Bu bölüm evrim veya genetikten dem vuran bir davranış eğiliminin açıklamasında sık sık (ve yanlış olarak) savrulan o öcü sözcük hakkında değildir. Asıl anlamıyla belirlenimcilikten, yani felsefeye giriş derslerinde anlatılan “özgür iradenin” zıddı olan kavramdan söz eden bir bölümdür. Bu anlamda belirlenimcilik korkusu, şu esprili şiirde geçer:
Genç bir adam vardı ve dedi ki:
“Kahretsin! Kederlendiriyor beni
Buradan gitmenin kaderim olduğunu
Dört yanı kapalı bir kutunun içinde:
Aslında otobüsle değil, bir trenle.”
Geleneksel Makinedeki Hayalet kavramına göre, bedenimizin gerçekleştireceği davranış tercihlerini seçen bir benlik veya ruh, vücudumuzu mesken tutmuştur. Bu tercihler, daha önce gerçekleşmiş fiziksel bir olayın zorlamasıyla yapılmaz; örneğin bilardo topunun başka bir topa çarpıp onu köşedeki deliğe sokması gibi. Ama davranışlarımızın, genetik tarafından biçimlendirilmiş beynimizin fizyolojik etkinliğiyle gerçekleştiği fikri, bu geleneksel görüşü çürütüyor gibidir. Üstelik bu yaklaşım, davranışlarımızı hareket halindeki moleküllerin ortaya çıkardığı otomatik bir sonuç haline getirirken, davranış tercihlerini yapan ve kendiliğinden vücut bulmuş bir yapıyı da gereksiz kılar.
Belirlenimciliğe dair korkulardan biri de varoluşçu bir endişenin -tercihlerimizin kendi kontrolümüzde olmadığı kaygısı- su yüzüne çıkmasıdır. Yani doğru şeyi yapmak konusunda o kadar kafa patlatıp acı çekmemizin anlamı yoktur; çünkü her şey beynimiz tarafından önceden planlanmıştır. Eğer böyle bir endişe taşıyorsanız, şimdi söyleyeceğim şu deneyi yapmanızı öneririm: Önümüzdeki birkaç gün boyunca eylemlerinizi tartmakla hiç uğraşmayın. Sonuçta bu zaman kaybıdır; çünkü nasıl olsa zaten belirlenmiş durumdalar. Aklınıza eseni yapın ve anı yaşayın, kendinizi iyi hissedeceksiniz. Hayır, gerçekten bunu yapmanızı önermiyorum! Fakat karar vermekten vazgeçmeye çalışsanız ne olurdu diye bir an için düşünmek, varoluşçu endişeye Valyum etkisi yapmış olmalıdır. Beynin nasıl çalıştığından bağımsız bir şekilde, tercih yapma deneyimi hiç de kurmaca bir şey değildir. Tercih yapmak gerçek bir sinirsel işlemdir ve öngörülebilir sonuçlar ışığında davranış tercihinde bulunmak, bu işlemin açık bir işlevidir. Bu işlem, başka insanların öğütleri de dahil olmak üzere, duyulardan gelen bilgilere göre tepki verir. Siz bu işlemden dışarı adım atamaz veya işlemin sizsiz devam etmesini bekleyemezsiniz, çünkü bu sizsiniz. Eğer belirlenimciliğin en sağlam biçimi gerçekse, bu konu hakkında zaten bir şey yapamazsınız, çünkü belirlenimcilikle ilgili kaygınız ve bu kaygıyla nasıl başa çıkacağınız da belirlenmiştir. Gerçekten zaman kaybı olan şey, belirlenimcilik için varoluşçu bir korku taşımaktır.
