Depresyonla ilgili en tehditkar şeylerden biri esnek olmasıdır – aniden geri çekilmesi, bir ışık penceresi açması… Ancak hayat, tam da yeniden yaşanabilir ve güzel hissettirmeye başladığında, kişinin kendisine iki kat karanlıkla geri dönmesi işten bile değildir.
16 Eylül 1962’de BBC yayınlarından bu acımasız esnekliğin sembolünü taşıyan bir ses yükseldi.
Sylvia Plath bu şiiri, Devon’da sakin bir pazar, köyüne taşındıktan kısa bir süre sonra yazmıştı. İlk kez yazabileceği kendine ait bir odası vardı. “Tüm ruhum muazzam bir şekilde genişledi,” diye yazmıştı annesine, —evi bahçeden, o yaşayan şiirden büyük, “şeftali renkli glayöller, sıcak kırmızı, ve sarı zinya çiçekleri” ile doldururken.
Bir ay içinde, solmakta olan sonbahar ışıkları altında, ruhu tanıdık bir karanlığın pençesinde yeniden kasılmaya başlamıştı. Uyuyamadığı bir gece, meditatif bir yazma egzersizi denedi: penceresinin dışındaki Gotik kilise bahçesinde gördüklerini basitçe tarif etmek. Bu egzersiz onun en iyi şiirlerinden ve edebiyat tarihindeki en dokunaklı depresyon portrelerinden biri oldu.
Plath’in “Ariel ve Seçme Şiirler” kitabında bulunan bu şiir, Patti Smith’in sesiyle yeniden hayat buluyor:
Ay ve Porsuk Ağacı
Bu zihnin ışığıdır, soğuk ve gezegenimsi.
Zihnin ağaçları siyah. Işığı mavi.
Otlar kederlerini ayaklarımın dibine boşaltıyor,
sanki ben Tanrı’ymışım gibi,
Ayak bileklerimi okşuyor ve
alçakgönüllülüklerini mırıldanıyorlar.
Dumanlı ruhani sislerin yaşadığı bu yerin
evimle arasında bir sıra mezar taşı var.
Nereye gideceğimi göremiyorum.
Ay bir kapı değil. Kendi başına bir yüz,
bir parmak eklemi kadar beyaz ve korkunç derecede üzgün.
Denizi karanlık bir suç gibi peşinden sürüklüyor; sessiz.
Tam bir çaresizlikle.
Ben burada yaşıyorum.
Pazar günü iki kez, çanlar gökyüzünü korkutuyor –
Sekiz büyük dil —kıyameti onaylıyor.
Sonunda, sakince isimlerini söylüyorlar.
Porsuk ağacı yukarı bakıyor. Gotik bir şekli var.
Gözler onun ardından kalkıyor ve ayı buluyor.
Ay benim annem. Mary gibi güzel değil.
Mavi giysilerinden salınıyor küçük yarasalar
ve baykuşlar.
Şefkate inanmayı ne kadar isterdim –
Mumların aydınlattığı heykelin yüzü,
eğilen, özellikle bana doğru, yumuşak gözleri.
Uzun bir yoldan geldim. Bulutlar çiçek açıyor,
mavi ve gizemli yıldızların yüzünde.,
Kilisenin içinde, azizler hep mavi olacak
soğuk sıraların üzerinde narin ayaklarıyla süzülüyorlar.
Elleri ve yüzleri kutsallıkla kaskatı kesilmiş.
Ay bunların hiçbirini görmüyor. O kel ve vahşi.
Ve porsuk ağacının mesajı karanlıktır – karanlık ve sessizlik.
Türkçesi: tabutmag
Zihnin ışığı bu, soğuk ve gezenegimsi
Zihnin ağaçları kara. Işığı mavi.
Çimenler acılarını ayaklarıma bırakıyorlar, Tanrıymışım gibi,
Ayak bileklerimi iğneliyor, tevazularını fısıldıyorlar.
Dumansı, uçucu sisler mesken tutmuş
Evimden bir sıra mezartaşıyla ayrılmış bu yeri.
Gidecek yer neresi kaldı, göremiyorum işte.
Kapı falan değil ay. Kendi halinde bir surat işte.
Parmak boğumu denli beyaz ve korkunç sinirli.
Karanlık bir suç gibi sürükler denizi peşinden; sessizdir
Koyu bir umarsızlığın bakakalışıyla burada oturuyorum işte.
Pazarları iki kez, çanlar irkiltir gökyüzünü —
Sekiz dil olumlar Miraç’ı.
Sonunda, adlarını haykırırlar akılları başlarında.
Porsuk ağacı yukarı dikmiş başını. Şekli Gotik.
Arkasından gözler kalkar havaya, ayı bulur.
Ay benim annem. Meryem gibi tatlı değildir.
Küçük yarasalar ve baykuşlar salınır dışarı mavi giysilerinden.
Ah, nasıl isterdim şefkate inanmayı —
Mumlarla yumuşatılmış, tasvirdeki yüz
Özellikle benim üstüme eğmiş yumuşak gözlerini.
Uzun bir yoldan geldim. Mavi, gizemli bulutlar
Çiçek açmış yıldızların yüzlerinin üstünde.
Kilisenin içinde, bütün azizler hüzünlü olacak,
Soğuk sıraların üstünde narin ayaklarıyla salınıyorlar.
Kutsallıktan kaskatı kesilmiş elleri, yüzleri.
Ay bunların hiçbirini göremez. Keldir ve yabanıl.
Porsuk ağacının mesajı ise karanlıktır — kapkaranlık ve sessizlik.
22 Ekim 1961
Çeviren: Yusuf Eradam
s.45-46
Sylvia Plath
Ariel ve Seçme Şiirler
Kırmızı Kedi Yayınları
This is the light of the mind, cold and planetary.
The trees of the mind are black. The light is blue.
The grasses unload their griefs at my feet as if I were God,
Prickling my ankles and murmuring of their humility.
Fumy spiritous mists inhabit this place
Separated from my house by a row of headstones.
I simply cannot see where there is to get to.
The moon is no door. It is a face in its own right,
White as a knuckle and terribly upset.
It drags the sea after it like a dark crime; it is quiet
With the O-gape of complete despair. I live here.
Twice on Sunday, the bells startle the sky —
Eight great tongues affirming the Resurrection.
At the end, they soberly bong out their names.
The yew tree points up. It has a Gothic shape.
The eyes lift after it and find the moon.
The moon is my mother. She is not sweet like Mary.
Her blue garments unloose small bats and owls.
How I would like to believe in tenderness —
The face of the effigy, gentled by candles,
Bending, on me in particular, its mild eyes.
I have fallen a long way. Clouds are flowering
Blue and mystical over the face of the stars.
Inside the church, the saints will be all blue,
Floating on their delicate feet over cold pews,
Their hands and faces stiff with holiness.
The moon sees nothing of this. She is bald and wild.
And the message of the yew tree is blackness — blackness and silence.
Maria Popova (The Marginalian)
Çeviren: tabutmag