Babamın nefesi durduğunda, dudaklarının arasından hava üfleyerek ciğerlerini yeniden çalıştırmayı denedim. Sonra ona sarıldım. Annem ve kız kardeşim de sarıldılar. Kız kardeşimle annemin ağladığını duyabiliyordum ve sonra kendimi de duydum.
Cenaze evinin görevlisi geldiğinde yatağın ucunda ayakta duruyorduk. Yüzlerin üçü de gözyaşıyla ıslanmıştı.
Babam, bir bacağındaki yeni yapılmış beyaz alçı dışında çıplaktı. Hafta başında kötü bir biçimde düşmüştü. Cildi solgundu, tıpkı parşömen gibi parlıyordu ve daha uzun yıllar kullanılabilir gibi göründüğünü düşündüğümü hatırlıyorum.
Cenazeci, tekerlekli bir katlanır sedye ve yeşil bir ceset torbası taşıyordu. Tam olarak bir işçinin iş tulumunu giydiği gibi giyilmiş çizgili koyu bir takım içinde iriyarı bir adamdı. Takımının resmiyeti saygı yansıtıyormuş gibi görünmüyordu. Önce düzeneğini kurdu ve ardından odadan çıkmamızı istedi. Reddettik. “Bunu görmek isteyeceğinizi sanmıyorum,” dedi. “Kateteri var.” Bildiğimizi söyledik. Kateteri bizim taktığımızı söyledik. Cenazeci omzunu silkti ve işe koyuldu. Hareket ederken ağır ağır nefes alıyordu. Vücudu, bir altmış sekizlik bir patates çuvalını tutar gibi tuttu. Sedyenin üzerine koydu ve yeşil plastik kefenin fermuarını kapadı.
Ardından sedyeyi odanın dışına itti ve çekiştirip zorlayarak merdivenlerden garaj yoluna doğru indirmeye başladı. “Yardım edebilir miyim?” diye sordum. “Hayır,” dedi sedyeyi sarsarak merdivenlerden bir kat daha indirirken.
Garaj yoluna kadar sedyenin ardından gittim.
“Ona iyi davransan iyi olur yoksa seni ısırır,” dedim.
“Sorun değil,” dedi adam. “Ben Rockefeller’ı da taşıdım.
“Evet,” dedim “ama Rockefeller ölüydü.”
Babamın öldüğünü kavramak hâlâ zor geliyor. O öğleden sonradan beri bariz bir biçimde birbiriyle çelişkili iki hedefe ulaşmaya çalışıyorum. Birincisi ölümünü kabullenmek; ikincisi ise bunu yenmek.
Babam, Ossining, New York’taki evinin büyük yatak odasında öğleden sonra dört civarında öldü. Tarih 18 Haziran 1982’ydi. O günden beri onu geri getirmek, yakın ve gerçek olmasını sağlamak için başarılı sayılabilecek pek çok yol buldum. Saatini takıyorum, kitaplarını yeniden okudum, dostlarıyla konuştum. Mektuplarını okudum.
Onları atmamı isterdi. “Bir mektubu saklamak, bir öpücüğü saklamaya benziyor,” demişti. İtaatkâr bir evlattım ama bu sefer dinlememiştim. Tıpkı diğer pek çok insan gibi ben de yazışmalarına çok büyük değer veriyordum. Ve bu mektupların bu kadar güçlü olmasının, onu bu kadar canlı bir biçimde akla getirmelerinin nedeni de yazarın gerçekten bunların atılacak olduğunu düşünmesiydi.
Babam, çocuklarına karşı olağanüstü ölçüde, neredeyse zorlayıcı ölçüde samimiydi. Çok fazla cin içtiğinde bilirdim, kendini utandırdığında bilirdim, zina yaptığında bilirdim. Hatta kadının rujunun rengini bile bilirdim. Genelde duymak istediğimden fazlasını duyardım. Ama yine de mektuplarda bulduğum bazı şeyler beni sarstı.