Belirlenimciliğe dair gündelik hayatla ilgili bir korku A. A. Milne’nin bir sözünde görülebilir: “Karındeşen Jack, şüphesiz insan doğasını suçlayarak kendi kendini mazur görmüştür.” Buradaki korku, insan doğası anlayışının, kişisel sorumluluk kavramını bitireceğidir. Geleneksel görüşte, benlik veya ruh ne yapacağını seçer ve işler sarpa sarınca sorumluluğu üstlenir. Harry Truman’ın masasındaki plakette yazdığı gibi, sorumluluk başkasına yıkılmaz. Fakat bir eylemi kişinin beynine, genlerine ve evrimsel geçmişine atfettiğimizde, o eylemin hesabını o kişiden soramayız gibi görünüyor. Yani biyoloji mükemmel bir mazerete, hapisten çıkış kartına ve doktor raporuna dönüşüyor. Hatırlarsınız, bu suçlama, ruhun varlığını korumak isteyen dindar ve kültürel sağcılar ile kendi seçimimiz olmayan koşullarda kendi geleceğimizi inşa edecek bir “biz” kavramını korumak isteyen akademisyen solcular tarafından yapılmıştı.
Özgür irade kavramı sorumluluk kavramına nasıl bu kadar sıkı bir şekilde bağlıdır, ayrıca biyolojinin her ikisini de tehdit ettiği neden düşünülür? Bunun mantığı şöyledir. Bizim insanları kötücül bir eylemden ya da kötü kararlar yüzünden suçlamamız için, ancak onların bu sonucu almaya niyet etmeleri ve başka bir tercih yapacak durumda olmaları gerekir. Geyiği vurmak isterken yanlışlıkla arkadaşını vuran avcıyı ya da John F. Kennedy’yi ateş hattına doğru götüren sürücüyü mahküm etmeyiz; çünkü eylemlerinin sonuçlarını önceden göremezlerdi ve niyetleri de bu sonuçlara ulaşmak değildir. Yoldaşına ihanet eden işkence kurbanına, hemşireye bağırıp çağıran delirmiş hastaya veya yırtıcı hayvan olduğuna inandığı bir kişiye vuran deliye merhamet gösteririz, çünkü kendi yetilerinin kontrolünün onlarda olmadığını düşünürüz. Ölüme sebebiyet veren küçücük çocuğu mahkeme önüne çıkarmaz, bir hayvanı veya cansız nesneleri yargılamayız; çünkü onların bilinçli bir tercih yapabilme yeteneğinden temelde yoksun olduğuna inanırız.
İnsan doğası hakkındaki biyoloji, sanki artık daha fazla insanı suçsuzların saflarına alacakmış gibi görünüyor. Bir katil kelimenin tam anlamıyla gözü dönmüş bir deli olmayabilir, fakat son moda cihazlarımız adamın amigdalasının büzülmüş olduğunu veya frontal loblarındaki metabolizmanın yavaş çalıştığını ya da monoamin oksidaz A geninin kusurlu olduğunu, dolayısıyla adamın kontrolden çıktığını saptayabilir. Belki de bilişsel psikoloji laboratuvarının yaptığı test, onun kronik şekilde kısıtlanmış bir önseziye sahip olduğunu ve bu yüzden yaptıklarının sonuçlarının farkında olmadığını ya da zihninin kusurlu çalıştığı için başka insanların çektiği acılan anlayamadığını gösterecektir. Sonuçta, Makinedeki Hayalet öğretisi doğru değilse, suçlunun donanımındaki bir şey onu, aynı şartlarda kimseye zarar vermeyecek veya öldürmeyecek çoğunluktan ayırıyor demektir. Pek yakında bu unsuru bulacağımız için delileri ve küçük çocukları cezalandırmadığımız gibi, katillere de ceza veremeyeceğimizden korkulmakta.
