlangıçtaki amacı, onu dört bir yandan tehdit eden açlığa karşı savaşmaktır. Ama bu savaş bir kez kazanıldığında, insanın kullanılmayan kuvvetleri ona yük olurlar; bu yüzden şimdi onlarla oynaması, yani onları amaçsızca kullanması gerekir: Yoksa, insanın acı çekmesinin öteki kaynağının, can sıkıntısının eline düşer. Bu yüzden, can sıkıntısından özellikle büyükler ve zenginler acı çekmişlerdir; Lucretius bu kişilerin sıkıntısını öyle bir betimlemiştir ki, tanımlanan kişileri zamanımızda bile her büyük şehirde, her gün her fırsatta bulabiliyoruz:
Bakıyorsun, zenginin biri bunalmış
Konağında oturmaktan, çıkmış; gelgelelim
Hemen dönüyor geri, dışarıda da sıkılıyor çünkü.
Yazlığa gitmeye kalkıyor bu kez.Atları öylesine kırbaçlıyor ki:
Ama daha adımını atar atmaz eşikten,
Başlıyor esnemeye, uykuya sığınarak,
Unutmayı deniyor ya da kente dönüyor geri.III, 10739
Herhalde, bu beyler gençliklerinde kas güçlerini ve ikna güçlerini kullanıyorlardı. Ama daha sonra yalnızca zihinsel güçler kaldı: Eğer onlarda bu güçler yoksa ya da eğitilmemişlerse ve bu güçlerin etkinliği için toplanan malzemeler eksikse, o zaman durumları çok perişandır. Biricik tükenmez kuvvet istenç olduğu için; istenç tutkuların heyecanıyla, örneğin talih oyunlarıyla, gerçekten düzey düşürücü bu günahla uyarılır. Ama genel olarak, bir uğraşısı olmayan her birey, onda baskın çıkan kuvvetlerin türüne göre, oyalanmak için kendine bir oyun seçecektir: Bowling ya da satranç, av ya da resim, at yarışı ya da müzik, iskambil oyunu ya da şiir sanatı, armalar bilgisi ya da felsefe vb.
Hatta bu konuyu tüm insani kuvvet dışavurumlarının kökenine, yani bundan sonra amaçsız oyunlar içinde inceleyeceğimiz üç fizyolojik temel kuvvete inerek, yöntemli bir biçimde inceleyebiliriz; bu kuvvetler, her insanda bir ya da öteki kuvvetin baskın çıkmasına göre, kendisine uygun bir biçimde seçeceği olası üç tür hazzın kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Birinci türe girenler yeniden üretme kuvvetinin hazlarıdırlar: Yemekten, içmekten, sindirmekten, dinlenmekten ve uyumaktan alınan hazlardır. Hatta bu hazlar, tüm bir halkın ulusal zevkleri olarak, öteki halklar tarafından övülürler. İkincisi heyecanlanabilme hazlarıdır: Doğada gezintiye çıkmaktan, sıçramaktan, güreş tutmaktan, dans etmekten, eskrim yapmaktan, ata binmekten, her türden atletik oyunlardan olduğu gibi, ava çıkmaktan ve hatta kavga etmekten ve savaşmaktan da alınan hazlardır. Üçüncüsü ise duyarlılık hazlarıdır: Seyretmekten, düşünmekten, duyumsamaktan, edebiyat, resim ve müzikle ilgilenmekten, öğrenmekten, okumaktan, buluş yapmaktan, felsefe ile uğraşmaktan vb. alınan hazlardır. Bu üç türün her birinin değeri, derecesi ve süresi hakkında, okurun kendisine bıraktığımız, çeşitli düşünceler öne sürülebilir. Ama, bizim her bakımdan kendi kuvvetlerimizin kullanılmasına bağlı olan hazzın ve böylelikle, bu hazzın sürekli yeniden ortaya çıkmasına dayanan mutluluğumuzun, onu belirleyen kuvvetin türü ne denli soyluysa, o denli büyük olacağını herkes anlayacaktır. Bu bakımdan, kesin bir biçimde ağır basmasıyla, insanı öteki hayvan türlerinden ayıran duyarlılığın, hayvanlarda aynı ölçüde ve hatta daha yüksek derecede bulunan öteki iki fizyolojik temel kuvvet karşısındaki önceliğini de yine kimse yadsımayacaktır. Bilme kuvvetlerimiz, duyarlılığa dahildirler: Bu yüzden, duyarlılığın ağır basması, bilgide var olan ve zihinsel denilen hazları almaya yetkin kılar ve bu ağır basma ne denli kesinse, bu