Bir erkek evlat olarak benim için en zor keşif babamın homoseksüelliğinin boyutlarıydı. Bu konuda nesnel olmam korkularını kendi korkularımdan ayırmam mümkün değil ama bu konu onu kesinlikle rahatsız ediyordu. Ölümünden sonra masasında bulduğum kâğıtlardan birinde şöyle yazmıştı: “’Saydam buz üzerinde paten yapmaktan korkuyorsun öyle değil mi?’ dedi kızım. ‘Hem senin hem de Ben’in dibi görebildiğiniz yerde paten yapmaktan korktuğunuzu fark ettim.’ Korkarım bu epey doğru. Yıllar boyunca bir homoseksüel olabileceğim gerçeğinden korktum. Daha geçerli bir korku kaynağı düşünemiyorum. Homoseksüel içgüdülerine sahiptim ve tanıdığım birkaç homoseksüel de olmayı umduğum kişiye benzemiyordu…”
Bu, kendi standartlarına ulaşamadığı birkaç alandan biri gibi görünüyordu.
Bazen soğukkanlılıkla ikiyüzlü olabildiği gerçeği beni şaşırtmıştı. Hikâyeler anlattığını biliyordum, bunları istediği gibi değiştirebileceğini de biliyordum ama her zaman bunu hikâyenin hatırına ve verdiği keyfi artırmak için yaptığını düşünürdüm. Hâlâ çoğu örnekte bunun geçerli olduğunu düşünüyorum ama bir yazarı övdüğü ve daha sonra ortak bir meslektaşıyla yazışırken aynı yazarı acımasızca eleştirdiği örnekler de var.
Ama bu kitabın konusu bu yakınmalar ve bir alkoliğin çocuğunun çok daha alışılagelmiş şikayetleri değil. Bu mektuplar sıra dışı bir adam tarafından yazılmıştı ve babamın sıra dışı olması zalimliğinden veya kusurlarından kaynaklanmıyordu. Sıra dışı yanı mutluluğu ve bu mutluluğunu etrafındaki insanlara yayma yeteneğiydi.
Keyifli ruh hali genellikle basitlikle, insanın karşı karşıya olduğu şeylerin karanlık yanını görmek ya da cazibesini kabullenmek istememesiyle ilişkilidir. Babam öyle değildi. Time dergisinin kapağında yer alan “Ovid in Ossining” [Ossining’deki Ovidius] başlıklı makalede kendisinden görkemli bir biçimde bahsedildiğinde romancı Josephine Herbst ona yazmış ve Time makalesinde bahsi geçen yaşamın kutlanması meselesinin diğer her şeyden ziyade derin bir karamsarlıktan kaynaklandığını söylemişti. Onun hakkında bilgi edindikçe bu kulağa daha doğru geliyor.
27 Mart 1964’te yayımlanan bu Time makalesinde babam “Bir kurgu parçasının farklı olayları bir araya getirerek birbiriyle ilişkilendirmesinden ve yaşamın kendisinin yaratıcı bir süreç olduğu, bir şeyin belirli bir amaç doğrultusunda bir başka şeyin üzerine konduğu, bir deneyimde kaybedilen şeyin bir sonrakinde yerine konulduğu ve olanlardan bir anlam çıkarma gücüne sahip olduğumuz hissini doğrulamasından daha büyük bir keyif bilmiyorum,” demişti.
Hayatı birbiriyle bağlantılı ve manevi açıdan mantıklı bir galakside bir araya getirme çabası daktilonun başından kalktığında da durmazdı. Gördüğü ve dokunduğu her şey canlıydı ve bir anlamı vardı, pozitif ya da negatif yüklüydü. Eskiden sokakta bir yabancıyı gözümüze kestirdiğimiz ve onun için hayatının geriye kalanını, banyosundaki gümüş rengi duvar kâğıdını, kahvaltıda yemeyi sevdiği yanık çörekleri, yumurta sarısına karşı ölümcül alerjisini hayal ettiğimiz bir oyun oynardık.
Ben evde yaşarken, geceleri yemek odasındaki şöminenin yanında duran sarı koltukta oturup beni beklerdi. Genellikle masada bir bardak cin ve elinde bir sigara olurdu. Konuşmak isterdi. Bazen sorunlarımı dinlemek, bazen kendi sorunlarından bahsetmek isterdi. Bu kadar içki içmeyen bir babam olmasını arzulamam gerektiğini söylerdi ve ben de her zaman hayır derdim.
