ÖNSÖZ GİBİ
Ağır, çok ağır bir dünya
1 Ocak. Yabani menekşeler açmış. Kuzey Ege’nin kente uzak, dağlara yakın kıyısında evler insansız. İki yalnız. Kış henüz; kuzey rüzgârları küçük küçük dokunup savaşmada. Şubatı martı bekliyor. Geçen yıllardan biliyorum; site yönetimi sahipsiz kedileri toplattı. İkisi kalmıştı: tekirle, beyaz… Tekirin, sahipsiz bahçelerin birinde, ölüsünü görmüş yardımcım. Beyazsa rengi yüzünden, günden güne kirlenip kararak dolaşıyor. Penceremize çıkıyor, bizi gözlüyor. Ne görüyor? İki yaşlı insan, gazeteler, kitaplar, televizyon, bir kaç duvar resmi, torun fotoğrafları, geriye dönüşler; çoğu kez çocukluğa, gençliğe. Uyuklama, suskunluk, içe kapanma.
Öğleden sonraları yardımcımız gider. Bugün pazar, tatil yapıyor. Hava giderek soğuyor. Kapılar ve perdeler akşamüstü kapatılıyor. Ev, öteki evlere benziyor dışarıdan. Sobayı canlandırıyorum.
Gazetelerden, televizyondan kan damlıyor bir yandan. Öteden yılbaşı kutlamaları. Salt gürültü, salt mutlu gibi yapan insan (Nasıl insan?) kalabalığı. “Çok çiğ çağ” demiş Necatigil Usta. “Çok çiğ çağ” şimdi. Sevinç de eğlence de sahte, bir yüzü bu… Öteki yüzü kavgazan, kıyıcı, savaşlardan savaş beğenen. Öldüren ve ölen, aptalca!
Gece, güzel bir dinginlik başlamalı. Gün kendini değiştiriyor. Ama insan kendini değiştiremiyor. Yılların getirip yüklediği ağırlıklar var; bedende, yürekte. Susmuyor, geri çekilmiyor, dinlenmiyor bir an. Bitkin uyanıyor. Düşler bile aynı, hep aynı. Dar ve kısır yaşamdan olmalı; yaşlılık işte…
Yağmurun kamçısı altında solan, pörsüyen güller… Güneş onları değil yalnız, öteki çiçekleri, çimenleri, çamları da değiştiriyor. Doğa, dünya tüm görkemiyle ışıyor.
Sabah yürüyüşümü yaparken kış serinliğine karşın, bu mucize beni de içine alıyor. Bedenim “Hadi,” diyor, “yaşlılık da neymiş”. Aklımın bir yanı havalanıyor uçurtma gibi, öte yanı ayağını yere sıkı basmış; “Akıllı ol,” diyor, “kışı unutma.” Telefonla konuşuyoruz Ankara’daki, İstanbul’daki dostlarımla. Onlar da kışlarını akıllarında tutuyorlar ama inatları da kavi. “Yaş nedir ki!” diyor biri. “Hayata teşekkür ederim, dünyaya, doğaya teşekkür ederim; soluk alıyorum, düşünüyorum, kimi sözcükleri unutsam da anlatabiliyorum.” Bir doktor, yılların hocası, kaç can kurtarmış, ölümler de görmüş.
Herkes ölüm görüyor, yaşlandıkça sevgili ölülerin sayısı yaşayanları aşıyor. Neyse ki düşlerimiz var. Anılarımız var.
İnci’yi geçen yıl, Aysın’ı on beş gün önce yitirdim. Burada, bir bakıma çekilip uzaklaştığım köşede en yakın iki dostumdu. İnci’yle sanattan, şiirden söz ederdik; resim yapardı. Aysın… Onunla hayata, hayatımıza dair pek çok şeyi paylaşırdık.
Anadolu deyişiyle, “alacası içinde” ne çok insan var. Sahte, çok yüzlü, her ilişkisi için başka bir yüzünü takınan. Çoğunluk öyle olduğuna göre arıza bizde! Bu “arıza” sözcüğünü genç bir doktor hanım kullanıyor.
Pazartesi ve cuma günleri ikinci hayatımı yaşıyorum, dörder saat. Diyaliz, dört yıl oldu. Yeni başladığımda bir genç kız (o da diyaliz hastası) bana öğüt verdi (o on yıllıkmış) “İki hayatınız olmalı. Evdeki sıkıntı, sevinç vb ne varsa eve bırakıp çıkacaksınız. Diyalizde yaşadıklarınızsa özellikle orada kalmalı. Evde evi yaşamalısınız.”
O becermiş, genç olduğu için belki. Ben henüz beceremiyorum. Eve diyaliz sokmuyorum pek de ev hastaneye benimle geliyor. Ev değil yalnız, dışarıdaki her şey.
Ağır, çok ağır bir dünya.
Burhaniye, 2011
Gülten Akın
Beni Sorarsan (2013)