hazlar da o denli büyük olur.10 Normal, sıradan bir insan, bir nesneyi ancak ona karşı şiddetli bir ilgiyle, istencini uyararak, yani o nesneye yönelik kişisel bir ilgi duyarak elde edebilir. Ama istencin her kalıcı uyarılması, en azından karışık türdendir, yani acıyla bağlantılıdır. İstencin kasıtlı bir biçimde ve üstelik sadece anlık ve hafif, kalıcı ve ciddi olmayan acılara neden olabilecek küçük ilgiler aracılığıyla uyarılmasının bir yöntemi, istisnasız tüm bölgelerin “sosyete”sinin uğraşısı olan iskambil oyunudur. Buna karşılık, zihinsel güçleri ağır basan bir insan, yalın bilgi yolunda, istencin hiçbir biçimde karışmadığı en canlı ilgiyi göstermeye yetkindir, hatta muhtaçtır. Ama sonra bu katılım onu hemen, acının yabancı olduğu bir bölgeye, adeta rahat yaşayan tanrıların atmosferine götürür.
Buna göre, geri kalanların yaşamı sersemlik içinde geçer, akılları fikirleri bütünüyle kişisel esenliğin küçük ilgilerine ve böylelikle her türden pisliğe yöneliktir; bu yüzden bu amaca yönelik çalışma durduğunda ve kendi kendileriyle baş başa kaldıklarında, dayanılmaz bir can sıkıntısına kapılırlar, ancak tutkunun yabanıl ateşi, durmuş kütlesine bir nebze devinim verebilir; buna karşılık, ağırlıklı olarak zihinsel güçlerle donatılmış bir insan, düşünce dünyası zengin, kesinlikle canlı ve önemli bir varlıktır: Onu, kendini onlara verebildiği kadarıyla değerli ve ilginç nesneler ilgilendirir ve kendi içinde de en soylu hazların kaynağını barındırır. Doğanın ürünleri ve insanların çabalarının seyredilmesi, sonra da tüm zamanların ve ülkelerin üstün yeteneklilerinin çok çeşitli başarıları, ona dıştan bir heyecan verirler, aslında bunların tadına yalnızca o varabilir, çünkü bunları yalnızca o tam olarak anlayabilir ve duyumsayabilir. Buna göre, böyle birisi için onlar gerçekten yaşamışlardır; aslında ona hitap etmişlerdir, ötekiler ise yalnızca rastlantısal dinleyiciler olarak birini ya da öbürünü yarım yamalak kavrayabilirler. Gerçi böyle birinin tüm bunların ötesinde, fazladan bir gereksinimi vardır; bu da öğrenme, inceleme, derin düşünme, alıştırma ve son olarak da kendisiyle baş başa kalabilme gereksinimidir; çünkü Voltaire’in doğru bir biçimde dikkati çektiği gibi, gerçek gereksinimler olmadan gerçek hazlar alınamaz, bu yüzden bu gereksinim, doğa ve sanat güzellikleriyle, her türden zihin ürünleri olarak ötekilere kapalı duran hazların ona açık olmalarının da koşuludur. Bunlar öteki kişilerin etrafında yığınla bulunsalar bile, onların gözünde ancak kurtizanların (entelektüel fahişelerin) bir yaşlı için taşıdığı anlam kadar bir anlam taşırlar. Bunun sonucunda böyle seçkin bir insan, kişisel yaşamının yanı sıra ikinci, entelektüel bir yaşam da sürer ve yavaş yavaş bu ikinci yaşam onun asıl amacı haline gelir ve birincisini salt bir amaç olarak görmeye başlar: Ötekiler için ise bu dışsal, boş ve kederli yaşam amaç olarak görülmek zorundadır. Bu yüzden seçkin kişi, söz konusu entelektüel yaşamla uğraşmayı tercih edecektir; ve giderek artan kavrayışının ve bilgisinin sonucu olarak, tıpkı oluşmakta olan bir sanat yapıtı gibi, bir bağlama, kalıcı bir yükselmeye, giderek kusursuzlaşan bir bütünlüğe ve olgunlaşmaya ulaşacaktır; buna karşılık ötekilerin salt pratik, salt kişisel refaha yönelik, derinlikte değil sürekli uzunlukta gelişmeye yetkin yaşamı, hazin bir biçimde akıp dökülür, ama söylediğimiz gibi, yine de onların öz amacı olarak kalmak zorundadır; seçkin kişi için ise sadece bir araçtır.
