Gitmek, kaçıp kurtulmak, bir çizgi çizmektir. Lawrence’a göre, edebiyatın en üstün nesnesi: «gitmek, gitmek, kaçıp kurtulmak… ufuğu geçmek, başka bir hayata girmek..» İşte Melville pasifiğin ortasında kendini böyle bulur. O gerçekten ufuğun çizgisini geçti. Kaçış çizgisi yersizyurdsuzlaşmaktır. Fransızlar bunun tam olarak ne olduğunu bilmezler. Tabii ki onlar da herkes gibi kaçar giderler, ama yalnızca kaçıp gitmeyi düşünürler, bu gizemcidir veya sanattır veyahut bu aşağılık bir şeydir, çünkü bu sorumluluklardan, girişimlerden kurtulmaktır, dünyadan çıkmaktır. Kaçmak, eylemlerini terk etmek değildir, kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz. Hayaliliğin tam tersidir. Bu hem birbirlerini kaçırmak, hem de bir şeyi kaçırmaktır, bir haberin gebertilmesi gibi, bir sistemi kaçırmaktır. George Jackson hapishane hücresinden şöyle yazdı: «buradan kaçma olanağım olabilir, ama bütün kaçışım boyunca kendime bir silah arıyorum». Ve dahası, Lawrence: «eski silahların çürüdüğünü söylüyorum, yenilerini yapın ve doğru ateş edin». Kaçmak çizgi çizmektir, çizgiler ve bütün bir haritacılık yapmaktır. Yalnızca kırık uzun bir çizgiyle dünyalar bulunabilir. İngiliz-Amerikan edebiyatı kaçış çizgisi ile çizgilerini belirleyen kimseleri tanıtmaktan bıkmaz. Thomas Hardy, Melville, Stevenson, Virginia Woolf, Thomas Woolfe, Lawrence, Fitzgerald, Miller, Kerouac. Orada her şey yola çıkış, oluş, geçiş, atlama, şeytan ile, dışarısı ile ilişkidir. Yeni bir toprak yaratırlar, ama toprağın hareketi tam tamına yersizyurdsuzlaşmanın kendisi olabilir. Amerikan edebiyatı coğrafî çizgilere göre işlemini yürütür: Batıya kaçış, asıl Doğu’nun Batıda olduğunun fark edilmesi, sınırların anlamının aşılması, itilmesi, geçilmesi gerekli bir şey gibi olması1. Oluş coğrafîdir. Bunun eşdeğerini Fransa’da bulamayız. Fransızlar çok insancıl, çok tarihsel, geçmişin ve geleceğin çok endişesindedirler. Onlar zamanlarını nokta koymaya verirler. Zamanlarını gelecek ve geçmiş tarihî terimlerle düşünürler, oluşu bilemezler. Devrim için bile, devrimci olmak yerine «devrimin geleceğine» kafa yorarlar. Bir kanalı takip etmeyi, çizgi çizmeyi bilmezler. Duvarı oymayı, törpülemeyi2 bilmezler, ağaçları, kökleri, ağaç görünümlü noktaları, kadastroyu, mülkleri çok severler. Yapısalcılığa bakın: Bu kaçış çizgilerini doldurup yükselten itiş ve çatlayışlarla iş göreceği yerde, onları takip edip çizeceği bir sosyal alana uzatacağı yerde, imleyen denilen büyük kesintilerle işleyen nokta ve pozisyon sistemidir.
Michelet’nin o nefis sayfasında mı Fransız kralları İngiliz krallarının karşıtıdır? Birincileri toprak politikalarıyla miras, evlilik, dava, üç kağıtçılık ve hile politikalarıyla, yadsıma hareketleriyle geçip giden bir cehennem treni gibi hainlikleriyle, birbirlerinin karşıtıdır. Onlarla birlikte kapitalizmin akışları zincirlerinden boşanırlar, ama Fransızlar onları engelleyen, onları saymanlayan burjuva iktidar aygıtını buldular.