Sanırım bu beni İsimsiz Alkolikler’in teşvikçi olarak adlandıracağı, alkoliğin kendini mahvetmesine çanak tutan biri yapıyor. Belki de öyle ama sevdiğiniz insanları, onları bulduğunuz halleriyle kabul etmeniz gerektiğine inanıyordum ve hâlâ da buna inanıyorum. En kötü nitelikleri genelde en iyileriyle bağlantılıdır.
Konuşmamız bittiğinde, köpekler üzerlerinde uyumasın diye kumaş döşemeli sandalyelerin ve kanepelerin üstündeki tüm yastıkları kaldırır ve yatağa giderdik. Sonraları içkiyle yaşadığı sorunlar, içmesiyle ilgili anılarımı şekillendirdi ve ilişkimizin inişli çıkışlı olduğu da kesinlikle doğru. Benimle yalnızca bir defa tartıştığını hatırladığını söylemeyi severdi ama hafızası benimkinden çok daha seçiciydi. Ve bazen onu düşünmek bana acı veriyor ama çok fazla içki veya sigara içmesem de hâlâ cinle tütün kokusunun nefis bir bileşim olduğunu düşünüyorum.
Babam, çok büyük ve temel çelişkileri bulunan bir adamdı. İkna edici bir biçimde tek eşliliği öven yazılar yazan bir zinacıydı. Herhangi bir cinsel muğlaklık belirtisinden nefret eden bir biseksüeldi. Büyürken “homofobik” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmezdim ama “ibne” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilirdim ve kullanıldığını duymuştum. Babam bir defasında mezar taşında söyle yazması gerektiğini söylemişti: “John Cheever burada yatıyor / Asla bir hostesi hayal kırıklığına uğratmadı / Veya arkadan almadı.” Bu, bugün kulağa klasik bir inkâr vakası gibi geliyor. John Cheever’in biseksüel olduğundan herkesin haberi varmış gibi görünüyor ama altmışlı yaşlarına gelinceye kadar ben bundan şüphelenmemiştim bile. Bazı dostları ve komşuları bugün bile bunu inkâr ediyor. Ama onunki basit bir gizlenmiş homoseksüellik vakası değildi. Şimdi karakterinin temel bileşenlerinden birinin yanıltmak olduğunu anlıyorum. Ayrıca, homoseksüel dürtüleri hiçbir zaman heteroseksüel dürtülerini gölgede bırakmamıştı. Altmışlarının sonlarında, birden fazla genç adama fena halde müstehcen aşk mektupları yazarken aynı zamanda sabah yedide kalkıyor ve anneme bir kahvaltı tepsisi hazırlıyordu. Bu tepside bir Ingiliz çöreği, bir taze portakal suyu ve vazo içinde bir gül oluyordu. Tepsiyi annemin yatağına götürür ve ardından kendisi de yatağa girmeye çalışırdı.
Ama kendisi de çelişkilerinin ve bunlar için uydurabileceği basit ve olağanüstü ölçüde yetersiz bahanelerin fazlasıyla farkındaydı. 1966’da dostu yazar John Weaver’a yazdığı bir mektuptan: “Hayes adında bir deli doktoruna gittim ve bana temel yabancılaşma ve saldırganlık duygumu gizlemek için kendime trajik bir cana yakınlık maskesi yaratmış olduğumu söyledi; bir saat önce bunun hakkında derin düşüncelere dalmışken telefon çaldı, ESQUIRE’dı. Janet Landgard’la ilgili bir makale hazırladıklarını ve Janet’ın fotoğraf yazılarının sevgili Bay Shiffers (Cheever’ın yaygın bir hatalı telaffuz biçimi) tarafından yazılmasını rica ettiğini çünkü Shiffers dışında herhangi birinin fotoğraflarının altına yazı yazmasını istemediğini söylediler ve ben de fotoğraf yazılarını yazacağımı söyledim ve şu anda durum bu.” Janet Landgard, “Yüzücü” filminin setinde tanıştığı bir aktristti; Weaver’a yazdığı başka bir mektupta Landgard’ı “Bu 18 gibi görünen muhteşem piliç. Doğal, bal rengi saçları, kocaman soluk mavi gözleri, biraz çarpık dişleri ve savunmasız görünen güzel bacakları var,” şeklinde betimlemişti.