Aslında bizim pratik, gerçek yaşamımız, tutkular tarafından yönlendirilmediği sürece can sıkıcı ve yavandır; onu tutkular yönlendirdiğinde ise, çok geçmeden acı vermeye başlar: Bu yüzden yalnızca, istençlerinin hizmeti için gereken ölçünün üstünde herhangi bir zekâ fazlalığına sahip olanlar mutludurlar. Çünkü böylelikle, gerçek yaşamlarının yanı sıra, kendilerini sürekli olarak ve acısız ama yine de canlı bir biçimde meşgul eden ve eğlendiren, entelektüel bir yaşam da sürdürürler. Salt bir boş zaman, yani istencin hizmetinde uğraşıda bulunmayan zekâ, bunun için yeterli değildir; gerçek bir kuvvet fazlalığı gereklidir: Çünkü ancak bu fazlalık, istencin hizmetinde olmayan, salt zihinsel bir uğraşıyı sürdürebilir: “Zihinsel bir uğraşı içermeyen boş zaman ölümdür ve diri diri gömülmektir” (Seneca. Ep., 82). Ama bu fazlalığın küçük ya da büyük oluşuna göre, gerçek yaşamla, öncü entelektüel yaşam arasında, salt böcek, kuş, mineral, madeni para biriktirmekten ve betimlemekten, şiir sanatının ve felsefenin en yüksek başarımlarına dek uzanan sayısız basamak vardır. Böyle bir entelektüel yaşam, salt can sıkıntısına karşı değil, onun yıkıcı sonuçlarına karşı da korur. Yani kötü topluma ve insanın mutluluğunu bütünüyle gerçek dünyada aradığı zaman içine düştüğü çok sayıda tehlikeye, musibete, yitime ve savurganlığa karşı bir koruma duvarı oluşturur. Örneğin felsefem bana asla bir şeyler getirmedi, ama çok şeyi benden uzak tuttu.
Buna karşılık normal insan, yaşamından haz alması bakımından, kendi dışındaki şeylere, mala mülke, mevkiye, kadınlara ve çocuklara, arkadaşlara topluma vb. muhtaçtır; yaşamının mutluluğu bunlara dayanır: Bu yüzden, onları yitirdiğinde ya da onların kendisini aldattığını düşündüğünde yıkılır. Bu ilişkiyi anlatabilmek için, ağırlık merkezinin kendi dışında olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu yüzden sürekli değişen istekleri ve kaygıları vardır: Olanakları izin verdiğince, kâh çiftlikler, kâh atlar satın alır; kâh şölenler verir, kâh yolculuklara çıkar, ama genel olarak her türlü nesnede bir tür dışsal yetinme aradığı için, büyük bir lüks içinde yaşar; tıpkı zayıf düşmüş bir kimsenin, asıl kaynağı kendi yaşama enerjisi olan sağlığına ve gücüne, et suyu içerek ve eczanelerden aldığı haplarla ulaşmayı umması gibi. Hemen öteki aşırı uca geçmemek için, onun yanına, zihinsel güçleri olağanüstü olmayan ama olağan sınırlı ölçünün üzerinde yer alan bir adam düşünelim; bu adamın herhangi bir güzel sanatla, amatör olarak ilgilendiğini ya da botanik, mineraloji, fizik, astronomi, tarih vb. gibi gerçek bir bilimle uğraştığını ve dışsal kaynaklar kuruduğunda ya da onu artık doyurmaz olduğunda, hemen hazzın büyük bir bölümünü bunlardan aldığını, bunlarda dinlendiğini görürüz. Bu yüzden, ağırlık noktasının