Kaçmak ne kımıldamaktır, ne de tam manasıyla seyahat etmektir. Öncelikle, çünkü Fransız usulü seyahatlar vardır, kendi «benliğini» de beraberinde götürmekle yetinen, örgütlenmiş ve kültürel-tarihî seyahatler. Dahası, hiç kımıldamadan yapılan seyahatlerde, olduğu yerde kaçışlar yaratmak mümkündür. Toynbee göçerlerin, en ciddi anlamında, ne yolcu ne de göçen, en coğrafî anlamında, olduklarını ve tam tersine kımıldamayanlar, isteplere yapışıp kalanlar, büyük adımlarında yerlerinde duranlar, en büyük yeni silahların icatçıları olarak, onların oldukları yerde bir kaçış çizgisi izlediklerini göstermiştir3. Ne geçmişleri, ne de gelecekleri olan göçerlerden tarih hiçbir şey anlamadı. Haritalar, şiddet haritaları, coğrafya ise hareketli fizikten daha az bedensel ve zihinsel değildir. Lawrence, Melville’e kızdığı vakit, seyahati çok ciddiye aldığını eleştirmiştir. Seyahat vahşilere bir dönüş olabilir, ama bu türlü bir geri dönüş gerilemektir. Seyahatte daima yeniden yeriniyurdunubulmak biçimi vardır; seyahatte hep öz baba ve (en kötüsü) ana yeniden bulunur. «Vahşilere dönüş Melville’i hasta etmekteydi… Tam yola çıktığı zaman, işte yine acı çekmeye başlıyor, cennete pişmanlık duymaya başlıyor, ev ve anne bir balina avının diğer ucunda durmaktadır»4. Fitzgerald daha da iyisini söylemektedir: «Ardakalanların gerçek bir kopma meydana getirdikleri düşüncesine dönüyorum. Kopma bir çok şey anlamındadır ve eski zinciri yeniden almayla yahut başka bir zincir bulmayla, genelde, tutsak olan zincir kopuşu ile hiç bir ilintisi yoktur. Bu tuzak, onları resimlemek veya orada gemi yolculuğu yapmak isteyenler için yapılmış olan Güney denizlerinin içerdiği tuzak olsa bile, meşhur hapishaneden kaçma, bir tuzakta gezmektedir. Tam bir kopuş üzerine bir daha dönülmeyen ve bağışlanamayan, çünkü geçmişi var etmeyi ortadan kaldıran bir şeydir»5
Kaçış ve seyahat ayrı tutulsa bile, kaçış hâlâ anlamı belirsiz bir işlem olarak kalmaktadır. Kim bize bir kaçış çizgisi üzerinde bütün kaçtıklarımızı tekrar bulamayacağımızı söyleyebilir? Sonsuz ana babadan kaçarak, kaçış çizgisi üzerinde Oidipus oluşlarının hepsini tekrar bulmuyor muyuz? Faşizmden kaçarken kaçış çizgisi üzerinde faşist katılaşmalara yeniden rastlıyoruz. Her şeyden kaçarken, nasıl anavatanımızı, iktidar oluşlarımızı, alkollerimizi, psikanalizlerimizi, ana babalarımızı yeniden oluşturmadan kaçabiliriz? Kaçış çizgisinin arı ve basit bir kendi kendini mahvetme hareketi ile karşılaşmaması için nasıl davranmalıyız, Fitzgerald’ın alkolikliği, Lawrence’ın cesaretini kaybedişi, Virginia Woolf’un intiharı, Kerouac’ın acı sonu. İngiliz ve Amerikan edebiyatı yazarı alıp götüren bir yıkım sürecini tam manası ile yaşadı. Mutlu bir ölüm? Kaçış çizgisi üzerinde, onu çizerken işte sadece bunu öğrenebiliriz: geçirilen tehlikeler, orada bırakılan sabır ve sıkıntılar, sürdürülmekte olan yapılması gerekli düzeltmeler, bütün bunlar kaçış çizgisini kara deliklerden kurtarmak için. Bu önceden görülemez. Gerçek bir kopuş zaman içinde yayılabilir, artığı ile imleyen bir kesimden çok başka şeydir, gerçek bir kopuş, o daima ve sadece ona yalnış benzeyenlerden değil, ama kendi kendisine karşı, onu devamlı gözetleyen yeniden yeriniyurdunubulmadan korunmadır. Bu nedenle bir yazardan diğerine, gerçek kopuş, yine, başlanması zorunluymuş gibi atlamaktadır. İngilizler ve Amerikalıların yeniden başlama biçimleri Fransızlarınkiyle aynı değildir. Fransız usulü yeniden başlamak kazınmış masadır, yani çıkış noktası, daima kapalı noktaymış gibi emin olmak anlayışıdır. Diğer yeniden başlama usulü, tersine, hiç kesintisiz çizgiyi almak, kırık çizgiye bir parça daha eklemek, kırık çizgiyi iki kaya parçası arasından, dar bir geçitten geçirmek, yahut onun durduğu yerde, boşluktan yürütmek demektir. İlginç olanlar ne sonundakiler ne de başındakilerdir; baş ve son birer noktalamadır. İlginç kısım ortasında olan kısımdır. İngilizlerin sıfırı hep ortada bulunmaktadır. Daralmalar hep ortadadırlar. Hep bir çizginin ortasında olunur ve bu en rahatsız konumdur. Ortasından yeniden başlanır. Fransızlar fazla ağaçvari düşünürler: bilgi ağacı, ağaç biçimi noktalar, alfa ve omega, kökler ve tepe. Bu otun tam tersidir, ot şeylerin ortasında filizlendiği gibi, kendisinin de ortasından filizlenmektedir. Bu Amerikan veya İngiliz sorunudur. Otun kendine has bir kaçış çizgisi vardır ve onda kök tutmak yoktur. Kafada ot bulunur ve ağaç bulunmaz: düşüncenin anlamı, beyinin ne olduğu, bir çeşit, otun «nervous system» (sinir sistemi)dir.6
Thomas Hardy’nin örnek veren durumu: onun kahramanları birer kişi veya özne değildir, bunlar şiddet dolu hislerin toplamıdır, her biri herhangi bir dermedir, bir paket, değişik hislerden meydana gelen bir yığındır. Bireye tuhaf bir saygı vardır, fevkalade bir saygıdır bu: Kendisini bir kişi olarak algıladığından dolayı değil, Fransız usulü bir kişi gibi tanındığından da değil, tam tersine, kendi kendini ve diğerlerinin hepsini de tıp kı «tekil şanslar» kadar kuvvetli yaşadığındandır; şu ya da bu bileşimin ortaya çıkardığı tek şans. Öznesiz birey ve cinayete kadar, ölüme kadar gidilen kötü rastlantıların sayesinde, orada rastlantıların yapıldığı şans veya şanssızlık çizgileri üzerinde kayıp giden bileşimler veya dermeler, ateşli, hayat dolu duygular içindeki paketlerdir. Hardy bu deneysel ve ampirist dünya için bir çeşit Grek alınyazısını anımsatır. Duygu dolu paketler, bireyler, toprağın yersizyurdsuzlaşmasının çizgisi veya kaçış çizgisi gibi, geniş fundalığın üzerinden kaçıp giderler.