John Cheever, bu çelişkilere rağmen veya bu çelişkiler sayesinde yalnızca bir kurgu yazarı olarak değil aynı zamanda bir baba, eş, dost ve sevgili olarak da başarılıydı. Ve çok eğlenceliydi. Örneğin burada, Bir Taraftarın Notları (1968) kitabının yazarı Frederick Exley’e 1965’te yazılmış iki mektuptan alıntılar yer alıyor. Babam bundan kısa süre önce Beyaz Saray’da bir akşam yemeğine katılmıştı.
… Dün gece geç geldim, buzdolabını açtım, bir parça soğuk et kaptım ve onunla birlikte plastik tabanı ve iki keskin kancası olan bir takma dişi de yuttum. Ne doktor ne de dişçi (Watertown’lı bir çocuk) yarına kadar muayenehanelerine gelmeyecek ama öğlen yaklaşıyor ve karamsar bir pazartesinin alışılagelmiş ıstırabından başka pek bir şey hissetmiyor gibiyim. Kendime zengin olduğumu, çok sayıda tutkulu ve olağanüstü ölçüde güzel kadın tarafından sevildiğimi, 18. yüzyıldan kalma bir taş evin ve iki sadık labrador retreiver’ın sahibi, üç güzel ve zeki çocuğun babası ve Beyaz Saray’ın düzenli konuğu olduğumu söyleyip duruyorum. Takma dişler böyle kusursuz birini nasıl devirebilir?
Ve bir hafta sonra:
Sevgili Bay Exley,
Sonunda en büyük ıstırabı Watertown’lı dişçi çekmiş gibi görünüyor. Bana önlük ve boyunluk taktıktan sonra köprünün hangi parçasını yuttuğumu sordu. Bütününü yuttuğumu söyleyince bembeyaz oldu. Neşeyle bağırsaklarımdan çıkardığımı düşündüğümü söyledim. Boğuk bir sesle tıbbi yardım olmadan çıkarmamın mümkün olmadığını söyledi. “O kancalarla mümkün değil,” dedi. Çenesini kapatmasını o kadar istedim ki; ama yanılmış gibi görünüyor. Bugünlerde osurduğumda çıkan sesin polis düdüğünü andırdığı doğru ama çok az acı hissediyorum ve taksi çevirmek benim için çok kolay.
Babamın takma dişlerini yuttuğunu sandığı geceyi hatırlıyorum. Bir komşunun havuzunda yüzüyorduk ve bunu fark ettikten sonra el feneriyle geri döndük, o feneri tutarken ben de köprüyü aramak için daldım. Bulamadık. Takma dişler en sonunda havuzun filtre sisteminde bulundu. Bahçıvanın bir başka, daha zengin konuğun kaybettiği elmas yüzüğü aradığını hatırlar gibiyim. Her şekilde, babamın osuruklarının tonunda veya ses seviyesinde dikkate değer herhangi bir değişiklik yoktu. Bu noktaları vurguluyorum çünkü babamın iyi bir öykü anlatmaya yönelik ilgisinin gerçekler olarak kabul edebileceğimiz şeylere yönelik ilgisinden daha fazla olduğunu en başından bilmek önem taşıyor. 1980’de, Sanki Cennetti Görünen’i (Knopf, 1982) yazarken John Updike’a gönderdiği bir mektupta bu konudan bahsetmişti: “Bir roman üstünde çalışıyorum ama bunu söylemekte çok zorlanıyorum. Senin de bu zorluğu yaşayıp yaşamadığını merak ediyorum. Gün biterken bazen insanlar şunu soruyor: Hâlâ yazıyor musun?’ ‘Ah evet,’ diyorum, ‘Booth Tarkington’ın biyografisini yazıyorum.’ İşe yarıyor ama gerçek bu değil.”
İşe yarayanlar genelde gerçek değildi. Ancak bu sapmalar çoğu zaman eğlenceliydi ve bazen de gizli şeyleri açığa çıkarıyordu. Bu kitapta, yaşamın —bazen aynı olayın— nesrinin prizmasından farklı yansıdığını insanların görebilmesi için günlüklerinden ve kurgularından alıntılara da yer verdim.
