“İstanbul işgal altında idi. Yunan ordusu İzmir’e çıktıktan sonra hemen hemen karşıkoyma görmeden Anadolu’nun içine doğru ilerliyordu. Sultanahmet meydanında toplanan bir protesto mitinginin hazin haykırışları kentin üzerine ağır ağır yayılıyordu. Arkadaşımın biri, işgal ordularının ne zamana kadar İstanbul’da kalacakları hakkında tahminimi sormuştu. Ona, «Kardeşim, İstanbul’u kaybettik. Bunun düpedüz Türkçesi budur. İstanbul tarafımızdan, Fatih’in Bizans’ı fethettiği gibi zapt edildiği zaman yine bizim olur. Sözün kısası, İstanbul’un ikinci bir fethi gerektir.» dedim. Fakat bu fethin yapılacağından pek umutlu değildim. O sıralarda Mustafa Kemal, memleketi kurtarmak işine atılmış bulunuyordu.
O Mustafa Kemal ki; 31 Mart irtica hareketini İstanbul’a gelip bastıran Hareket Ordusu’nun, asıl faal unsurunu temsil ediyordu. O Mustafa Kemal ki son olarak Trablusgarp çöllerinde savaşıyordu ve daha sonra, yani Birinci Dünya Savaşında Çanakkale’de düşmanın son ve en büyük hamlesini, onu paramparça denize fırlatarak boşa çıkarıyordu. Bazen insanın bir tek sözü, onun hayatı hakkında yazılacak binlerce sayfaya bedeldir. Mustafa Kemal Çanakkale’de bir taarruzdan önce, taarruz edeceklere, «Öleceksiniz! İşte o kadar..» diye bağırmıştı. Bu bağırışında ne şan, ne kahramanlık hakkında bir söz ve ne de geleceğin şaşaası hakkında yüksek gümbürtülü ve beylik cart curtlu martavallar vardı. O haykırışında, neden ölüneceği anlatılmıyordu. Herkes kör değil ya, kendi gözüyle görüyordu. Öldükten sonra, ne olacakları hakkında da bir söz yoktu. «Ol ve yap.» işte o kadar… Çünkü o anda iş, o kerteye gelmiş bulunuyordu.
Zaten önüne bir engel dikildiği zaman kulaklarından çok gözlerini kullanıyor ve realiteye olduğu gibi korkusuz ve çıplak gözlerle bakıyordu. Bu bağırışında, o kadar duygu şiddeti vardı ki, ölecek olanlar soru sormadan hemen taarruza kalktılar. İşte onun bu kudreti idi ki, birkaç yıl sonra ona, «İlk hedefiniz Akdeniz!» dedirtebildi. İlk hedef Akdeniz dediği zaman Ankara’nın bozkırları ile çevrili ağır kasvetinden kurtulup dinamit gibi infilak eden çıldırtıcı sevincinin boşanışı vardı. Belki o anda, hayal gözüyle ta uzaklarda ışıl ışıl parıldayan Akdeniz’i gördüğü gibi, dış düşman kadar, hatta onlardan ziyade kendisine güçlük çıkartmış, Konya isyanlarını, koltuk altında güya Kur’an taşıyan Anzavur’ları ve Halife ordularını doğurmuş ve yüzyıllardır ülkenin gırtlağına yapışarak onu hemen hemen boğmak üzere bulunan o koyu ve karanlık taassubu artık tepelemek olanağını görmüştü.
Bu sözler, bu adamın ilerleyiş yolunda zamanın kavimleri üzerinde bıraktığı ayak izleridir. Bugün Türkiye, bağımsız ve laik bir Cumhuriyettir. Mustafa Kemal çok aceleci bir insandı. Fakat bu işi, yavaş yavaş acele ederek başardı. Kendisi bir politikacı değil, bir devlet adamı idi. Dolayısıyla, gelecek seçimi değil, gelecek kuşakları düşünerek böyle hareket etmişti. Denecek ki; yarattığı eserlerde başkasının payı yok muydu? Vardı. Çünkü bir faal adam etrafına iş görebilecek adamlar toplamasını bilir. O zamanlar Mustafa Kemal’i alkışlayan alkışlayana idi. Hattâ kendisine hemen hemen tanrılık bile izafe edenler oldu. Alkış sünepe ruhlar için bir amaçtır. Fakat Mustafa Kemal için attığı adımlarda bir teşvikti. Zaten o adımları alkışlanmasa da atacaktı.