Kaçış bir çeşit taşkınlıktır. Taşkınlık yapmak izden çıkmaktır (tıpkı «coşkunluk» gibi vs.). Şeytanî ve ya ibliscesine bir şey vardır bu kaçış çizgisinde. Şeytanlar tanrılardan ayrıdırlar; çünkü tanrıların özel nitelikleri, özellikleri ve belli işlevleri, toprakları ve kodları vardır: onların uzun izlerle, sınırlarla, kadastrolarla, işleri vardır. İblislerin özelliği, aralıkları atlamalarındadır, bir aralıktan diğerine atlarlar. Oidipus «hangi iblis en fazla atladı» diye sormaktadır. Bir kaçış çizgisi üzerinde daima bir ihanet kol gezer. Geleceğini güvence altına almak isteyen bir düzen insanının hilesi gibi değil, ama ne geçmişi ne de geleceği olan basit bir adamın hile yapması gibidir bu. Bizi tutmak isteyen, toprağın yerleşik güçleri ve sabit güçler aldatılır. İhanetin eylemi iki türlü aşırma ile tanımlanmıştır: insan yüzünü Tanrı’dan ayırır Tanrı’nın yüzü de bir o kadar insandan ayrılır. İşte bu ikili ayrılmada, yüzler arasındaki yolundan sapmada kaçış çizgisi kendi yolunu çizer, yani insanın yersizyurdsuzlaşması oluşur. Aldatış tıpkı çalmak gibidir onun da daima bir «ikinci»si vardır. Oidipus’dan Colone’da, uzun dolaşmasıyla, iki kere ayartmanın örnek verici şekli yapıldı. Ama Oidipus Greklerin tek Sami tragedyasıdır. İnsandan ayrılan Tanrı, Tanrı’dan da ayrılır, bu öncelikle Ahdiatik’in konusudur. Kabil’in hikâyesidir, Kabil’in kaçış çizgisidir. Bu Jonas’ın öyküsüdür; Peygamber, bu şekilde, Tanrı’nın kendisine gösterdiğinin tersi bir yolu kendine edinir ve ordan itibaren Tanrı’nın emirlerini, ona boyun eğmesinden daha iyi bir şekilde, gerçekleştirir. Hain bütün kötülüğü kendinde toplar. Ahdiatik suların ve toprağın ayırım çizgisi ve bu kaçış çizgileriyle yolu görmekten kendi kendini alıkoyamaz. «Öğeler kendi kendilerini sıkıştırmaktan ve birbirlerine sırt çevirmekten alıkoyulmasınlar! Deniz insanı çocuklarından ve insancıl karısından ayrı tutsun… Denizleri geç, denizleri geç, diye öğüt vermektedir yürek. Sevgiyi ve yuvayı yüzüstü bırak»,7 büyük taşımacılıklarda, «buluşlarda» yalnızca bir şüphe yoktur, bilinmeyenin istilâsı yoktur, ama bir kaçış çizgisinin bulgusu ve hainliğin bir gücü vardır: Tek hain olmak, herkesin en haini olmak Aguirre veya Tanrı’nın öfkesi: Cristophe Colomb’un8, tıpkı Jacques Besse’in şahane bir hikayede betimlemiş olduğu gibi hiç bir oluşu yoktur. Papaz, kahin, hilebazdırlar, ama deneyci bir haindir. Devlet adamı veyahut şatonun adamı bir hilebazdır, ama savaş adamı (mareşal veya general değil) bir haindir. Fransız romanı bir çok hilebazı göstermektedir ve bizim romancılarımızın bir çoğunun kendisi de hilebazdır. Onların Ahdiatik ile hiçbir özel ilgileri yoktur. Shakespeare hile yapan bir sürü kral sahneye koymuştur, bunlar üç kağıt yoluyla iktidara erişirler ve işin sonunda iyi kral olduklarını açıklarlar. Ama Üçüncü Richard’a geldiğinde, Shakespeare tragedyalarının en romaneskine yükselmektedir. Çünkü Üçüncü Richard yalnızca iktidarı değil aynı zamanda hainliğini de istemektedir. O Devleti ele geçirmeyi değil, bir savaş makinasının düzenlemesini istemektedir: Nasıl tek hain olunabilir ve herkes aldatılabilir? Yorum yapanların «gerçeğe pek benzemeyen ve aşırı» olarak yargıladıkları lady «Anne» ile olan diyalog birbirine yüz çeviren iki yüzlü ve Richard’ın çizmekte olduğu dolambaçlı çizgiyi, şimdiden büyülenmiş ve rıza gösterdiğini hisseden Anne’ı göstermektedir. Ve hiç bir şey nesnenin seçiminden daha iyi hiyaneti gösteremez. Ama bu kötü bir kavram olan nesnenin seçimi olduğu için değil, bunun bir oluş olmasından, tam manasıyla şeytanî bir öge olmasından ötürüdür. Anne’in seçiminde Üçüncü Richard’ın bir kadın-oluşu