İlkbaharda kışı hatırlamıyor olsaydık, bu kadar güzel olmazdı… Yaşamın klavyesinin yarısı eksik olurdu. Yaşamı, siyah tuşları olmayan bir piyanoda, bemol veya tizler olmadan çalardık.
Kelimelere aktarılmış en güzel ve en canlı düşünce olarak Albert Camus şöyle demiştir; “Sonunda öğrendim ki kışın derinliklerinde, benim içimde mağlup edilemez bir yaz yatıyor“. Bu düşünce aynı zamanda; kışın sürekli olarak ruhsal anlamsızlık sembolü, ürpertici rahatsızlığın psiko-duygusal bir tundrası, sıcaklık için duyulan acı bir özlem olarak algılandığı mevsimsel metaforlarımıza yüklenen kültürel bagajın düşünce simgesidir.
2011 yılında, deneme yazarı ve uzun süredir de New Yorker yazarı olan Adam Gopnik; Winter: Five Windows on the Season (Kış: Mevsim Üzerine Beş Pencere) adıyla yayınlanan Massey Konferans Serisini eksiksiz bir biçimde ödüllendiren Kanada Yayın Şirketinin 50nci yıl kutlama konferanslarında, kışın görkemi ve tatmin ediciliğini değerlendirmek amacına girişti. Kısmen kışa yazılmış şiirsel aşk mektubu, kısmen de kış mevsiminin popüler hayal gücündeki imgesinin titizce yazılmış kültürel tarihi olan Gopnik’in araştırması Schubert, Pushkin, Hans Christian Anderson ve Goethe’nin çalışmalarından mühendislerin, mimarların ve kutup kâşiflerinin mevsim hissimizi şekillendirmelerindeki rollerine kadar çeşitlilik içeriyor.
Gopnik şöyle yazıyor:
İnsanlar, arıların bal yapışı kadar doğal bir şekilde metaforlar yaparlar ve yaptığımız en doğal metaforlardan birisi de kışa yaptığımız terk edilme ve geri çekilme metaforudur. En eski kış metaforları ise kayıp içeren tüm metaforlardır.
Kendisinde kışın genç yaşından beri uyandırdığı “nadir duyulan muhteşem sükûnet hissi” üzerine düşünerek Gopnik, beyaz mevsimin kültürel mitolojisine hoş bir şekilde karşı gelen bir nokta öne sürüyor:
Bir fırtınanın önceden bildirildiğini duyduğumda kalbim yerinden sıçrıyor, hatta Paris’in daimi griliğinde bile; soğuk havanın haberi verildiğinde gülüşüm genişliyor, hatta New York’un daima kırk küsur fahrenhaytında bile. Gri gökyüzü ve Aralık ışıkları benim içimde beslediğim neşe fikri. Eğer cennet diye bir şey varsa onun kararmış mor-gri bir gökyüzünün olmasını ve ağaçların üzerinde beyaz ışıkların olmasını; ilk kar tanelerinin düşüyor olmasını ve tarihin de her zaman – yılın en güzel günü olan, okulların kapalı ve dükkânların açık olduğu, Noel’e yalnızca bir haftanın kaldığı – 19 Aralık olmasını isterdim.
Fakat Gopnik böyle bir halin bizim zamanımıza özgü bir lüks olduğunu iddia ediyor:
Bir kış zevki, kışın manzaralarına duyulan bir aşk – onların kendi hallerinde çok güzel ve baştan çıkarıcı oldukları ve insan ruhuna en az herhangi bir yaz sahnesi kadar gerekli oldukları inancı – modern zamanın bir parçasıdır. Wallace Stevens “The Snow Man” (“Kardan Adam”) şiirinde bu yeni hissi “kış zihni” olarak adlandırıyor ve bunu, yanılsamaları olmayan bir dünyayı kabullenişimiz ile ve Tanrı’sı olmayan fakat anlamı olan bir dünyada yaşamaya hazır oluşumuz ile tanımlıyor. Kış zihni, kış için bir zihin; mevsimi bir sıcaklık ve ışık kaybı olarak (sıcak ve ışığa yaşam ve ilahilik anlamları yükleyerek) algılamamak; aksine ona olumlu, hatta arındıran bir şeymiş gibi tepki vermek gerekir, başka bir şeyin varlığı – güzel ve barışçıl, evet, fakat aynı zamanda gizemli, garip, yüce bir şeyin varlığı – modern bir zevktir.
Tatmin edici sözler ustası olan Gopnik, karşılaşılabilecek en güzel modernlik tanımlarından birisini yapıyor:
Modern kelimesini kullanırken, azametli türden fikir tarihçilerinin kullanmayı sevdikleri şekilde kullanıyorum. Yalnızca şu anı değil, aynı zamanda on sekizinci yüzyılın sonlarında bir zamanda başlayan – Fransız ve Sanayi Devrimlerinin ikiz ejderhalarının püskürttüğü ateşten ve daha sonra da küllerini yirminci yüzyılın en azından son dönemlerine üfleyen; üzerine bilim ve kitle kültürü konmuş olan ikiz akciğerlerle derince çizilen – uzun tarihi dönemi de belirtiyorum. Bir büyüme çağı ve bir şüphe çağı; hem Avrupa’da hem Amerika’da ilk kez daha çok insanın daha önce olmadığı kadar ısındıkları ve daha az insanın Tanrı’ya inancının olduğu bir dönem – yani, reddedildiği bir dönem.
