Sputnik uydusunun yumuşak bip…bip…biip sesi 4 Ekim 1957 tarihinde Dünya’ya ulaştığında, Sovyetler Birliği kendi uzay programlarının ilk tartışmasız başarısını ilan etmişlerdi. Sovyetler Sputnik‘i gizlice fırlatmışlardı ve haberler Amerika Birleşik Devletleri’ne şaşırtıcı bir şekilde ulaşmıştı. Sovyetlerin ilkelerine göre başarısız olduğu takdirde bir roketin fırlatılması olayı gizli kalmalıydı çünkü onun halka açık bir şekilde gerçekleştirilmesi yalnızca propagandaya sebep olurdu. Sovyetler, 1990 yılına kadar insanlı aya iniş girişiminde bulunmayı bile reddetmişlerdi ve görevi esnasında ölmüş olan kozmonotları da arşivlerden silmişlerdi. (Dünyanın yörüngesinde tur atan ilk insan olan Yuri Gagarin’in idman kazasının detaylarının üzeri 2013 yılına kadar örtüldü.)
Sputnik‘in şaşırtıcı bir biçimde fırlatılmasından bir yıl sonra, NASA (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) kuruldu. Amerika Birleşik Devletleri’nin uzay programının Sovyetlerin programından farklı olması gerektiği belirlenmişti. Marketing the Moon: The Selling of the Apollo Lunar Program (Ay’ın Pazarlanması: Apollo Projesinin Satışı) adlı eserlerinde David Meerman Scott ve Richard Jurek, Amerika’nın programını şu şekilde açıklıyorlar: Bu, içerisinde gerçeklerin ve verilerin özgür bir biçimde temsilciler ile halk arasında dolaşabileceği ve bunun da kapsamlı bir halkla ilişkiler programı kullanarak yapılacağı bir “açık program” olmalıydı. Bu radikal bir öneriydi: Askeriye değil, NASA bilgi verebilirdi ve bilgi bir görevden sonra değil, önce verilmeliydi – askeriyenin tipik gizlilik stratejisinin bir antiteziydi. Trajedi de başarının yanında rapor edilmeliydi.
Bir şekilde şüphecilik içeren başlığına rağmen, Ay’ın Pazarlanması adlı eser sadece uzay programının “satışı” ile ilgili veya NASA halkla ilişkiler makinesinin “dönmesi” ile ilgili bir hikaye değil – aksine, yirminci yüzyılda gerçekleşmiş olan en geniş ve en başarılı bilim eğitimin yaygınlaşmasına, titiz ve sade bir bakış sunuyor.
Roket fiziği, jeoloji, astronomi ve daha fazlası, bu mesleklere ait olmayan insanlara nasıl açıklanabilir? Kamu İşleri Ofisinin laboratuvarından çıkan, TV yapımcısına, sunucuya, evdeki izleyiciye ulaşan – bu bilgi zinciri nasıl doğruluk ve açıklık sağlayabilir? Hem NASA’nın hem de Apollo programının ilk günlerinde az bulunan basın materyallerini – basın bültenleri, referans materyalleri, haber bültenleri ve muhabirlerin çalışma anlarından fotoğraflar – kullanarak Scott ve Jurek bir gerçeğin piyasaya sürülmesinin, bir füzenin fırlatılması kadar riskli olduğunu gösteriyorlar: ikisi de hedeflerine ulaşmayı görkemli bir biçimde başaramayabilirler.
Halkla İlişkiler Ofisi bilginin uygunluğunu kontrol ediyordu, mesajını değil. Ofis başından beri ajans içerisinde muhabir olarak çalışmaları; halkın hangi hikâyeleri bilmesi gerektiğine ve bu bilgilere hangi dillerde erişim sağlanabileceğini belirlemeleri için eski gazetecileri işe alıyordu – muhabirler, muhabirlerin ihtiyacı olan şeyi bilirlerdi. Bu, günümüzde “marka gazeteciliği” olarak adlandırılabilecek bir hareketti fakat o zamanlar, hikâyesinin doğru ve faydalı bir şekilde anlatılmasını isteyen bir devlet müessesesi için devrimsel bir adımdı.
Fakat kontrol meselesi, NASA tarafından düzenlenmiş olan en tartışmalı medya ilişkilerinden birisinin konusu haline geldi: 1959 yılında Merkür 7 astronotlarına ve eşlerine 500,000 $ (çünkü kadınlar yıldızlara gitmeden yıllar önce, kadınların uzay keşfindeki rolleri astronot eşi olmak anlamına geliyordu) ve aynı zamanda devlet tarafından karşılanmayan bir şekilde 100,000 $ yaşam sigortası poliçesi ödemiş olan LIFE dergisi/World Book sözleşmeleri. Bu sözleşmeleri vergi ödeyenler tarafından finanse edilen bir “kazanç” olarak görmek kolaydı fakat NASA, belki de tecrübesizlikten ötürü, bu sözleşmeyi astronotların kışkırtılmaktan ya da medya tarafından sömürülmekten korumanın bir yolu olarak görmüştü. Astronotlar yalnızca özel hayatlarıyla ilgili konuşabilirlerdi, görevler hakkında değil.