vardır. Melville’de, kaptan Ahab niçin suçludur? Çünkü her balinanın avlanabilir olduğunu isteyen balıkçı grubunun istediği yasaya boyun eğeceğine, beyaz balinayı, Moby Dick’i, seçmiştir. Ahab’ın şeytanî öğesi, hiyaneti, Leviathan ile ilişkisi, kendisinin balina oluşunda edinmiş olduğu nesnenin seçimi işte buradadır. Kleist’ın Penthesilee’sinde de tema aynı gibi görünmektedir: Amazon yasası düşmanını seçmeyi yasaklarken, Penthesilee’nin günahı Aşil’i seçmiş olmasındadır. Penthesilee’nin şeytanca öğesi onu köpek oluşuna doğru taşır (Kleist, Almanları delirtmekteydi, Almanlar onu bir Alman olarak tanımıyorlardı: atının üzerinde uzun dolaşmalarında, Kleist, Alman kurallarına rağmen, devletler ve ormanlar boyunca parlak bir kaçış çizgisi çizmesini bilen yazarların kesimindeydi. Aynı şekilde, Lenz yahut Büchner hepsi Goethe’ye karşı). Ne hastalıkla, ne de sağlık ile karıştırılan özel bir işlev tanımlamak lâzımdır: sapık işlev. Sapak daima sınırda olandır, bir çokluğun veya bir grubun sınır çizgisindedir; onun kesimine aittir; ama onu başka bir çokluğa geçirmektedir ve ondan bir oluş yapar, arasında bir çizgi çizer. Bu aynı zamanda «outsider»dir9: Moby Dick veya bir şey, Lovecraft bütünlüğü, terör10. Öyle ki yazmak için kaçış çizgileriyle, özünde, bir ilişki kurmaktır denebilir. Yazmak, hayalgücünün ürünü olmayan ve yazı’nın bizi ittiğinden dolayı bize orada gerçeği yüklediğinden, takip etmek zorunda kaldığımız, kaçış çizgileri çizmektir. Yazmak oluştur, ama yazar olmak değildir. Başka bir şey olmaktır. Meslekten bir yazar geçmişine veya geleceğine göre, kişisel geleceğine yahut ölümünden sonrasına göre kendini yargılar (yüz sene sonra iki yüz sene sonra beni anlayacaklar). Bütün diğerleri kendi kendine kaçış çizgisi çizip, kurulu sözcükleri edinmediği zaman yazı’nın içindeki oluş olurlar. Yazı resmî olmadığı vakit, yazı’nın zorunlu olarak kendi hesaplarına, yazmayan «azınlıklara» kavuştuğu söylenebilir. Bu azınlıklar üzerine de yazılmaktadır zaten, yani onları nesne olarak kabul etmek anlamında değildir bu, ama tam tersine, ister istemez yazıldığına göre, onların için de kalınır. Bir azınlık baştan yapılmış bir şey değildir, azınlık saldıran ve ilerleyen kaçış çizgileri üzerinde meydana gelir. Yazıda bir kadın oluşu, vardır, ama bu bir kadın gibi yazmak değildir. Madam Bovary, «bu benim», histerik üç kağıtçı bir cümledir. Kadınların kendileri bile bir kadın geleceği üzerine yazıldığında, kadın gibi yazmaya çalıştıkları vakit bile, bunu başaramamaktadırlar, Kadın zorunlu olarak yazar değildir, ama yazısının azınlık oluşudur; bu da ister kadın olsun, ister erkek. Virginia Woolf kendi kendine «kadınca konuşmayı» yasaklamıştı: Yazının kadın oluşunu daha fazla kapmaktaydı. Lawrence ve Miller birer kadın düşmanı olarak tanınmaktadır; ama bunun yanında yazı onları dayanılmaz bir kadın-oluşa sürükledi. İngiltere, kadınlarında erkekler kadar güç sarfettiği bu oluş ile bir çok kadın romancı üretmiştir. Yazıda bir hintli-oluş, bir zenci-oluş vardır; ama bunların kızılderili veya küçük zencilerin konuşmasıyla bir ilgisi yoktur. Yazıda hayvanı taklit etmeyi içermeyen, hayvan gibi yapmak anlamını taşımayan bir kuş-oluşa girse de kuşları taklit etmeyen Mozart’ın müziğinden daha fazla bir şey olmayan hayvan-oluşları vardır. Kaptan Ahab’ın balinayı taklit etmesiyle ilgisi olmayan bir hayvan-oluşu vardır. O harika şiirlerinde Lawrence ve kaplumbağa-oluş. Yazıda kedisinden veya köpeğinden bahsetmeyi içermeyen hayvan-oluşlar vardır. Bu aslında, iki saltanat arası, kısa bir devre, herbirinin yersizyurdsuzlaştığı bir kapma kodu olan bir karşılaşmadır. Yazarken