“Kuşların peşini bırakmadığı o havanın, bizim beş duyumuza kapalı olan uçsuz bucaksız bir dünya olmadığını nereden biliyoruz?” diye hayretle yazıyordu William Blake henüz bunu doğrulayacak aletlere sahip olmadığımız iki yüzyıl öncesinde. Çok basit keşiflerden biri olan hayvan krallığının ötesi ‘gerçeklik’ normumuzun aslında radikal bir şekilde birbirinden farklı izlenimlerin bir çoğulluğu olduğu fikrini doğurdu. Bu gerçeklik kişiye mahsus deneyimlerin bireysel algısı ve yorumlamasıyla şekillenmektedir. ‘Gerçek’liğin bir şeridi – bir masa, çiçek, keşisen sokaklar arasındaki bloklar – bir kuş, bir köpek, Blake ve sen tarafından tümüyle farklı bir şekilde deneyimlenir.
Bilim tarihçisi ve şair Diane Ackerman benzersiz bir zarafetle bu çoğulluğu 1990 tarihli Duyuların Doğal Tarihi adlı eserinde incelemeye alıyor.
Ackerman şöyle yazıyor:
Dünyayı duyularımızın radarı aracılığıyla sezmeden onu anlamamızın başka hiçbir yolu yok. Duyularımız bilincin sınırlarını tanımlar, çünkü bizler bilinmeyenden doğmuş olan doğal kaşifler ve sorgulayıcılarız; hayatımızın çoğunu rüzgarlarla savaşarak geçiririz; uyuşturucu kullanırız, sirklere gideriz, ormanlarda dolaşırız; müziği yüksek seste dinleriz, egzotik kokular satın alırız, yemek kitaplarına yüksek meblağlar öderiz ve hatta yeni bir tat deneyimlemek adına kendi hayatımızı riske atarız. Japonya’da şefler çok titizlikle hazırlamazsa yiyen kişiyi zehirleme ihtimali yüksek olan balon balığının ya da fugunun etini servis eder. Çok seçkin şefler sırf yiyen kişinin dudağında tatlı bir sızı bırakmak için zehrin belli miktarını et içinde bırakır, böylece kişilere ölüme yakın olmanın nasıl olduğu fikrini verir.
Ackerman duyularımızın her birinin arkasındaki biyolojik makineyibir bilinç fonksiyonu olarak incelemeye devam ediyor:
Derinlerde bir yerde, gerçekliğe olan adanmışlığımız yalnızca kolaycı bir evlilik ve biz onu falcılara, şamanlara, sofulara, dini öğretmenlere, farkındalık seviyesi yüksek olan aydınlara emanet ediyoruz. Onlar titiz ama belli bir rutine bağlı olarak çözümleyici duyularımızı yükseltiyor, doğanın rüyalara, mitolojinin kaynağına akan çiğ tecrübesine yaklaştırıyor.
[…]Oldukça bireysel ve doğaçlama olan ve sıklıkla bizi diğerlerinden farklı kıldığını düşündüğümüz pek çok duyumuz bizden çok ötesine uzanır. Onlar dünya üzerinde yaşamış herkes ile bağlantı kurmamızı sağlayan genetik bir zincirdir. Bizi diğer insanlara ve hayvanlara, zamanın ve ülkelerin ötesine bağlı kılar. Kişisel ve kişisel olmayan; çok özel bir ruh ve akrabaları, birey ve evren arasında bir köprü kurar. REM uykusunda beyin dalgalarımız 8 ve 13 hertz aralığında yoğunlaşır; bu bir ışığın epilepsiyi tetikleyen şiddet aralığıdır. Dünya yaklaşık olarak 10 hertzde titreşir. Yani en derin uykumuzda, dünyanın titreşimine senkronize oluruz. Rüya görerek, yeryüzünün rüyası oluruz.
Thoreau Ackerman’ın sözlerini doğrulayarak bir keresinde şöyle yazıyordu:
Her şey bir gizem ile başladı ve gizem ile son bulacak. Dünyanın ne kadar geniş, zorunlu prensiplerini, küçük detaylarını yakalasak ve bazı gizemlerini çözüme ulaştırsak da, daima bir şeyler bilinmeyen olarak kalacak. Eğer belirsizlik romantizmin esansı ise, hayatı daima cızırdatan ve merak duygumuzu yenileyen şeyler olacak. Dünyanın altını ne kadar kazarsak kazalım, bir şeylerin daima gizemli olacağı gerçeği insanları rahatsız ediyor. “Kendi adıma” diye yazmıştı bir defasında Robert Louis Stevenson “bir yere gitmek için yola çıkmam, sadece çıkarım. Seyahat maksadıyla seyahat ederim. Burada en büyük olay hareket etmektir.” Büyük olay gerçekten de kişinin kendi merak seviyesini durmadan yükseltmesi, hayatı mümkün olduğu kadar yaşamasıdır.
Maria Popova
Çeviri: Hande Karataş (tabutmag)