Bana hikmet sahibi ya da bilge denmesini kabul edemem. Birisi bir ırmaktan bir avuç su çıkardı.
Bunun ne anlamı var? Ben o ırmak değilim, ırmaktayım ve hiçbir şey yapmıyorum. Başka insanlar da orada ve çoğu onunla bir şeyler yapmak zorunda olduklarını hissediyorlar. Bense hiçbir şey yapmıyorum. Kuru dalların üzerinde güller açtırmam gereken kişi olduğumu hiç düşünmedim. Durup doğanın neler yapabildiğini hayranlıkla izliyorum.
Güzel bir eski öykü vardır. Bir gün bir öğrencisi hahama gitmiş ve, “Eskiden Tanrı’nın yüzünü gören insanlar varmış. Neden artık görmüyorlar?” diye sormuş. Haham da, “Çünkü bugün artık kimse o kadar eğilemiyor,” diye yanıt vermiş. Irmaktan su çıkarabilmek için biraz eğilmek gerekir.
Çoğu insanla aramdaki fark, benim gözümde, “ara duvar”ların saydam oluşu. Benim özelliğim bu. Başkalarına göre bu duvarlar öylesine kalın ki, arkasında bir şey göremedikleri için hiçbir şey yok sanıyorlar.
Duvarların ardında olup bitenleri bir dereceye kadar algılayabiliyorum ve bu benim içimden emin olmamı sağlıyor. Hiçbir şey görmeyenler emin değiller ve bu nedenle sonuçlara varamıyorlar ya da varsalar bile ipuçlarına güvenmiyorlar. Yaşam ırmağını algılamamı neyin başlattığını bilmiyorum. Büyük bir olasılıkla bilinçdışının kendisi ya da gördüğüm ilk düşler başlattı. Başlangıçta yolumu saptayan onlardır. Duvarların arkasında da işlemler olduğunu erken öğrenmem dünyayla ilişkimi biçimlendirdi. Özünde o ilişki, çocukluğumda neyse şimdi de öyle. Çocukken kendimi yalnız hissederdim; hâlâ da öyle hissediyorum çünkü bazı şeyleri biliyorum ve bunları hiç bilmedikleri ya da bilmek istemedikleri anlaşılan insanlara bazı ipuçları vermeye çalışıyorum. Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder. Bu duygu ilk düş deneyimlerimle başladı ve doruğuna, bilinçdışı üzerinde çalıştığım dönemde ulaştı. Bir insan başkalarından daha çok şey biliyorsa yalnızlaşır ama bu, o insanın arkadaşlığa düşman olduğu anlamına gelmez çünkü arkadaşlık konusunda hiç kimse yalnız bir insandan daha duyarlı olamaz ve arkadaşlık ancak, her insan kendi bireyselliğini unutup başkalarınla özdeşleşmeye kalkmazsa gelişir.
Bilinmeyen bir şeyi hissetmek ve bir gize sahip olmak önemlidir. Bu, yaşamı öznel olmayan bir şeyle, yani bir numinous’la doldurur. Böyle bir şey yaşamamış bir insan, önemli bir şeyi yaşamamış olur. Bir insanın, bazı açılardan gizemli bir dünyada yaşadığını, açıklanamayan bazı şeylerin olduğunu ve bunların yaşanabildiğini ve olan her şeyin anlaşılamayacağını hissetmesi gerekir. Beklenmedik ve inanılmaz şeyler vardır bu dünyada. Ancak o zaman yaşam bir bütün olur. Dünya benim gözümde baştan beri ucu bucağı olmayan, anlaşılmaz bir yer oldu.
Düşüncelerim beni çok zorladı. İçimde bir şeytan vardı ve varlığı sonunda kanıtlandı. Beni gücünün altına aldı ve bazen fazla cüretkâr olduysam bunun nedeni onun etkisi altında olmamdı. Bir noktaya ulaştığımda durmasını hiç bilemedim. Düşüncelerimi yakalayabilmem için sürekli bir telaş içindeydim. Çağdaşlarım, doğal olarak, görüşümü kavrayamadıkları için onların gözünde, boş yere durmamacasına koşturan biri diye nitelendirildim.
Beni anlamadıklarını gördüğümde, iletişim kurmaktan hemen vazgeçtiğim için birçok insanı kırdım. İlerlemem gerekiyordu. Hastalarımın dışında, insanlara karşı sabırlı olamadım. Bana uygulanan ve seçme özgürlüğümü elimden alan içimdeki bir yasaya uymak zorundaydım ama kuşkusuz, her zaman ona uyamadım. Hangimiz yaşam boyu tutarlı olabiliriz ki?
İç dünyama uydukları sürece bazı insanlar için hep vardım ve onlara kendimi yakın hissederdim, ama sonra beni onlara bağlayan bir şey kalmazsa onlardan kopardım. İnsanların bana söyleyecek bir şeyleri kalmasa da varlıklarını sürdürdüklerini öğrenmem hiç de kolay olmadı. Birçok insanda beni heyecanlandıran insanca bir canlılık buldum ama bu heyecanı psikolojinin büyülü dairesi içinde kaldıkları sürece duyuyor, bir an sonra, onları aydınlatan projektör başka bir yöne döndüğünde artık görülecek bir şey bulamıyordum. Birçok insana karşı yoğun bir ilgi duydum ama içlerini okur okumaz ilgim sönerdi. Bu yüzden çok düşman edindim. Yaratıcı bir insan, yaşamını çok az denetleyebilir. Özgür değildir. Şeytan’ı onun elini kolunu bağlar ve onu yönetir.
Ayıptır
bir güç yüreğimizi söküp alır.