yazıdan, yazamayanlara verilir, ama bu yazıya, onsuz olmayacağı, onsuz sadece kurulu güçlerin hizmetinde bir tekrar etme olabileceği bir oluş verir. Yazarın azınlık olması okuyucudan çok yazar var anlamını taşımaz. Bugün bu doğru bile değildir: bu daima yazmayan bir azınlığın yazı ile rastlantısını belirtir ve yazı ne bu azınlıklar için, ne onların yerine, ne onların adına yazmakla görevlidir, ama öyle bir rastlaşma vardır ki, her biri diğerini iter ve onu kendi kaçış çizgisine doğru sürükler; bu birleştirilmiş bir yersizyurdsuzlaşmaktır.. Yazı, kendi oluşu olan, daima başka bir şeyle kendini birleştirir. Tek bir akım üzerinde işleyen bir düzenleme yoktur. Bu bir taklit sorunu değildir, ama bir birleştirme sorunudur. Yazar çok derinden bir yazar olmamak oluşuna girmiştir. Hofmannsthal (kendisine bir İngiliz takma adı edinmişti) bir fare isyanının sıkıntısını gördüğü vakit, hiçbir şey yazamamaktadır; çünkü hayvanın kendi içinde dişlerini gösterdiğini hissetmektedir. Çok güzel bir İngiliz filmi Willard, kahramanın da yanılmaz bir fare-oluşunu göstermektedir, bu kahraman her insancıl elverişli durumda buna asılsa da, her seferinde bu alınyazısındaki birleşmede kendini bulmaktadır. Yazarların bunca sükuneti ve bunca intiharı, bu doğaya karşı düğünler yüzünden olan olayları açığa kavuşturabilir. Kendi saltanatlarına hiyanet etmek, kendi sınıfına, kendi cinsiyetine, kendi çoğunluğuna hiyanet etmek – bundan başka hangi sebep yazmak için bir neden olabilir? Ve yazıya hainlik yapmak. Çok kişi hain olmayı düşler. Orada buna inanırlar, hem de hain olduklarını zannederler. Ama bunlar ufak hilebazlardan başka bir şey değildirler. Fransız edebiyatında Maurice Sachs’ın patetik durumu. Hangi hilebaz demedi ki: eh, sonunda gerçek bir hain oldum! Ama hangi hilebaz da akşamına şöyle söylemez: Her şeyden sonra ufak bir hilebazdan başka bir şey değilim. Hain olmak çok zordur, bu yaratmak demektir. Orada kendi benliğini kaybetmek lâzımdır, kendi yüzünü kaybetmek. Kaybolmak gerekir, tanınmayan oluş gerekir.
Sonuç, yazmanın sonucu? Bir kadın oluşu, bir hayvan, bir zenci oluşunun ötesinde vs. azınlık oluşunun ötesinde, son olarak ayırt edilemezlik-oluş vardır. Oh hayır, bir yazar «tanınmış», bilinen olmayı arzu edemez. Ayırt edilmez, en büyük hızın ve en büyük yavaşlığın ortak karakteri, yüzünü kaybetmek, duvarı delip geçmek veya aşmak, büyük bir sabır ile duvarı törpülemek; yazmanın bunlardan başka bir sonucu yoktur. Fitzgerald’ın gerçek kopuş diye adlandırdığı işte budur: kaçış çizgisi güney denizlerindeki bir yolculuk değil, ama kaçak bir gizliliğin edinilmesidir (kadın, zenci, hayvan oluşunda oluşulsa da). Sonunda tanınmaz olmak, tıpkı çok az insanın olabildiği gibi, işte hain olmak budur. Hiç tanınmamak çok zor bir şeydir, hatta kapıcısı tarafından tanınmamak; adsız şarkıcı, tekrar edilen nakarat. «Yumuşak gecedir»’in sonunda kahraman sözcüğü sözcüğüne coğrafî bir şekilde kendini dağıtır. Fitzgerald’ın o güzel metninde, The crack up, şöyle söyler: «15 yıl önce Great Neck banliyösünün trenlerinde gördüğüm insanların aynısını hissediyorum: kara delik beyaz duvar sistemi olarak adlandırılabilecek bir sosyal sistem vardır. Daima baskın anlatımların beyaz duvarlarına iğnelenmişiz, biz daima öznelselliğimizin deliğine, her şeyden daha kıymetli benliğimizin kara deliğine saplanmış kalmışız. Bizim kimliğimizi veren ve kendimizi bize tanıtan nesnel belirlenmelerin hepsinin yazıldığı duvar; kendi bilincimizle, duygularımızla, ihtiraslarımızla, çok bilinen o küçük sınırlarımızla ve onları etrafa tanıtmaya çalışan isteklerimizle kendi kendimizi yerleştirdiğimiz delikler. Yüz