Bu geleneksel anlamda bir mektup derlemesi olmayacak, daha ziyade adamın yazışmalarından yansıyan bir görüntüsü olmasını umuyorum. Babamın yaşamındaki tüm önemli dönemler mektuplarda aktarılmış. Haftada onla otuz arası mektup yazmış ve bunları her türlü koşul altında yazmış. Eşine ve çocuklarına, sevgililerine, editörlerine ve cinsel birliktelik yaşadığı erkeklere yazmış. Evdeyken ve pek fazla bir şey olmadığı sırada da yazmış, Roma’dan, hastane yataklarından ve alkol tedavisi gördüğü yerlerden yazmış. Georgia’daki ordu kamplarından ve Beverly Wilshire’dan yazmış. Ve iyi yazmış. Kırk yıldan uzun süre yazıştığı New Yorker’daki editörü William Maxwell, “John Cheever asla kötü bir mektup yazmazdı,” dedi. “Bana yazdığında, her zaman cambaz teli üzerindeymiş gibi bir kesinlikle yazardı.”
Telefonda pek iyi değildi. “Sana bir mektup gönderdim,” derdi ve ardından uzun ve acı verici bir sessizlik olurdu. Söylemesi gereken şey —tam olarak söylemesi gereken şey— postadaydı. Ve mektuplarında genellikle açıkça ifade etmediği ya da başka şekilde açıkça ifade edemeyeceği şeyleri aktarırdı. Örneğin üniversitedeki ilk aylarımda, Cincinnati, Ohio’da Vietnam’daki savaşı protesto ederken tutuklanmıştım. Birkaç ay boyunca, babamın yaptığım şeyi onayladığından veya en azından yaptığım şeye rağmen beni onayladığından haberim olmamıştı. Bir konuşma yapmak için Cincinnati’ye davet edildiğini ve teklifi geri çevirdiğini yazmıştı: “Onlara en büyük oğlumu tutuklayan bir şehirde bir fırın eldiveni bile yapmayacağımı söyledim.”
Kız kardeşimin Home Before Dark [Karanlık Çökmeden Evde] (Houghton Mifflin, 1984) başlıklı anılarında vurguladığı noktalardan biri de babamızın yıldızlarla dolu bir sosyal hayatının olmadığıydı. Zamanının olağanüstü yazarlarının ve editörlerinin çoğunu tanırdı ama onlarla pek sık görüşmezdi. Ama çok saygın insanlarla yazışırdı. Saul Bellow, Malcolm Cowley, William Maxwell, Eleanor Clark, John Updike, Josie Herbst, John Weaver, E. E. Cummings ve aktris Hope Lange’a yazardı. Yazışmalarının büyük kısmı kaybolmuş. Kopya tutmazdı ve gelen yanıtların büyük kısmını imha ederdi. Ancak hâlâ mektupları göndermiş olduğu insanların sakladığı, yazar ve adamın paralel gelişimini ortaya koyan binlerce mektup var.
Yaşamıyla işi arasındaki bağ çok sıkı ama aynı zamanda da gizemliydi. Babam, kurgunun “şifreli otobiyografi” olmadığını söylemekten hoşlanırdı. Bu ifadenin bariz nedenlerinden biri, onun nesrinde onurlarının lekelendiğini hisseden dostlarının ve aile üyelerinin saldırılarına karşı kendisini korumasıydı. Sıklıkla yinelediği tezine göre, iyi yazılar bu yazıların geldiği yaşamın sınırlarını o denli aşardı ki yaşamın irdelenmesi durumunda çok büyük yanlış anlamalara neden olabilirdi. Elbette haklıydı; ama bunlar onun mektupları, diş röntgeni kayıtları değil. Yazışmaları, yaşamını veya kurgusunu kesin olarak açıklamayacak ama her ikisine de ışık tutabilir. Benim için öyle oldu.
Bu kitabı oluştururken babamın bir yazar olarak hayatını kazanırken karşılaştığı zorluklar beni şaşırttı ve etkiledi. 1948 yılında doğduğumda o otuz beş yaşındaydı ve etrafımdaki dünyanın farkına vardığımda mesleki ve mali durumları güvende görünüyordu. Bu mektupları okuyuncaya kadar bu güvencenin ne kadar zor elde edildiğini ve kırılganlığının nasıl sürdüğünü bilmiyordum. Örneğin roman yazma çabalarının henüz yirmilerine varmadan önce başlamış olduğunu bilmiyordum. The New Yorker için bir kısa öykü yazarı olmanın yeterli olduğunu varsaymıştım ama kendisi öyle görmüyordu. 1947’de, John Weaver’a mali zorunluluklar nedeniyle bir kez daha roman yazmaktan vazgeçmek ve kısa öyküler üzerinde çalışmak zorunda olduğunu yazmıştı ve “Kısa öykü yazmayı ancak tavukları becermek istediğim kadar istiyorum,” demişti.