kısmen kendi içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Ancak, sanatla salt amatör bir biçimde ilgilenmek, henüz yaratıcı yeteneğin çok uzağında kaldığı için ve salt gerçek bilimler, olayların ilişkileri açısından birbirlerine bağlı oldukları için, bu insan tüm olaylara nüfuz edemez, tüm özünü iliklerine kadar onlarla dolduramaz ve bu yüzden, tüm varoluşunu, öteki şeylere yönelik tüm ilgisini yitirecek ölçüde bunlarla dokuyamaz. Bunu ancak, dâhi adıyla tanımlanagelen en yüksek zihinsel olağanüstülükteki kişiler yapabilir; çünkü ancak olağanüstü bir zihniyet, şeylerin özünü ve varoluşunu bütünüyle ve mutlak bir biçimde konu edinir; bundan sonra, bireysel yönelimine göre sanat, şiir ya da felsefe yoluyla, aynı şeyi derin bir biçimde yorumlamaya girişir. Bu yüzden, ancak bu türden bir insan için, kendi kendisiyle, kendi düşünceleriyle ve yapıtlarıyla rahatsız edilmeden ilgilenmek, acil bir gereksinimdir; yalnızlık hoşnutluk verir, kendisiyle baş başa kalabilmek en değerli mülktür, geri kalan her şey gereksizdir, eğer varsalar da çoğun sadece bir yük oluştururlar. Buna göre, yalnızca böyle bir insanın ağırlık noktasının bütünüyle kendi içinde olduğunu söyleyebiliriz. Buradan, diğer bazıları buna yetkin oldukları halde, bu türdeki son derece ender bulunan insanların, ne kadar iyi bir karaktere sahip olsalar da, arkadaşlara, aileye ve topluluğa yönelik, içten ve sınırsız bir ilgi duymadıkları anlaşılabilir: Çünkü yalnızca kendi kendilerine sahip olduklarından, önünde sonunda kendilerini her şey hakkında avutabilirler. Demek ki onlarda fazladan bir yalıtıcı unsur vardır, ötekiler onlara aslında hiçbir zaman bütünüyle yetmediğinden, çünkü ötekilerin tam olarak kendileri gibi olmadığını gördüklerinden, bu unsur daha da etkili olur; heterojen olanı her bakımdan ve herkeste sürekli bir biçimde duyumsadıklarından, yavaş yavaş, insanlar arasında, başka türden bir varlık olarak dolaşmaya ve düşüncelerinde insanlar hakkında birinci değil üçüncü çoğul şahıs zamirini kullanmaya alışırlar.
Bu bakımdan, doğanın entelektüel açıdan oldukça zengin bir biçimde donattığı bir kimse, en mutlu kişidir; elbette öznel olan bize, hangi türden olursa olsun üzerimizde ancak dolaylı bir etkisi bulunan, yani yalnızca ikincil konumdaki nesnel olandan daha yakındır. Şu güzel dizeler de bunu kanıtlıyorlar:
Gerçek zenginlik sadece ruhun içsel zenginliğidir, Geri kalan ne varsa, kazançtan çok bela getirir.
Lucian, Anthol., I, 67
Böyle içsel zenginliğe sahip birisi artık dışarıdan, olumsuz bir armağandan, yani kendi zihinsel yeteneklerini eğitebilmek ve kendi içsel zenginliğinin tadını çıkarabilmek için özgür boş zamandan, demek ki aslında tüm yaşamı boyunca her gün ve her saat bütünüyle kendi başına olabilme izninden başka bir şeye gereksinmez.