Üstelik daha da kötüsü, biyoloji hepimizi.n suçlanamaz nitelikte olduğunu bile gösterebilir. Evrim kuramı, güdülerimiz için nihai mantıksal gerekçenin, evrimleştiğimiz çevre şartlan içinde atalarımızın genlerini yaymak olduğunu söyler. Hiçbirimiz bu gerekçenin farkında olmadığımız için, bu güdülere uymaktan ötürü de suçlanamayız – tıpkı delirmiş bir köpeğe boyun eğdirdiğini düşünürken aslında hemşireye saldırmakta olan akıl hastasını suçlayamayacağımız gibi. Ruhsuz varlıkları cezalandıran kadim gelenekleri duyduğumuzda bunları anlamakta zorlanırız: Bir kişinin ölümüne sebep olan öküzü taşlayarak öldürmeyi söyleyen İbrani yasası, bir kişinin yaralanmasına sebep olan baltanın yargılanmasını gerektiren Atina geleneği (suçluysa şehir surlarından atılıyordu), bir çocuğu ezmekten suçlu bulunan sabanı parçalanmaya mahküm eden ortaçağ Fransa’sından bir dava, Fransız din sapkınlarına yardım ettiği gerekçesiyle 1685’te bir kilise çanının kamçılanıp gömülmesi gibi örnekleri anlamak zordur.1 Fakat evrim biyologları bizim hayvanlardan temelde farklı olmadığımız konusunda ısrarcıdır; moleküler genetikçiler ve sinirbilimciler de cansız maddelerden temelde farklı olmadığımızı söyler. Ama insanlarda ruh yoksa bile, insanları cezalandırmak aptalca olduğu gibi neden adil de olmasın? Çocuklara hayvan olduklarını öğretirseniz, hayvan gibi davranırlar diyen yaratılışçılan önemsememeli miyiz? Ulusal Ateşli Silahlar Birliği’nin bir araba çıkartmasında yazan SİLAHLAR ÖLDÜRMEZ, İNSANLAR ÖLDÜRÜR lafını daha ileri götürüp insanlar da öldürmez, çünkü insanlar da silahlar gibi mekaniktir mi demeliyiz?
Bu endişeler hiçbir şekilde akademik değildir. Bazen savunma avukatları, beyin taramasında çıkacak sıra dışı bir görüntünün suçlanan müvekkillerini beraat ettirmesi umuduyla bilişsel sinirbilimcilere başvurur (Richard Dooling’in Brain Storm adlı romanında nükteyle sergilenen bir senaryo). Bir genetikçi ekibi, bir ailedeki erkeklerin şiddet patlamalarına yatkınlık göstermesine yol açan nadir bir gen bulduğunda, bu aileyle akrabalığı olmayan bir cinayet sanığının avukatı, müvekkilinin de aynı gene sahip olabileceğini ileri sürmüştü. Öyleyse “eylemleri bütünüyle özgür bir iradenin ürünü olamaz” demişti avukat.2 Randy Thornhill ve Craig Palmer, tecavüzün erkeğin üreme stratejisinin bir sonucu olduğunu iddia ettiklerindeyse başka bir avukat, tecavüz şüphelilerini savunmak için onların kuramına başvurmuştu.3 (Buraya en sevdiğiniz avukat fıkrasını ekleyebilirsiniz.) Owen Jones gibi biyoloji konusunda bilgili hukuk akademisyenleri “tecavüz geni” savunmasının büyük ihtimalle işe yaramayacağını, fakat günahkarları temize çıkarmak için biyolojik açıklamaların kullanılmasının genel bir tehdit olarak kalacağını ileri sürdü.4 İnsan doğasına dair bilimlerin vaat ettiği parlak gelecek bu mudur? İnsanlar suçlu ben değilim, benim amigdalamdır mı diyecek? Darwin’in yaptırdığını mı söyleyecekler? Ev ödevimi genler yedi bahanesine mi sığınacaklar?