bu sistemin bir ürünü olsa da, bu sosyal bir üretimdir: gözlerin kara deliği ile beyaz yanaklı geniş bir yüz. Toplumlarımız yüz yaratmak ihtiyacındadırlar. İsa yüzü bulunur. Miller’in sorunu (ve zaten Lawrence’ın da sorunu buydu): oluş çizgileri çizerek bizde araştırıcı kafaları özgürlüğe kavuşturmak için yüzü nasıl bozmalı? Geriye, ezilmeden, çarpmadan duvarı nasıl geçmeli, dibinde dönüp durmak yerine, karadelikten nasıl çıkmalı, hangi parça karadelikten çıkmaya yarar? Sonunda artık sevmeye yetenekli olmak için aşkımızı bile nasıl kırabiliriz? Nasıl ayırtedilmez olmalı? «kollarımda tuttuğum kadının gözlerine bakmıyorum, ama onları yüzerek geçiyorum, baş, kol ve bacakları, hepsi birden ve bu gözlerin çukurunun ardında hiç balta girmemiş bir dünya, gelecek şeylerin dünyasının uzandığını görüyorum ve bu dünyadan bütün mantığın yok olduğunu görüyorum… Göz, kendinin özgürleşmesini belirtmiyor, aydınlatmıyor bile, ufuk çizgisi boyunca koşuyor; haberden arınmış ve sonsuza dek bir yolcudur bu. Doğumun yarattığı duvarı kırdım ve yolculuğumun izi eğri, kapalı ve kesintisizdir… Bütün bedenimin her zaman daha büyüyen devamlı ışık pırıltısı olması gerekir… Öyleyse kulaklarımı, gözlerimi, dudaklarımı mühürlüyorum. Tam anlamıyla adam olana dek bir park olarak varolmam olanaklıdır».11
Orada gizli bir şeyimiz, saklayacak hiç bir şeyimiz yoktur. Biz kendimiz bir giz oluruz, ister çiğ ışıkta ve ister gün ışığında yapalım, bütün yaptıklarımıza rağmen saklanan bizizdir. Bu «bela» romantizmin tam tersidir. Dünyanın bütün renklerine bürününüz, Lawrence tüm Fransız edebiyatını baştan başa kat edermiş gibi görüneni işaret etmekteydi: «pis küçük gizlilik» hastalığı. Kişiler ve yazarların daima yorumlama hastalığını besleyen ufak gizlilikleri vardı. Hep bir şeyin bize başka bir şeyi hatırlatması, bize başka bir şeyi düşündürmesi gerekir. Ufak pis bir gizlilik olan Oidipus’u kendimize seçtik ve canlı büyük gizliliğe eşdeğer olan, fark edilmeyen kendi kaçış çizgisi üzerindeki Colone Oidipus’unu kendimize edinmedik. Büyük gizlilik, saklanacak hiçbir şey olmadığı ve kimsenin sizi yakalayamadığı vakittir. Gizlilik her yerdedir ve onun söyleyecek hiç bir şeyi yoktur. «İmleyen» bulunduğundan beri hiçbir şey yoluna girmez oldu. Dil yorumlanacağı yerde, o bizi ve kendi kendisini yorumlar oldu. İmleyenlik ve yorumlama dünyadaki iki hastalıktır, despot ve papaz çiftidir. İmleyen ana-baba etrafında dönüp durmaktan bıkmayan ufak gizliliktir. Biz kendi kendimizi rehin alıyoruz, ölçülülüğü ve gizliliği oynuyoruz, «bilin bakalım hangi gizlilikle açılıyor ve büyüyorum» havası ile ilerliyoruz. Etteki kıymık. Ufak gizlilik kendini, genelde, dindarca ve narsisik, hazin dolu bir otuzbir çekmeye getirir: Fantasma! «Buyruklara karşı çıkmak» üç kağıtçı olan bir papaz veya bir Papa’nın kanunun da bulunan seminerciler için çok güzel bir kavram. Georges Bataille çok Fransız bir yazardır: ufak gizlilikten içeride bir anne, aşağıda bir papaz ve yukarıda bir göz ile Fransız edebiyatının özünü yaptı12. İmleyen ve yorum biri birinde, diğeri biri ile beslenerek, fantasmaların yazıyla yapmış olduğunu yeterince söyleyememektedir (sinemayı bile kapladı). «Fantasmalar dünyası geçmiş dünyaya aittir» duyulan ve suçluluk duygusuna giren bir tiyatrodur. Bütün yollarda haykırarak yürüyen insanlara rastlanılmakta: «yaşasın iğdiş edilmek, çünkü bu arzunun kökeni ve sorunudur. Ortada olan hep unutulmaktadır. Bembeyaz duvarın üzerinde bizi sıçratmaktan, kapkaranlık bir deliğe yeniden tıkmaktan ve kendini tanıtmaktan başka nesnesi olmayan bu ufak pis gizlilik için yeni papaz ırkları, daima, yaratılmaktadır.