Bir kimsenin yazgısında zihninin izini tüm insan soyuna bırakmak varsa, o zaman onun için yalnızca tek bir mutluluk ya da mutsuzluk, yani yeteneklerini eksiksiz bir biçimde eğitebilmek ve yapıtlarını tamamlayabilmek ya da bunları yapmaktan alıkoyulmak söz konusudur. Onun gözünde başka her şey önemsizdir. Bundan dolayı, tüm zamanların büyük kafalarının, kendisiyle baş başa kalmaya en büyük değeri verdiklerini görüyoruz. Çünkü böyle biri, kendisiyle baş başa kalmaya, kendi kendisine verdiği değeri verir. “Mutluluk, kendi kendinle baş başa kalmakta görünüyor” diyor Aristoteles (Nikomakhos’a Etik, X, 7) ve Diogenes Laertius, “Sokrates, kendisiyle baş başa kalmayı, en güzel mülkiyet olarak övüyordu” diye bildiriyor. Aristoteles’in, felsefi yaşamı en mutlu yaşam olarak açıklaması da (Nikomakhos’a Etik, X, 7, 8, 9) buna uygun düşmektedir. Dahası, Aristoteles’in Politika’da söylediği de (IV, II) bu konuya ilişkindir: “Mutlu yaşam, kişinin yeteneklerini engellenmeden işleyebildiği yaşamdır.” Bu söz, Goethe’nin Wilhelm Meister’deki şu sözüyle uyum içindedir: “Bir yetenekle, bir yetenek için doğan bir kimse, bu yetenekte kendisinin en güzel varoluşunu bulur.” Ama, kendi kendisiyle baş başa kalabilmek, insanın olağan yazgısına da, olağan doğasına da yabancıdır: Çünkü insanın doğal yazgısı, zamanını kendisinin ve ailesinin varoluşu için zorunlu olanları sağlamakla geçirmesidir. İnsan, açlığın oğludur, özgür bir tin değildir. Buna uygun olarak, sıradan insan için boş zaman, çok geçmeden, bu zamanı her türlü yapmacık ve uydurma amaçla, oyunla, zaman öldürmeyle ve her türden oyuncak atla dolduramazsa bir yük haline gelir, hatta bir eziyete dönüşür; aynı nedenle onu tehlikeye de sokar, çünkü haklı olarak denilmiştir ki: Difficilis in otio quies.11 Öte yandan, normal ölçünün çok ötesindeki bir zekâ da anormaldir, yani doğal değildir. Ama bir kez varsa, bununla donatılmış olanın mutluluğu açısından, tam da ötekilere yük olan, adeta yıkım getiren boş zamana gereksinim duyar; çünkü boş zaman olmadan, boyunduruğa vurulmuş bir Pegasus gibi duracak ve böylelikle mutsuz olacaktır. Ama bu iki doğadışılık, yani dışsal ve içsel bakımdan doğal olmayış bir araya gelirse, bu büyük bir şanstır; çünkü böyle kayırılan kişi çok yüksek türden bir yaşam sürecektir; yani insanın acı çekmesinin iki karşıt kutbundan, açlıktan ve can sıkıntısından ya da varoluş için özenli bir uğraş vermekten ve boş zamana (yani kendisiyle baş başa kalmaya) katlanamamaktan uzak birinin yaşamını sürecektir; çünkü insan bu iki kötülükten, ancak onlar birbirlerini karşılıklı olarak nötrleştirip ortadan kaldırırlarsa kurtulabilir.