Bir gün hayatının son sözü olarak saatin kaç olduğunu sordu. Ondan sonra dünyaya gözünü kapayıp gitti. Ardından çok ağlanıldı. Dövünüldü. Fakat, ağlanmayı neylesindi o? Onun için önemli olan şey, görmüş olduğu işti. Memleketi ilerleme yolunda zoru ile getirdiği aşamaydı. Son sözünün: «Saat kaç?» diye sormak olduğunu söylemiştik. Şimdi, Atatürk unutulmuş gibidir. Adı ancak, birbirine zıt propagandalara reklam olarak kullanılmaktadır. Oysa daha öleli az zaman olduğu halde, kurtardığı ülkesi, heykelini kırmayı veya kirletmeyi ona reva mı görmeliydi? Kendisini en çok üzmüş olan bir zümre bugün heykelini pislemekten daha vahim bir işe girişmiş bulunmaktadır. O da eserlerini yok etmek, çiğnemektir. O zümre, saatin akrebini de yelkovanını da geri çevirmek sevdasındadır. Buna olanak yok, başaramayacaklardır. Fakat gönül bir bakıma başarmalarını isterdi. Çünkü gerçekten eski dirilebilse, geçmiş zaman ile beraber Atatürk de dirilir ve heykellerinin değil, eserlerinin ne hale sokulduğunu görürdü. Öyle ya, Trablusgarp, Hareket Ordusu, Çanakkale, Millî Savaş ve ilh… Artık Atatürk’le beraber geçmişe karışmıştı. Meydan boştu.
Eski bağnazlık bugün yine hortlamış bulunuyor. Ve bu hortlama hakkını vicdan özgürlüğüne bağlıyor. Evet, kim isterse sakalına istediği kadar kına, tepesine bere ve zemzem suyu, eline de diş fırçası yerine misvak alsın. Kimin umurunda olurdu. Ne var ki; bunlara göre, bu hareketler piştarların bir keşfi hareketine benzer. Karşıdaki düşmanın kuvvetini şöyle bir dene; sonra durum uygun bulunursa gemler azıya alınır. Çünkü, bunlara göre eskiden beri Türk halkı, sırtları semerli olarak, kendileri de başları fesli, sakalları zencefil yağlı, topukları da mahmuzlu olarak doğmuştur. Bunların bağnazlığının asıl duygusu, komünizmin esas duygusu gibi kindir.
Biri, «Kâfir» der. Öteki de «Burjuva». İkisi de zavallı Kubilay gibileri, boğazlanan koyunlar gibi enselerinden kıtır kıtır keserler.
Vicdan özgürlüğü, bir hizbin bir başka hizbe zulüm etmesi değildir. Devletin başta gelen görevi, bir kısım fertlerin başka fertler tarafından baskı altına alınmasına engel olmaktır. Sağda solda uç gösteren nahoşlukları önemsiz sayanlar olabilir. Fakat pek önemli şeylerin pek önemsiz şeylerden gelişegeldiği, zamanın başlangıcından beri görülekonulmuştur. Bu ufak şeyler gelecekte koca koca kara gölgeler salmaktadır. Bugün Atatürk’ün hatırasının korunması hakkında bir kanun konulup konulmayacağı hakkında uzlaşılamamış olması, işin ne kerteye varmış olduğuna işaret eder. Birkaç yıl önce, böyle bir yasaya gerek duyulacağı düşünülemezdi. Yani, az zamanda kara cehalet enikonu yol katetmiş bulunuyor.
Dinsel bir inancın gereğine kani olanlar veya dinsel duygunun komünizme mani olacağını kabul edenler, herhalde bu karanlık taassubu dinsel duygu diye kabul etmezler. İslamiyetin böyle bir taassuptan ibaret olduğunu sananlar, satırla kart sığır budu doğrayan bizim mahalle kasabının çok önemli bir beyin ameliyatı yapmaya muktedir usta bir doktor olduğuna kanaat etmiş gibi olurlar.
Frenginin sıtma ile tedavi edildiğini okuduk. Fakat, komünizmin böyle bir bağnazlıkla tedavi edildiğine hiçbir yerde rasgelmedik. Hele devletin değirmeni, zaten çoktan akıp gitmiş olan sularla dönmez. Her şey durmadan değişmek zorundadır. Dünyada değişmeyen ve mutlak olan bir şey varsa, o da durmaksızın değişmektir. Güstav Löbon’un «Dünyada keşfedilen en büyük gerçektir.» diye büyük harflerle yazdırıp yazı masasının üstüne astırdığı bir ayet; «Hu el hay ulkayum. Yani tanrı, yaşayan hayattır.» der. Oysa dünyada hiçbir şey baki olmadığına göre, yaşayan hayat değişikliktir. İçtihat serbesttir. İslam inancının işte bu, tek temeli ve direğidir.
Bugün yeryüzüne çok zıt kanaatler yayılmış bulunuyor. Yaradılış bunların içerdiği gerçeği kabul eder. Art tarafını reddeder. Diyelim ki yeryüzüne samanla karışık buğday serpiniz. Buğday tutar, büyür, saman çürür. Yaradılış samanı da yabana götürmez. Onu gübreye çevirir. Gübre de buğdaya gıda olur. Biz bunca devrimlerden sonra, bu bulunduğumuz noktaya vardık. Ve orada durduk. Şimdi bir gerileme hareketi belirtileri başgösterdi. Bir gün yeryüzünde birbirine zıt olan inançlar yatışır, uyuşur, fakat o zaman geri halimizle cennet gibi bir memleketi, bütün uygarlığın ihtiyacı olan bu memleketi muattal bırakmak hakkını bize teslim ederler mi?”
Halikarnas Balıkçısı
Sonsuzluk Sessiz Büyür (1983)
Bilgi Yayınevi
Derleyen: Şadan Gökovalı