Her ne kadar karanlığın en şevkli savunması yapay ışığın yaygınlaşmasından hemen sonra kaleme alınmış olsa da Gopnik bizlere kışın çekiciliğinin, yapay sıcaklığın fethi aracılığıyla mümkün kılındığını hatırlatıyor:
Kışın romantizmi ancak içerisine çekilebileceğimiz sıcak ve güvenli bir evimiz olduğunda mümkündür ve böylece kış hem izlenecek hem de yaşayabileceğimiz bir mevsim haline gelir.
Robin Wall Kimmerer’in; isim vermenin yaşam üzerinde itibar sunması ve varoluşa anlam vermesi üzerine yarattığı seçkin düşünceyi akıllara getiren bir düşüncesinde Gopnik şöyle yazıyor:
Sadece adlandırma ve tanımlama eylemlerinin içerisinde bulunan o kışı izlemenin insancıl bir maksadı vardır… Eski kutup kaşiflerinin yaptıkları ilk şey buzulları ve sahilleri adlandırmaktı – patronlarının ve onların annelerinin isimleriyle adlandırıyorlardı – daha sonra, bir sonraki keşif grubunun yaptığı şey de bu isimleri değiştirip, aynı şeyleri imparatorların ve onların kızlarının isimleriyle adlandırmaktı. İsimler tutunma noktalarıydı; çekiçlerin buzdan bir duvarın üzerinde salt bir varoluş yakaladıklarının hayaliydi.
[Adlandırma eylemi] dünyayı insancıl yapan bir şeydir. İçlerinde yapı ve anlam bulunmayan doğal olaylara yapı ve anlam verir… Geçtiğimiz iki yüz yılda kışı içerisinden sağ çıkılmaya çalışılacak bir şeyden, araştırılacak bir şeye; korkulacak bir şeyden, farkında olunacak bir şeye çevirdik. Bu; ayrımların, farklılıkların ve dünyadaki açıklamalarının yavaş yavaş emeklemesi aracılığıyla gerçekleşti… Yani, asla üstesinden gelinemeyen fakat tanınabilen bu yer (dünya) aracılığıyla. Kışın fethedilmesi, hem fiziksel bir gerçek olarak hem de hayali bir eylem olarak, dünyanın sınırlarının modern zamanda yeniden gözden geçirilmesi sürecindeki en güzel bölümlerden birisidir; bu bizim doğanın ne olduğu ile ona karşı ne hissettiğimiz arasına bir çizgi çekme şeklimizdir.
Rilke’nin kışın bizlere yaşamın zenginliği ve insan ruhunun kararlılığı hakkında ne öğrettiği konusunda yazdığı mektuptan neredeyse bir asır sonra Gopnik şöyle yazıyor:
Buz şarabı, içen herkesin bildiği gibi, baskı sonucunda üretilmiş tatlılıktır. Haber bu değil, yani tam olarak değil. Her güzel şarap şekerini, şartlarının baskılanması sonucunda elde eder: şampanyanın soğuk ülkesinin üzümü olan pinot noir, iklim ısındıkça yumuşak ve sulu bir hal alır. Fakat buz şarabı olağandışı bir baskının sonucunda elde edilen aşırı tatlılıktır. Her kış Niagara yarımadasındaki üzümler yalnızca soğumaları için değil, aynı zamanda resmen donmaları için bırakılırlar – bir meyvenin başına gelebilecek en kötü şeydir bu – ve sonra sert soğuk, bütün doğal şekeri üzümün çekirdeğine toplanmaya zorlar ve orada baskı ile çıkarılmayı beklerler.
Bu basit paradoksun içinde – en sert havanın en güzel şarabı üretmesinde – kış mevsimine ve ona duyduğumuz hislere şekil veren bir sır vardır. Ilık bir iklimde soğuğun baskısı olmasaydı; yalnızca bir yükselme ve alçalma olarak değil de, bir yıldan diğer bir yıla geçerken bir dörtlükten gelen aşırı sallantı, darbe! olarak tecrübe edilen mevsimlerin döngüleri olmasaydı, dünyadaki dengeleyici irade ortadan kaybolurdu. Bitki biliminde, eğer kışın şiddetini atlatabilirlerse baharda çiçek açan tohumlara verilen güzel bir terim vardır – vernalizasyon (çiçek açma ya da erken çiçek vermek üzere bitkinin ya da tohumların soğuğa maruz bırakılması). Evet, geçtiğimiz birkaç yüz yılda yaşamımızın birçok yönü “vernalize” halini aldı (Sıcakta yaşayanlar bile en azından soğuğun sembollerinin gerekliliğini fark ettiler, tıpkı Aralık ayında Los Angeles’da her yere sıkılan kar spreyleri gibi). İlkbaharda kışı hatırlamıyor olsaydık, bu kadar güzel olmazdı… Yaşamın klavyesinin yarısı eksik olurdu. Yaşamı, siyah tuşları olmayan bir piyanoda, bemol veya tizler olmadan çalardık.
Brain Pickings by Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)