NASA basın bültenlerinde, gazetecilerin makalelerinde, arka plan materyallerinde, destekleyici medya sempozyumlarında, televizyon haberlerinde bulunan muhabirlerin ihtiyaçlarına hitap eden materyaller yaratıyordu. Her görev, gerçekleştirilmeden önce Halkla İlişkiler Ofisi tarafından açıklanıyor ve herhangi bir basın kitinden daha ayrıntılı metinler ve görsellerle rapor ediliyordu.
Apollo 11‘in fırlatılmasından önce gazetecilere Apollo Uzay Gemisi Haberleri Belgesi dağıtılmıştı ve bu kalın, üç klasörlü, çevirmesi kolay sayfalara sahip bir belgeydi. Kumanda kapsülünün, oksijen tanklarının, uzay elbisesinin ve daha fazlasının detaylı grafik resimlerini içeriyordu. Sovyetlerin yönetiminde yayınlanması ihanet olarak var sayılacak bir teknik bilgi ansiklopedisiydi fakat NASA bu referans kitabını, büyülenmiş olan öğrenciler halkı için, faydalı bir “sınıf bildirisi” olarak görüyordu.
Uzay programından bahseden herhangi bir reklamın, gerçek bir doğruluk elde edebilmesi ve hiçbir ürünün direkt olarak desteklenmediğini garantiye almak için NASA’ya sunulması gerekiyordu. Anlaşmalı kurumlar ürünlerinin aya seyahat ettiğinin reklamını yapabilirlerdi fakat onun kullanıldığının reklamını yapamazlardı. Hiçbir astronot, bir reklamda gösterilemezdi; yalnızca onların kimliği belirsiz olan meslektaşları gösterilebilirdi. Uzayda çekilmiş olan fotoğraflar devlet üretimiydi ve dolayısıyla kamu mülküydü.
NASA’nın hikâyesinin anlatılması hususunda televizyon en zor ve en önemli çıkış noktasıydı. Halkla İlişkiler Ofisi, yapımcıların uzay gemisi modeline, haritalara, grafiklere, çizelgelere ve aynı zamanda bilim adamları ile yapılan röportajlar ile doğru soruları sorma rehberine erişimi olduğundan emin olmalıydı. Görev mesajdı; kavramın açıklanması kolaydı, bunun yerine getirilmesi çok zordu. Apollo 11 yayını esnasında CBS’i (Columbia Yayın Sistemi’ni) avantajlı bir konuma sevk etmiş olan Walter Cronkite, gerekli bir yoğun program olarak ele aldığı Halkla İlişkiler Ofisinin bilgilerine güvenmişti:
Uzay programını konu almak hepimiz için çok zor bir şeydi… Uzay uçuşunun mekanikleri ile ve de yerçekimsiz ortamda ve uzayın atmosfersiz ortamında hareket eden bedenlerin fizik özellikleri ile ilgili öğrenmemiz gereken çok fazla şey vardı.
Halkla İlişkiler Ofisi kendisini, 1959 yılında açıklandığı şekliyle, “NASA programlarının süreci ile ilgili olarak, Meclisi ve medyayı gerçeklerle – saf gerçeklerle – donatmak” için yaratılmış olan, doğru bilimsel bilgilerin şampiyonu olarak görüyordu. Meclis de bir izleyici kadar önemliydi ve her bir sezonda uzay eğitiminin bütçe dolayısıyla demode bir hal alması da talihsiz bir gerçeklikti. Halkla ilişkiler bir algıdan fazlasıydı; o, uzay programlarının ölüm kalım meselesiydi. Apollo 11‘in ay kapsülü elli bölge turuna başladığı zaman halkla ilişkilerin yerini yerel üyeler almıştı ve bu da olayın bir bilim fuarından çok özel gösteri olmasına sebep oldu.
Fakat bu NASA’nın ve uzay programının yalnızca genel algısının bir hikâyesi. Bu durumda bu, halkın uzay için duyduğu şehvetin ve yıllar boyunca Carl Sagan’ın muhteşem görüşlerinin, Neil deGrasse Tyson’ın bunu tekrardan ele almasının ve Sagan’ın Evren konusunu öven yorumların hikâyesi değil. Tyson, karmaşık bilimsel fikirlerin şiirsel anlatımıyla birlikte, tüm platformlar üzerinde bilimi destekledi ve kısaca açıklama sanatını ustalıkla gerçekleştirdi:
Kısaca açıklamak kullanışlıdır çünkü bu, daha fazlasını öğrenmek için çaba gösterecek olan birisinde istek uyandırır…
Bir işin anlatım şekli, işin kendisi kadar önemlidir. Bu, Wernher von Braun’un, Apollo 11 astronotlarının Columbia kumanda modülü uçağı ile dünyaya geri döndükten sonra NASA’nın İnsanlı Uzay Aracı Merkezindeki muhabirlere hitap ederken bildiği bir şeydi:
Bu programa daimi olarak vermiş olduğunuz desteklerinizden ötürü hepinize teşekkür etmek istiyorum. Çünkü halkla ilişkiler ve bu programların halka güzel bir biçimde sergilenmesi eylemi var olmasaydı, biz bunu başaramazdık.
Brain Pickings by Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)