Kendiliğinden vücut bulmuş bir ruhun kendilerini kişisel sorumluluktan kurtaracağını uman insanlan hayalkınklığı beklemekte. Elbow Room: The Varieties of Free Will Worth Wanting (Bir dirseklik yer: İstemeye değer özgür irade çeşitlemeleri) adlı kitabında felsefeci Dan Dennett, arzuladığı her şeyi yapan bir ruh özgürlüğünü asla istemeyeceğimizi belirtir.5 Davranışlara bütünüyle özgür olan bir irade karar verseydi, o zaman insanlan eylemlerinden gerçekten sorumlu tutamazdık. Bu varlık, cezalandırma tehdidinden caymaz veya yüz karasından utanmaz, hatta gelecekteki günahkar eğilimlerini engelleyebilecek bir vicdan azabı duymazdı, çünkü bu davranışların nedenlerine karşı koymayı her zaman tercih edebilirdi. Ahlaki ve yasal kurallan yürürlüğe sokarak kötücül eylemlerin önüne geçmeyi bekleyemezdik, çünkü sebep-sonuç oklarından ayn bir düzlemde uçan özgür bir etken, kurallardan etkilenmez. Bu durumda ahlak ve hukuk anlamsızlaşır. Bir günahkan cezalandırabilirdik, fakat bu bütünüyle kindarca olurdu, çünkü bu ceza, ne günahkarın gelecekteki davranışlarını ne de bu cezanın farkında olan insanların davranışlarını öngörülebilir bir şekilde etkilerdi.
Öte yandan bir ruh, saygı ve utanç ya da ödül ve ceza beklentileriyle öngörülebilir şekilde etkileniyorsa, o zaman bütünüyle özgür değildir; çünkü bu şartlara saygı göstermeye zorlanmıştır (en azından olasılık kuramına göre). Sorumluluk standartlarını, davranış olasılıklarındaki değişimlere dönüştüren her neyse, algoritma olarak programlanıp sinir sistemi donanımına yerleştirilebilir, örneğin “şu hareketi yaptığın için toplum senin hödük olduğunu düşünecekse, o hareketi yapma” kuralı gibi. Ruh gereksizdir.
Savunmacı tavır takınan bilimciler, bazen de en dik kafalı materyalistlerin hayallerinde bile davranışların asla hatasız öngörülemediğine ve her zaman olasılıklara dayandığına işaret ederek, belirlenimcilik suçlamasını savuşturmaya çalışır. (Skinner davranışçılığının en parlak günlerinde, öğrencileri, Hayvan Davranışlan Harvard Yasası’nı formüle etmişti: “Isı, zaman, ışık, beslenme ve eğitimin kontrol edildiği deney şartlarında, organizma canı ne istiyorsa yapacaktır.”) Birlikte büyümüş tek yumurta ikizlerinin bile -bütün genleri ve yaşadıkları ortamın büyük kısmı ortaktır- kişilik ve davranışları özdeş değildir, sadece çok benzeşirler. Belki beyin, moleküler veya kuantum seviyesindeki gelişigüzel olaylan makro seviyeye büyütüyor. Belki beyin, doğrusal olmayan dinamik bir sistemdir ve tahmin edilemez bir kaosa tabidir. Belki de genler ve çevrenin iç içe geçmiş etkileri öyle karmaşıktır ki hiçbir ölümlü, davranışları tam olarak öngörmeye yetecek bir doğrulukla bunların yapısını çözemez.
Davranışların mükemmele varmayan öngörülebilirliğinin, insan doğası bilimlerinin matematiksel anlamda “belirlenimci” olduğu klişesine yol açtığı kesindir. Fakat bu, bilimin özgür irade ve kişisel sorumluluk kavramlarını yozlaştırdığı korkusunu yatıştırmakta başarılı olamaz. Genlerinin (veya beyninin ya da evrimsel geçmişinin) kişiye ev sahibini %100 olasılıkla değil %99 olasılıkla öldürttüğünü söylemek züğürt tesellisidir. Davranışlar kesinlikle önceden belirlenemez, fakat tersini yapması için elinde olan % 1 olasılık kişiyi birdenbire neden “sorumlu” kılsın ki? Aslında, sorumluluğa kendi başına kapı açacak bir olasılık değeri yoktur. Raskolnikov’un beynindeki kimi moleküllerin şu yana gidip onu cinayet işlemeye itmesinin % 50 ihtimal, diğer yana gidip ona cinayet işletmemelerinin de %50 ihtimal olduğu her zaman düşünülebilir. Yine de elimizde özgür iradeye veya zararlı eylemleri azaltma vaadinde bulunan bir sorumluluk kavramına benzer bir şey olmaz. Hume, ahlaki sorumluluk meselesini, acaba davranışların fiziksel bir nedeni var mıdır meselesiyle bir tutmanın barındırdığı çelişkiyi belirtmiştir: Eylemlerimiz ya önceden belirlenmiştir, ki o zaman bunlardan sorumlu değilizdir ya da bunlar tesadüfi olayların ürünüdür, ki o durumda da bunlardan sorumlu değilizdir.
