Kuruntular. El yazısı şiirler bunlar. Daktilonun çıt sesinin duyulmadığı, biraz dikkatle kulak kabartılacak olursa kurşun kalemin kâğıtla buluştuğunda yaydığı hışırtının duyulabileceği. Zira “Daktilonun şiirimle aramdaki mahremiyeti ortadan kaldırdığını, elimin bu mahremiyeti yeniden kurduğunu gördüm.”
El bir biçimde işin ve de şiirin içine giriyor işte. Daktilo bu ‘bir başka Neruda’ için dinginleşmiş ruhunu yansıtmasının önüne geçiyor. O da alıyor yıllar sonra yeniden eline kalemi.
Kuruntular, ‘bir başka Neruda’nın kendini bir yabancı gibi görerek yeniden tanımaya çalışmasının kitabı sanki ya da bizim Neruda’yla yeniden tanışmamızın kitabı. Mizahla değilse bile, alayla, acı alayla, yergiyle, dokundurmayla kendini ve kendine cisimleşmiş dünyayı zaman zaman kınadığı, zamana zaman bağışladığı, çoğu zaman da seyre daldığı dizelerin kucaklaşması.
Tam sırası gelmişken
akıllı olduğumu göstermenin
ağzımdan alıyor sözü
içimdeki gizli aptal.
Kendini, eski günleri, anıları, düşlerini koyduğu yerde bulamayan bir adamın hüznü ağır basıyor kimi zaman.
Çok uzaklardayım yazarken.
döndüğümde çoktan gitmişim.
Sonra onları oraya bırakanla arayanın aynı adam olduğundan şüpheye düşen bir başka adam giriyor devreye. Çok iyi bildiği sokakların, taş duvarların, kıyıya vuran dalgaların, çakıl taşlarının, martı seslerinin, kalçalarını sallayarak geçen güzel kadınların, adresini bulamayan mektupların sahipsiz kalmışlığının, bir kalpte beklediğini bulamayan bir başka kalbin, insanın korkunç güzelliğinin ve daha da korkunç kepazeliğinin, döşeklerinde rahatça uyuyanların tiksinçliğinin, toprakta bırakılan ayak izine duyulan aşkın, göz yaşını gülümsemesiyle yıkayanların, ölçüsüz mutluluğun ve mutsuzluğun sesleri karışıyor birbirine. Kırbaç sesiyle martının kanat çırpışının sesi anıştırıyor birbirini bu şiirlerde.
Değil mi ki sessizliği arıyor şair;
Biri sonsuz aşk. Öbürü görmek güzü. Üçüncüsü ağır kış. Dördüncüsü yaz. Ve beşincisi, gözlerin senin.
Bunlardır dostlarından bütün istedikleri.
Hiçbir şeye yakın, her şeye yakın…
İşte hiçbir şeye yakın, her şeye yakın olan duyguların içindedir Kuruntular. Neruda sanki yeniden doğmanın arayışı içindedir. Yeni bir doğumun, doğarken doğurmanın. Lanetlemenin ve kutsamanın. Şaraplı suyla vaftiz edilmenin ve inkarın, İnsana tapmanın ve ona isyan etmenin, iki faz arasında dumadan kaçak yapan bir kalbin kapakçık sesleri.
Günle bırakın beni.
İzin istiyorum doğmak için.
Neruda’nın Neruda’yla Neruda’yı aradığı bu süreçte zaman zaman anılar çıkar karşısına. Yabancı anılardır bunlar. Sanki hiç yaşanmamış anılar. Yaşanmamış olması istenen anılar. Sırtını dönme Nerudalar. Kimileyin elinin tersiyle iter bu görüntüleri, kimileyin de usulcacık saçlarını okşar.
Sıska kemikli gövdeleri,
korkunç lanetlerin
buharını taşıyan imparatorları,
bir kolera dalgasıyla
serilip giden kadınları.
Kumsalları gördüm ölülerden
ve kül rengi uzmanlar.
Sonra… Sonra sessizlik. Çünkü şimdi on ikiye kadar sayacak ve hep birlikte susacağız. Belki de toprak öğretecek bize ölü görünen her şeyin aslında canlı olduğunu…
Sonra…
şimdi on ikiye kadar sayacağım
sessiz olun, ben gideceğim.
Bu sefer kalmanın derdinde değildir Neruda. Her şeyin canlı olduğunu öğrenemeyenlerin yanından gitmenin peşindedir. Neruda istemiyordur kendini yanıltmak, tehlikelidir geriye doğru yolculuk.
Çünkü birden, bir hapishane olur geçmiş.
İkisi de insandır. Zayıflıkları vardır Nerudalar’ın. Korkarlar da. Severler ve tiksinirler. Yaparlar ve yıkarlar. Tanırlar ve unuturlar. Kavga ederler ve barışırlar.
Şu üç günlük dünya, bu yüzden,
kulak asmayacağım hiçbirine,
açıp kendimi kapatacağım
en hain düşmanım
Pablo Neruda’yla.
İki Neruda’nın da değişmeyen tek bir tarafı vardır. Doğaldır da bu. Zira Neruda kaybetmiş değildir kendini yalnızca yeniden aramaktadır. Halk için ekmek ve adalet aramaktadırlar.
Şimdilik sorum yok,
yemenin adaletinden başka
Kuruntularda hiçbir şey söylemediler işte Nerudalar. Ne toprağın suyunu, ne kentlerin griliği, ne insanın saçının telini, ne ekmek kavgasını ne okyanusa bakan yaşlı kadınları, ne suskunluğu ne çığlığın kayboluşunu, ne tiranların zalimliğini ne uşağın tiksinçliğini, ne her zaman olan umudu ne kayboluşu…
Şöyle bitirdi Neruda:
hiçbir şey demedim, her şeyi söyledim.