Malcolm Cowley, daha önce onu bir roman için avans almaya teşvik etmişti ve böylece ilk versiyonlarından birinin bölümlerini Malcolm’a göstermişti ama akıl hocası çekinceleri olduğunu belirtince bunları atmıştı. The Holly Tree [Çobanpüskülü] başlıklı bir başka versiyonu 1930’larda Simon and Schuster tarafından reddedilmişti. Bunun ardından Houghton Mifflin, bir elyazmasını veya en azından bir taslağı reddetmişti. 1952’de, Random House’un yayımlamak istemediği bir başka kitapla geri dönmüştü. Wapshot Kayıtları en sonunda 1957’de Harper & Row tarafından basıldı.
İlk kısa öykü derlemelerine dair değerlendirmelerde, aşırı kontrolcülüğü eleştiriliyordu. Güzel, kibar küçük parçalar yazdığını söylüyorlardı. Orta kültür düzeyindeki okurlar için harika bir yazardı. Yanlış insanlar tarafından, yanlış nedenlerle beğenilen öyküler yazıyordu. Banliyö kısa öykülerinin becerikli zanaatkârı olarak eleştirilmenin laneti, Wapshot Kayıtları’nın başarısıyla kısa süreliğine de olsa kırılmıştı ve 1964’te Harper & Row tarafından yayımlanan The Wapshot Scandal [Wapshot Skandalı] iyi değerlendirmeler almış olmasına rağmen övgülere herkes katılmıyordu. Stanley Edgar Hyman şu tepkiyi vermişti: “Çok saygın bir öykü yazarı bir roman yazmayı denediğinde ve bunda başarısız olduğunda, bu şaşırtıcı ülkede başarılı olmuş gibi ödüllendiriliyor… John Cheever’in ‘Wapshot Kayıtları’ kitabı bir Ulusal Kitap Ödülü kazandı. Cheever, ‘The Wapshot Scandal’ ile kısa öykü malzemesini bir roman olarak şekillendirmeyi tekrar denedi ve tekrar başarısız oldu. İki kez kaybetmiş biri olarak muhtemelen Pulitzer Ödülü’nün kendisine verilmesini bekleyebilir.” Babam 1969’da Bullet Park (Knopf) ile geleneksel romandan uzaklaştığında tepkiler daha da yoğun bir biçimde olumsuzdu.
Bu zor bir zamandı ve alkolikliği giderek ağırlaştıkça buna eşlik eden hastalıkları da iyice belirginleşiyor ve aile büyük bir mutsuzluk içinde yaşıyordu. Ancak bu dönem kaidenin kendisi değil istisnasıydı. İçinde bulunduğumuz çağda sanatçıyı ıstırap çeken bir ruh olarak hayal etmek bir klişe ve babamın çok derin mutsuzluklar ve belirsizlikler yaşadığı elbette doğru; aynı zamanda babamın çılgınca mutlu olabildiğini ve genellikle de öyle olduğunu unutmamak önem taşıyor. Bill Maxwell’le bu konuda konuşurken, babamı mutsuz bir adam olarak görmenin yanlış olacağını söyledim.
“Yalnızca yanlış olmaz,” dedi Bill, “aynı zamanda ayıp olur.” Yazları annem ailesinin New Hampshire’daki evine gittiğinde ve ben çalışmak, babam da yazmak için evde kaldığımızda babamla bir arada olmaktan ne kadar keyif aldığım hakkında Bill’le konuştuk. “Sanki evde hiç yetişkin yokmuş gibiydi. Stouffer’in dondurulmuş kuşbaşı bifteğinden yerdik. Ossining’deki evin verandasındaki taş bloklara oturur ve alüminyum yemek kabını aramıza koyardık. Birer çatalımız olurdu ve ortaya doğru yerdik. Kim daha hızlı yerse çoğunu o alırdı. Köpeklerin etrafımızda daire oluşturarak oturduğunu ve bunu büyük ilgiyle izlediğini hatırlıyorum. Her zaman gülerdik ve o zamanlar ellilerindeydi.”