Tüm bunlara karşılık, büyük zihinsel yeteneklerin, sinirlerin aşırı çalışması sonucunda her türden acıya karşı son derece büyük bir duyarlılığa neden olduklarını göz önünde bulundurmak gerekir; ayrıca, onlara neden olan tutkulu mizacın ve aynı zamanda onların ayrılamaz bir parçası olan tüm tasarımların büyük canlılığının ve mükemmelliğinin, bu yeteneklerin uyardığı heyecanların karşılaştırılamayacak ölçüde daha şiddetli olmasına yol açarlar; oysa genel olarak, hoş heyecanlardan daha çok, acı verici heyecanlar vardır; ve son olarak büyük zihinsel yetenekler, onlara sahip olan kişileri, öteki insanlara ve o insanların uğraşlarına yabancılaştırırlar, çünkü kişi kendinde ne çok şeye sahipse başkalarında o kadar az şey bulabilir. Başkalarının büyük hoşnutluk duydukları birçok şey, onun için yavan ve katlanılmazdır; böylelikle, her yerde geçerli olan telafi etme yasası burada da yürürlüktedir; yine de zihinsel açıdan en sınırlı insanın aslında en mutlu insan olduğu, yeterince sıklıkta öne sürülmüş ve bu kanıtsız da kalmamıştır; yine de kimse onun bu mutluluğunu kıskanmak istemez. Konuyu kesin bir karara bağlamak için, okura Sophokles’in bu konuda söylediği, birbirine taban tabana zıt iki sözü aktarmaktan başka bir şey yapmayacağım:
Düşünmek mutluluğun asıl bölümüdür. (Antigone, 1328)
ve başka bir yerde:
Düşünmekte, tatlı bir yaşam yoktur. (Aias, 550)
Eski Ahit filozoflarının da bu konuda değişik görüşleri var:
Delinin yaşamı, ölümden beterdir. (Jesus Sirach, 22, 12)
ve başka bir yerde:
Fazla bilgelik olan yerde, fazla keder vardır. (Vaiz, 1, 18)
Bu arada, zihinsel kuvvetlerinin ucu ucuna normal ölçüde olması sonucunda, zihinsel gereksinimler duymayan bir insanın; sadece Alman diline özgü ve üniversitelilerin yaşamından kaynaklanmış olan, ama daha sonra daha yüksek, tıpkı başlangıçtaki gibi, ilham perilerine karşıt anlamıyla kullanılan bir deyimle filister12 olarak tanımlanan kişi olduğunu da burada eklemeden geçmek istemiyorum.
Yani bu insan, sanat duyusu olmayan biridir ve öyle kalır. Gerçi, yüksek bir bakış açısından, filister’leri, gerçeklik olmayan bir gerçeklikle son derece ciddi bir biçimde sürekli uğraşan insanlar olarak tanımlardım. Ancak, böyle zaten aşkınsal bir tanım, bu makalede kullandığım popüler bakış açısına uygun değildir, bu yüzden belki her okur tarafından da anlaşılmayacaktır. Buna karşılık, ilk tanım özel bir açıklamaya olanak verir ve konunun asıl önemli yanını, filister’i karakterize eden tüm özelliklerin kökünü yeterince betimler. Buna göre filister, zihinsel gereksinimleri olmayan bir insandır. Ama buradan birçok sonuç çıkar: İlk sonuç, kendisi açısından zihinsel hazlardan yoksun kalışıdır; daha önce anılan ilkeye göre, gerçek gereksinimler olmadan, gerçek hazlar da olmaz. Bilgi ve kavrayışa, salt bunların kendileri uğruna yönelme arzusu yoksa, o kişinin yaşamı bunlarla kesinlikle akraba olan asıl estetik hazlara da gerek duymaz. Yine de bu tür hazlara, moda olduğu için ya da kendisini zorlayan otorite yüzünden yönelirse, bunu bir tür angarya olarak görüp, olabildiğince kısa süre içinde bırakacaktır. Onun