Nedeni, gökyüzündekilerin her birinin, bizden özveri istemesi
kalsaydı, hiç de iyi olmazdı.Hölderlin
Özgür olmamam beni çok üzdü. Çoğu zaman kendimi bir savaş alanındaymışım gibi hissettim. Kendime, “Bak arkadaş, sen yere düştün ama benim ilerlemem gerekli çünkü, ‘…ayıp ama, bir güç yüreğimizi söküp alıyor’. Seni seviyorum gerçekten, ama kalamam. İnsanın şu an için yüreği parçalanıyor. Kurban olan benim. Kalamıyorum ama Şeytan işleri öyle ayarlıyor ki, insan bunu da atlatıyor ve kutsanmış tutarsızlık, ‘ihanetime’ karşın, kuşku duyulmayacak denli sadakatımı da korumamı sağlıyor,” diyordum.
Sanırım şöyle diyebilirim: İnsanlara başkalarından hem daha çok hem de daha az gereksinmem var. Şeytan işbaşında olduğunda, insan ya çok yakın ya da çok uzaktır. İnsan ancak, o suskunken ılımlı olabilir.
Yaratıcılık şeytanı bana çok acımasız davrandı. Her zaman ve her yerde olmasa da, en çok, tasarladığım sıradan atılımlarımda zorlandım. Sanırım, bu durumları tutucu yönümle telafi ettim. Pipomu hâlâ, büyükbabamın tütün kabından doldururum. O zamanlar yeni açılmış bir ılıca olan Pontresina’dan getirdiği, sapı dağ keçisi boynuzdan yapılma bastonunu da saklıyorum.
Yaşamımın izlediği yoldan memnunum. Dolu dolu yaşadım ve çok şey aldım. Bu kadarını nasıl umabilirdim ki? Sürekli beklemediğim şeyler oldu. Ben farklı olsaydım birçok şey de farklı olurdu, ama her şey olması gerektiği gibi oldu çünkü ben benim. Birçok planım gerçekleşti ama her zaman bana yararı olmadı. Her şey doğal ve kaderime uygun gelişti. Yaptığım, inatçılığımdan kaynaklanan saçmalıklara pişmanım ama o niteliğim olmasa amacıma ulaşamazdım. Bu nedenle, hem düş kırıklığı içindeyim hem de değilim. İnsanlar da, kendim de, beni düş kırıklığına uğrattılar ama onlardan şaşırtıcı şeyler öğrendim. Kendimden umduğumdan çok daha fazlasını gerçekleştirdim. Yaşam ve insan olguları çok geniş kapsamlı oldukları için sonuç diyebileceğim bir yargıya varamam. Yaşım ilerledikçe kendimi giderek daha az anlamaya ve daha az tanımaya başladım. Kendimle ilgili iç görüşüm de azaldı.
Kendime şaşıyorum; kendimden memnunum ve kendimden düş kırıklığına uğradım. Dertliyim, yitiğim ve coşkuluyum. Bunların tümüyüm. Bunların toplamının ne olduğunu da bilmiyorum. Mutlak bir değeri ya da değersizliği saptama niteliğim yok. Kendimle ve yaşamımla ilgili bir yargım da.
Tümüyle emin olduğum hiçbir şey yok. Tümüyle inandığım bir şey de gerçekten yok. Tek bildiğim, doğduğum ve var olduğum. Bana sürüklendim gibi geliyor. Bilmediğim bir şeyin temelinin üzerinde varlığımı sürdürüyorum ama tüm bu belirsizliklere karşın, tüm varoluşun sağlam bir temele dayandığını ve onun bende de sürdüğünü hissedebiliyorum.
Doğduğumuz dünya çok acımasız, ama aynı zamanda ilahî bir güzelliği var. Anlamlı oluşunun mu, yoksa anlamsızlığının mı ağır bastığına karar vermek, insanın yapısına bağlı.
Anlamsızlık tümüyle baskın çıksaydı, gelişmek için attığımız her adımda, yaşamın anlamı büyük bir oranda değerini yitirirdi. Ama böyle değil ya da bana öyle geliyor. Büyük bir olasılıkla, tüm metafizik sorunsallarında olduğu gibi, her ikisi de doğru. Yaşam anlam ve anlamsızlık demek ya da yaşamda anlamlar ve anlamsızlıklar var. Anlamın ağır basıp zaferi kazanmasını kaygılı bir umutla yürekten istiyorum.
Lao-tzu, “Her şey apaçık, bulanık gören benim,” demekle, benim bu ileri yaşımda hissettiklerimi ifade etmiş. Lao-tzu, olağanüstü bir içgörüşle değeri ve değersizliği görmüş ve yaşamış ve yaşamının sonunda kendi benliğine, yani sonsuz bilinmeyen anlama dönmeyi arzu eden bir insana iyi bir örnektir. Yeterince şey görmüş yaşlı adam arketipi sonsuza dek gerçek kalacak. Her entelektüel düzeyde bu tip ortaya çıkar ve yaşlı bir köylü de olsa, Lao-tzu gibi büyük bir filozof da olsa, kimliği her zaman aynıdır. Bu, yaşlılık ve kısıtlanma demek, ama beni dolduran öylesine çok şey var ki: bitkiler, hayvanlar, bulutlar, gece ve gündüz ve insandaki ölümsüzlük, tümü. Kendime olan güvenim azaldıkça, her şeyle kan bağım olduğu duygusu artıyor. Aslında bana, beni dünyadan uzun bir süre ayıran yabancılaşma iç dünyama kaydı ve beni beklenmedik bir biçimde kendimden uzaklaştırdı gibi geliyor.
Carl Gustav Jung
Erinnerungen, Träume, Gedanken
Anılar, Düşler, Düşünceler
Otobiyografi
Almanca aslından çeviren: İris Kantemir
Can Sanat Yayınları