“Evet,” dedi Bill, “bir çocuk gibi yaşardı.”
“Ama bir çocuk her istediğini yapamaz. Biri çocuğu yemeğini masada yemeye zorlayabilir.”
“Bu doğru,” dedi Bill. “Bir çocuğun elinden gelse yaşayabileceği şekilde yaşadı.”
Bu çocuksu özelliklerin onu acınası ya da savunmasız hale getirdiğini düşünmek hata olur. Bu aynı zamanda çok sık yapılan türde bir hata olur. Biyografi yazılırken, daha düşük seviyedeki biri ikna edici bir biçimde iyi yönlerini aşağı çekebilir, gerçek anlamda adi veya gülünç bir niteliği alıp adamın bütününe ilişkin algımızı şekillendirmek için bunu kullanabilir. Geçmişi aktaran kişi, belirli ölçüde kötülüğün sıradan bir adam için sıradan olduğu gibi sıra dışı bir adam için de asli önemde olduğunu anlamamış gibi görünür.
Evrim teorisi, bize çok uzun zaman önce karada yürüyebilen bir balığın dünyaya geldiğini ve bu balığın hayatta kalıp başarılı olduğunu öğretir. Bu kavram beni her zaman rahatsız etmiştir, çünkü balıklardan biri yürümeyi öğrendiğinde diğerleri buna karşılık kokteyl partilerinde onu doğruyor, firmadaki işinden atıyor ve kredi borcuna karşılık evine el koyuyor gibi görünüyor. Bu tür bir balığın başarılı olma şansı son derece düşük sanki. Ama benim babam böyle bir balıktı ve başarılı oldu ama püf noktası yanıltmaydı. Dünyaya, dünyanın görmek istediğini düşündüğü şeyi gösteriyordu. Sunduğu görüntü zeki, esprili, inandırıcı ve genellikle sahteydi.
Yanıltılanlardan biri olduğumu keşfetmek acı verici bir süreçti. Yaşamının anlamakta zorlandığım diğer pek çok alanında olduğu gibi burada da kurgusu yol gösteriyor. The Wapshot Scandal’ın ilk sayfalarını düşünüyorum. Noel arifesidir ve ihtiyar istasyon şefi Bay Jowett, çok sevdiği St. Botolphs’a doğru bakmaktadır. Yoğun bir kar yağışı vardır. Burası milyonda bir bulunacak bir yerdi, diye düşündü Bay Jowett. Seyahat kartına rağmen hiçbir zaman çok fazla seyahat etmek istememişti. Köyde, diğer herhangi bir köy gibi kaba erkekler ve şirret kadınlar, hırsızlar ve sapıklar olduğunu ama diğer herhangi bir köy gibi bu gerçekleri ikiyüzlülükten ziyade bir umut maskesi ya da biçimi olan adabın ışıltısı altında gizlemeye çalıştığını biliyordu.”
Yani belki de adabı dosdoğru ikiyüzlülük değil ama bir umut maskesi veya biçimiydi.
Şimdi bildiğim şeyleri düşününce, adamın sterilize edilmiş bir imajını sunamazdım ve o da bunu istemezdi. İnsanın onun gibi yazmak için yaşamın en kaba yönlerini tanımaya neredeyse tam bir bağlılığı olması gerekiyor. Bu nedenle, kurgusuyla bazı insanları fazlasıyla gücendirmişti. Genellikle bir “mutlu haberler getirme” dürtüsüyle yazdığını söylerdi. Ama dünyayı daha neşeli bir yer haline getirmek için onu küçültmezdi. Hayatı bunu yapmayacak kadar çok sever ve okurlarına çok büyük saygı duyardı.
Bu mektuplarda yeniden hayata dönen adam, tanıdığımı sandığım ve sevdiğimi bildiğim adamdan daha eksiksiz biri. Ama o benim için, ona değer veren veya çalışmalarına hayranlık duyan diğer insanlardan herhangi biri için olduğundan daha yabancı değil. O yoğun bir biçimde kendisi ve dünyaya kutsanmış bir bütünlük, onunla birlikteyken her zaman hissettiğim ve şimdi fazlasıyla özlediğim bir bütünlük sunuyor.
s.19—31
John Cheever’ın Mektupları
Derleyen: Benjamin Cheever
Türkçesi: Can Sezer