için gerçek hazlar yalnızca duyusal hazlardır: Kendini bunlar sayesinde su üstünde tutar. Bu bakımdan, istiridyeler ve şampanyalar, yaşamının doruk noktasıdırlar ve bedensel esenliğe katkıda bulunan her şey, yaşamının amacıdır. Eğer bunları fazlasıyla sağlarsa, yeterince mutludur! Çünkü bu mallar ona zaten önceden empoze edilmişlerdir; bu yüzden, kaçınılmaz bir biçimde can sıkıntısına düşer ve buna çare olarak da aklına gelen her şeyi dener: Balo, tiyatro, arkadaş topluluğu, iskambil oyunu, kumar, atlar, kadınlar, içki içmek, yolculuğa çıkmak vb. Ama yine de, zihinsel gereksinimlerin yokluğu, zihinsel hazları olanaksız kıldığından, tüm bunlar can sıkıntısına karşı yeterli olmazlar. Bundan dolayı, hayvansallığa yakın, donuk kuru bir ciddiyet, filister’e öz- güdür ve onun karakteristik özelliğidir. Onu hiçbir şey sevindirmez, hiçbir şey onun sempatisini kazanmaz. Çünkü duyusal hazlar çok geçmeden tükenmiştir: Böyle filister’lerden oluşmuş bir topluluk çok geçmeden can sıkmaya başlar; sonunda iskambil oyunu da yormaya başlar. Yine de ona, kendi tarzınca, zenginliğe, mevkiye, başkaları üzerinde nüfuzlu ve güçlü olmaya dayanan, bu yüzden başkalarında saygı uyandıracak, kendini beğenmişlik hazları kalır; ya da en azından, benzer konularda öne çıkan kişilerle arkadaşlık kurduğu için, kendi parıltısının yansımasında güneşlenir (bir snop). Filister’in sözü edilen temel özelliklerinin ikincisi, öteki insanlar söz konusu olduğunda, zihinsel değil, salt fiziksel gereksinimleri olduğundan, birincileri değil, ikincileri doyurabilecek insanlar aramasıdır. Öteki insanlara yönelik beklentileri arasında, herhangi bir zihinsel yeteneğin ağır basması istemi en az olacaktır: Bu tür insanlar karşısına çıktıklarında, onda daha çok, antipati ve hatta nefret uyandıracaklardır; çünkü sıkıcı bir aşağılık duygusuna kapılacak ve üstelik belirsiz ve gizli bir kıskançlık duyumsayacak, bunu oldukça özenli bir biçimde gizleyecek, hatta kendisinden bile saklamaya çalışacaktır; ama bu kıskançlık tam da bu yüzden kimi zaman için için kaynayarak artacaktır. Benzer özelliklere göre kendini değerli ya da yüksek görmekten vazgeçmek hiçbir zaman aklına gelmeyecektir; sadece, onun gözünde hakiki öncelikler olan, onlarda mükemmelleşmeyi arzuladığı, mevkiye ve zenginliğe, güçlü ve nüfuzlu olmaya bağlı kalacaktır. Ama bu durumun nedeni, onun zihinsel gereksinimleri olmayan bir insan olmasıdır. Tüm filister’lerin büyük acısı, ideallerinin onları eğlendirmemesi, tersine, can sıkıntısından kurtulabilmek için, onların sürekli gerçekliklere gereksinmeleridir. Bunlar da hemen tükenirler ve eğlendirmek yerine yorgunluk verirler; kısmen de her türden belaya yol açarlar; buna karşılık, idealler bitmez tükenmezdirler ve kendinde masum ve zararsızdırlar.
Bu incelemede mutluluğunuza katkıda bulunan kişisel özellikleri, önce fiziksel olanları, esas olarak da zihinsel olanları göz önünde bulundurdum. Ahlaki seçkinliğin hangi biçimde dolaysız mutluluk verdiğini, daha önce, ahlakın temeli üzerine kaleme aldığım yazıda ortaya koymuştum; burada o yazıya gönderme yapıyorum.