Senin sırrın o, hep senin yüzünde görülmektedir. Yüzünü kaybet. Anımsamadan, nokta koymadan, yorumlamadan ve fantasmasız sevmeye yetenekli ol. Yalnız bazen pislikten donan yahut taşan, bazen birleşen yahut ayrılan akıntılar olmalı. Bir kadın ve bir erkek birer akımdırlar. Tüm aşk yapmakta olan, bütün cinsellikler tek bir cinsellikte yahut iki cinsellikten, cinsellikte oluşlardır ve bunların iğdiş edilme ile hiçbir ilgisi yoktur. Kaçış çizgisi üzerinde tek bir şey var olabilir, o da yaşam deneyimi. Önceden asla bilinemez, çünkü asla ne gelecek, ne de geçmiş vardır. «Ben işte olduğum gibiyim». Böylece hepsi biter. Asla fantasma yoktur, ama sadece, yapıldıkça daima değişen, araştırdıkça aldatılan sıra sıra kıyılar yahut akıntı aksın diye paylaşılan kanallar gibi yaşam programları vardır. Sadece, ters yüz edilmiş organlar, Doğu’da olduğu düşünülenin hep Batı’da bulunduğu yerde arayıp-taramalar vardır. Fransız yazarlarına bağlı, dakik, çalışkan domuzlukların tersine, birinin zincirlerini kopardığı her çizgi bir utanç çizgisidir. Artık hafif kirli yorumların sonsuz eleştirisi yok olmuştur; ama deney protokolleri, biten deneyimlerin duruşmaları vardır. Kleist ve Kafka zamanlarını yaşam programları yapmakla geçirmişlerdi: programlar ne bildiri ne de fantasmadırlar, ama öngörü yeteneklerimizi aşan, bir deneyimi ulaştırmak için, yer bulma araçlarıdırlar (programlı müzik denilen de budur). Uyuşturucunun programlı deneyimlerinde Castanedanın kitaplarının gücü her seferinde yorumlamaların bozulmasında ve meşhur imleyenin elenmesindedir. Hayır, uyuşturucu etkisi altında koştuğum ve gördüğüm köpek, bu orospu çocuğu annem değildir… Olduğundan başka bir şey anlamına gelmeyen ve beni onunla oluşturan bu hayvan-oluşu sürecidir. Oraya başka oluşlar da eklenecektir, moleküler oluşlar ki orada hava, ses, su akımları benimkiyle birleştiği sırada kendi küçük kısımlarından kopup tutunurlar. Bizi ayırtedilemezliğe doğru götüren bütün bir mikro-algılama, bir idrak etmedir. Deneyiniz ve asla yorumlamayınız. Programlayınız ve fantasmalaştırmayınız. Yazının kadın – oluşuna en fazla giren yazarlardan biri olan Henry James «mucizevî yorumlama sanatı» sayesinde hakimiyetine almaya başlayan telegrafik bir akım içinde alman bir postacı kahraman yaratmıştır. Mektup gönderenlere değer biçmek, şifreli veya adsız telegramlar. Ama parçadan parçaya doğru giderken yorumun erimeye başladığı, ne bilginin ne algılamanın ne gizliliğin ne de ilahîliğin kaldığı yaşam dolu bir deney kendi kendine kurulmaktadır. «Yorumlayamadığı ölçüde onu bilebildi, açık seçik gösteren karanlıklardan eser kalmadı… sadece çiğ bir ışık kalmıştı». Amerikan veya İngiliz edebiyatı bir deneyim sürecidir. Yorumlamayı yok etmiştir.
En büyük yanlışlık, tek yanlışlık kaçış çizgisinin yaşamdan kaçışı içerdiğini sanmak olacaktır; düşgücünde veya sanatta kaçış. Ama kaçmak tersine gerçek üretmek, yaşamı yaratmak, kendine bir mücadele silahı bulmaktır. Genelde, bu aynı yanlış harekette yaşam kişisel bir şeye indirgenir veya eser sonunu kendinde bulmak zorundadır, ya da tam bir eser gibidir ve bu daima yazının yazısına gönderimde bulunur. Bu nedenle Fransız edebiyatı bildirgelerle, ideolojilerle, yazı kuramlarıyla ve aynı zamanda kişilerin kavgalarıyla, bir nokta koymaktan başka bir nokta koymaya giderek, nevrotik gönül almalarla, narsisik yargılarla dolup taşmaktadır. Yazarların toprakları, vatanları yapılan eserde tinselden daha çok şeyleri olmasıyla birlikte kişisel bir inleri vardır. Kişisel olarak kokmaya bayılırlar, çünkü her şeyden önce yazdıkları imleyen ve yücedir. Fransız edebiyatı sık sık edepsizliğe methiye nevrozudur. Eser yaşamdaki küçük sırlara ve göz kırpmalara gönderdiği ölçüde, imleyen olacaktır veya bunun tersi de olabilir. Bunu anlamak için kalifiye eleştirmenleri işitmek gerekecektir; onlar Kleist’in yenilgilerinden, Lawrence’ın iktidarsızlığından, Kafka’nın çocuksuzluğundan, Caroll’un küçük kızlarından bahsederler. Bu çok aşağılık bir şeydir. Bu daima dünyanın en iyi niyetlerindedir: yaşam kılıksızlaştıkça eser daha büyük görünecektir. Böylelikle bir eseri geçen yaşamın gücünü görmek riskine katlanılmaz. Her şey baştan ezilir. Bu aynı duygu aynı iğdişlenmenin tadıdır, koca imleyeni tıpkı eserin sonuymuş gibi gösteren ve küçük düş-gücü ürünü imlenen, fantasma, yaşamın sunulan çaresidir sanki. Lawrence iyileştirilemeyecek kadar entelektüel, ideolojik ve idealist, tamamen eleştiri dolu, yaşamı yaratacağı yerde eleştiren bir edebiyat olması dolayısıyla Fransız edebiyatına sitem ediyordu. Mektuplardaki Fransız milliyetçiliği: korkunç yargılama hastalığı ve yasalanma bu edebiyattan gelmektedir: bu yazarlar ve onların kahramanları arasında bir çok histerik vardır. Nefret etmek, sevilmek istemek, ama bunun yanında sevmek ve beğenmek iktidarsızlığı. Gerçekte, yazmada bir sonuç yoktur; çünkü, açıkça, yaşamın kişisel bir şeyi yoktur. Yahut yazının amacı yaşamı kişisel olmayan bir güce taşımaktır. Oradan itibaren her türlü toprağı, kendinde taşıyan her türlü sonucu bırakıp gider. Niçin yazılır? Çünkü konu olan yazı değildir. Yazarın zayıf bir yapısı, sakat bir sağlığı olabilir. Ama bu nevrozlu bir hastanın tersine ondan daha aşağı bir şey değildir: Yaşam doluluğun bir çeşidi (Spinoza, Nietzsche veya Lawrence gibi) kendinden geçen etkiler veya onu boydan boya geçen yaşam için en azından çok zayıftır. Yazmanın başka bir işlevi yoktur: akım olmak ve diğer akımlarla birleşmek -dünyanın bütün azınlık- oluşları olmak. Akım şiddet dolu bir şeydir, anında oluşur ve yerini bir başkası doldurur; yaratma ve yıkma arasındadır. Yalnızca bir akım yersizyurdsuzlaştığı zaman diğer akımlarla birleşebilir ki, onlar da yersizyurdsuzlaşımlar ve bunun tersi de mümkündür. Bir hayvan – oluşunda, bir insan ve bir hayvan birleşmektedirler, ama hiçbiri diğerine benzememektedir; hiçbiri diğerinin taklidini yapmamaktadır, biri diğerini yersizyurdsuzlaştırır ve çizgiyi daha ileriye doğru iter. Ortadan değişinim (mutasyon) ve yerini alma, değiştirme sistemi. Kaçış çizgisi bu oluşların yaratıcısıdır. Kaçış çizgilerinin ülküleri yoktur. Yazı birleşimi akımların birbirlerinin yerine geçmelerini sağlar ki oradan yaşam kişilerin duygularından, toplumdan ve saltanatlardan kurtulsun. Kerouac’ın tümceleri bir Japon resmi kadar kanaatkardır; hiç bir dayanağı olmayan bir elin çizdiği saf bir çizgi, bu çağların ve saltanatların içinden geçer gider. Bu kadar kanaatkarlığa erişmek için gerçek bir alkolik gerekmekteydi. Yahut Thomas Hardy’nin fundalık – tümcesi, fundalık – çizgisi: bu fundalığın romanın konusu veya maddesi olmasından dolayı değildir, ama modern bir yazı akımı unutulamayan fundalık akımı ile birleştiğinden dolayıdır. Fundalık – oluş yahut Miller’in ot – oluşu ki buna Çin – oluşu adını verir. Virginia Woolf ve onun bir devirden başka devire, bir saltanattan başka saltanata, bir öğeden diğerine geçmiş kabiliyeti: Virginia Woolf’un iştahsızlığı (anorexi) şart mıdır? Sevgi ile yazılır, her yazı bir aşk mektubudur: gerçek edebiyat. Aşk yüzünden ölmeli veya bu aşk nedeniyle yazmaktan vazgeçilmelidir; yahut yazmaya devam etmek, ikisini de yapmak. Kerouac’ın Yeraltındakiler’den daha büyük, daha önemli, daha içe sinen bir aşk kitabı tanımıyoruz. O «yazmak nedir» diye sormuyor, çünkü yazının kendisinin onun için bir oluş olması yahut başka bir oluştan geçmesi şartıyla, yazı’mın kendisini yapan başka bir seçeneğin olanaksızlığının tüm gereksinimi onda vardır. Kendisinin kendinden başka bir sonu olmayan bir yazı için yaşamın zavallı bir giz olması yerine, yazının kişiselden çok yaşam için araç olması. Ah! gerçek daima yarına bırakıldığına göre, düşgücünün ve simgenin sefaleti.
03- Toynbee, L’Histoire (Tarih), Gallimard, s: 185.
04- Lawrence, Etudes sur la litterature classique Americaine (Klasik Amerikan Edebiyatı Üzerine Araştırmalar) Seuil yayınevi, s: 174.
05- Fitzgerald, La Felure (Çatlaklık), Gallimard, s: 354.
06- Steven Rose, Le Cerveau Conscient (Bilinçli Beyin), Seuil Yayınevi.
07- Lawrence, Klasik Amerikan Edebiyatı Üzerine Araştırmalar. Seuil yayınevi s: 166. Ve ikili ayırılmalar üzerine, Hölderlin’in Jean Beaufret’in açıklamaları ile Oidipus üzerine gözlemler, 10/18 yayınevi. Ve Jonas üzerine Jerome Lindon’un kitabı için bkz. Editions de Minuit.
08- Jacques Besse, La grande Pâque, (Büyük Paskalya) Ed. Belfond.
09- Normların dışında yaşayıp, dışarıda bulunan bir insan. (Ç.N.)
10- Lovecraft (Hovard Philips) (1890 1937) Amerikalı Kurgubilim ve korku romanının en meşhur yazarlarından biridir: Örneğin en meşhur eserlerinden biri Şeytanlar ve Hârikalar’dır. (Ç.N.)
11- Henry Miller, Tropique du Capricorne (Oğlak Dönencesi) Ed. Chene, s: 177.
12- Gerçeküstücü akım içinde ve A. Breton’a karşı bir düşünceyi savunan Georges Bataille papazlıktan yetişme bir seminarist olmuştur ve bu sonra dinsizliğe kadar gitmiştir; başının üzerinde Tanrı’yı gördüğü üçüncü bir gözün varlığını söylemekteydi. Annem adlı romanında annenin gizli eşcinselliğini konu edinmişti. (Ç. N.)
Gilles Deleuze (Claire Parnet)
Diyaloglar
İkinci Bölüm
İngiliz Amerikan Edebiyatının Üstünlüğünden (58-77)
Türkçesi: Ali Akay
Bağlam Yayınları / 27
Haziran 1990