Biyolojik açıklamalara getirilecek bir yasağın kişisel sorumluluk kavramını onaracağını umut eden kişileri karşılaşacakları en büyük hayalkınklığı beklemekte. Son yıllarda kötü davranışlar için öne sürülen en gülünç bahane, biyolojik belirlenimcilikten değil, çevresel belirlenimcilikten gelmiştir: taciz mazereti, Twinkie savunması,6 kara öfke, pornografinin zehirleyiciliği, toplumsal hastalık, medya şiddeti, rock parçaların sözleri, farklı kültürel töreler (Çingene bir dolandırıcıyı savunan bir avukat ile erkek arkadaşını öldüren Kanada Yerlisi bir kadını savunan başka bir avukat tarafından gündeme getirilmiştir.)7
Tam da bu paragrafı yazdığım hafta içinde, gazetelerde iki yeni örnek daha boy gösterdi. Bir tanesi, defalarca cinayet işleyen katiller ile “diyalog kurmanın yolunu” arayan bir klinik psikoloğuyla ilgili; ki böylece onların cezalarının hafifletilmesine, affedilmelerine ya da davanın temyize gitmesine yardım edebilecekmiş. Boş Sayfa, Soylu Vahşi, ahlakçı yanılgı ve çevresel belirlenimciliği tek bir paragrafa sığdırmayı başarmıştı:
Çoğu insan, başına kötü bir olay gelmediği sürece korkunç suçlar işlemez. İnsanlar doğuştan canavar olmaz. Çocuklar doğar, korkunç şeylere maruz kalır ve sonuçta korkunç şeyler yaparlar. Canavarların doğuştan dünyaya geldiği bir dünyadansa, bu dünyada yaşamayı tercih ederim.8
Diğer haber ise Manhattan’dan bir sosyal hizmetler öğrencisi hakkında:
Wisconsin Madison’lı 25 yaşındaki Tiffany F. Goldberg’in kafasına bu ay içinde yabancı biri tarafından beton parçasıyla vuruldu. Bayan Goldberg olaydan sonra saldırgan için endişelerini dile getirdi ve kötü bir çocukluk yaşamış olması gerektiğini söyledi.
Columbia sosyal hizmetler bölümü yüksek lisans öğrencileri, Bayan Goldberg’in tavrının, şiddete bakışlarıyla tutarlılık gösterdiğini belirttiler. Öğrencilerden biri olan 27 yaşındaki Kristen Miller “Toplum bireyleri suçlamaya hazır” dedi. “Şiddet, nesilden nesile aktarılıyor.”9
Evrim psikolojisi taraftarları, atalarımızın gözünün dışarda oluşunun arkalarında daha çok döl bırakmakla ödüllendirildiğini söyleyen kuram sayesinde, erkeklerin rastgele cinsel ilişkiye girişi “mazur gösterdikleri” için azarlanırlar. Bruce Springsteen haknda “kendi hakkındaki şüpheleri, onu sık sık şeflmti grupla dolaşan kızlarda aramaya itiyordu” diyen bir biyografiden;10 Woody Allen’ın cinsel hoyratlığının “travma”dan ve annesiyle arasındaki “tacizkar” ilişkiden kaynaklandığını söyleyen bir kitap eleştirisinden; 11Hillary Clinton’ın Talk dergisindeki meşhur söyleşide kocasının libidosuna getirdiği açıklamadan cesaret alabilirler:
Çok küçükken, henüz dört yaşındayken şahit olduğu bir olaydan öyle korkmuş ki bunu ortaya dökemiyordu bile. Annesi ve büyükannesi korkunç bir kavgaya tutuşmuşlar. Bir zamanlar bir psikolog bana, bir oğlan çocuğu için iki kadının kavgası arasında kalmak en kötü durumdur demişti. Her birini memnun etme arzusu olurmuş daima.12
Bayan Clinton’ın, kocasının cinsel kaçamaklarını mazur göstermeye çalıştığı söylenmişti, gerçi beyin, genler ve evrimle ilgili tek bir kelime etmiş değildi. Bu suçlamanın mantığı şöyledir: Eğer bir eylem, bir sebebin etkisi olarak açıklanmaya çalışılırsa, açıklayan kişi diyordur ki eylem özgürce tercih edilmemiştir ve faili o eylemden sorumlu tutulamaz.