s.13—40
Arthur Schopenhauer
Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar
Çeviren: Mustafa Tüzel
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Eğlenmek, keyfine bakmak. – ç.n. ↩︎
- (Latince) Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur. – ç.n. ↩︎
- Her devinim, ne denli hızlıysa o denli devinimdir. – ç.n. ↩︎
- (Yunanca) Somurtkan. – ç.n. ↩︎
- (Yunanca) Neşeli. – ç.n. ↩︎
- (Latince) Aptallık kendi kendisinden bıkmaktan mustariptir. — ç.n. ↩︎
- Ariosto: (1474-1533) İtalyan şair. – ç.n. ↩︎
- Arete: Erdem, kazanılmış erdem, beceri, kapasite. Virtüözite: Arete’nin sürekli uygulanarak, mükemmelleştirilmesi. – ç.n. ↩︎
- Lucretius, Evrenin Yapısı, çev. Tomris Uyar – Turgut Uyar, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1974, s. 125. – ç.n. ↩︎
- Doğa kendini sürekli olarak, en önce inorganik dünyanın mekanik ve kimyasal etkimelerinden bitkisel dünyaya ve bunun donuk öz hazzına, oradan da zekânın ve bilincin belirdiği ve şimdi zayıf başlangıçlardan adım adım hep daha yükseğe çıktığı, kendini insana dek yükselttiği hayvanlar âlemine dek yükseltir; insan zekâsında doğa doruk noktasına ve üretiminin hedefine ulaşmıştır, yani ortaya koyabileceği en kusursuz ve en zor şeyi sunmuştur. Ama zekâ, insan türünün içinde de çok sayıda belirgin basamaklar oluşturur ve en üstteki, asıl yüksek zekâya nadiren ulaşır. Demek ki bu zekâ, en dar ve en kesin anlamda, doğanın en zor ve en yüksek ürünüdür; böylelikle, dünyanın ortaya koyabileceği en nadir ve en değerli şeydir. Böyle bir zekâda en duru bilinç ortaya çıkar ve buna uygun olarak dünyayı başka herhangi bir yerde olduğundan daha anlaşılır, daha tam bir biçimde serimler. Böyle bir bilinçle donatılmış kişi yeryüzündeki en soylu ve en kıymetli şeye ve böylelikle öteki tüm kaynakların, onun yanında kısıtlı kaldıkları bir hazlar kaynağına sahiptir. Böylece o kişi artık, sahip olduğu şeyin keyfini rahatsız edilmeden çıkarabilmek ve elmasını tıraşlayabilmek için boş zamandan başka, dışarıdan bir şeye gereksinim duymaz. Çünkü tüm öteki, yani entelektüel olmayan hazlar düşük türdendirler: Hepsi de istenç devinimleriyle yani arzularla, umutlarla, korkularla ve neye yönelik olursa olsun, ulaşmayla sonuçlanırlar; bu da asla acı çekmeden gerçekleşemez. Üstelik ulaşmayla birlikte, esas olarak az ya da çok bir hayal kırıklığı doğar; oysa entelektüel hazlardan, doğruluk giderek daha da durulaşır. Zekâ ülkesinde acı hüküm sürmez, her şey bilgidir. Ama bir kimse tüm entelektüel hazlara, ancak kendi zekâsının aracılığıyla, yani onun ölçüsünde ulaşabilir. Çünkü tout l’esprit, qui est monde, est inutile à celui qui n’en a point (Aklı olmayana, dünyanın tüm aklının bir yararı dokunmaz – ç.n.). Bu avantaja eşlik eden gerçek bir dezavantaj ise, doğada zekânın derecesiyle birlikte acı çekme yeteneğinin de artması, yani en yüksek aşamasına ancak burada ulaşmasıdır.
Kabalık esas olarak, bilinçte istemenin bilmeye bütünüyle ağır basmasında ve böylelikle bilmenin kesinlikle sadece istencin hizmetinde ortaya çıktığı dereceye çıkmasında, sonunda istencin bu hizmeti istememesinde, yani ne büyük ne de küçük hiçbir güdünün bulunmamasında, bilmenin bütünüyle sona ermesinde ve bunun sonucunda tam bir düşünce boşluğunun ortaya çıkmasındadır. Ancak, bilgisiz isteme en kötü şeydir; her kalasta bu vardır ve en azından düştüğünde bunu gösterir. Bu yüzden bu durum, kabalığı oluşturur. Aynı kişide sadece duyu organları ve onların verilerinin kavranması için gereken en alt düzeyde zekâ etkinliği bulunur, bunun sonucunda kaba insan tüm izlenimlere sürekli açıktır, yani etrafında olup biten her şeyi, saniyesi saniyesine algılar, öyle ki en ufak bir ses ve çok küçük bir durum bile onun dikkatini hemen çeker, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi. Tüm bu durum, o kişinin yüzünde ve tüm dış görünüşünde görülebilir – sonra buradan kaba dış görünüm ortaya çıkar ki, bu dış görünüm, çoğu zaman olduğu gibi bilinci tek başına dolduran ilginç, düşük, egoist ve genel olarak kötü bir istenç olduğunda, etkisi daha da ilginçtir. ↩︎ - (Latince) Boş zamanda dinginlik, tehlikelidir. – ç.n. ↩︎
- Dar kafalı. – ç.n. ↩︎