Çevresel belirlenimcilik o kadar yaygındır ki bunun etrafında bir hiciv tarzı bile oluşmuştur. New Yorker’da çıkan bir karikatürde, tanık kürsüsündeki kadın şunu söyler: “Doğru, kocam beni çocukluğunda yaşadıkları yüzünden dövdü; fakat ben de onu kendi çocukluğumda yaşadıklarım yüzünden öldürdüm.” Nan Sequitur adlı bir çizgi roman bantının bir karesinde, akıl sağlığı kliniğinin giriş tabelasında şu yazar: “Birinci Kat: Annenin Hatası. İkinci Kat: Babanın Hatası. Üçüncü Kat: Toplumun Hatası.” Batı Yakası Hikayesi’ndeki Jetler çetesini kim unutabilir ve bir polis çavuşuna “muhtaç olduğumuz için çalıp çırptık” açıklamasını yapmayı kim düşünebilir?
Sevgili nazik Çavuş Krupke,
Bunu anlaman gerek,
Biz böyle yetiştirildik,
Budur bizi yoldan çıkaran. Annelerimiz hep keş,
Babalarımız hep sarhoş,
N’apacaksın, elbette hepimiz serseriyiz.
Burada korkunç bir yanlışlık var. Bu da açıklama ile aklama kavramlarının birbirine kanştınlmasıdır. Davranışların sebepleriyle ilgili biyolojik veya çevreci kuramların eleştirilerinde ima edilen şey bu olsa bile, bir davranışın sebebini açıklamak, o davranışın failini temize çıkarmak anlamına gelmez. Hillary Clinton psikoloji tarihindeki en aptalca açıklamayı ileri sürmüş olabilir, fakat başkanın davranışını mazur göstermeye çalıştığı suçlamasını hak etmiyor. (New York Times’da çıkan bir yazı, insanların kansını eleştirmesine Bay Clinton’ın tepkisini şöyle betimler: “… ‘Ben mazur görülemeyecek bir şey için mazeret göstermedim ve eşim de bunu yapmadı, inanın bana,’ dedi ve bunu vurgulamak için kaşlarını oynattı.”)13 Eğer bir davranış tamamen raslantısal değilse, o davranışın bir açıklaması olmalıdır; çünkü tamamen raslantısal olsalardı, her halükarda kişiyi davranışlarından sorumlu tutamazdık. İnsanları davranışlarından sorumlu tutacaksak, geçerli olduğunu düşündüğümüz sebep sonuç ilişkisine dayanan herhangi bir açıklamaya rağmen bu yapılmalıdır -genlere, beyne, evrime, medya imgelerine, kendinden şüphe etmeye, büyütülme tarzına ya da dalaşan kadınlar tarafından yetiştirilmeye başvursun veya başvurmasın. Bir davranışı açıklamak ile onu mazur görmek arasındaki fark, “anlamak affetmeye yetmez” deyişinde görülebilir; aynca bu fark Hume, Kant ve Sartre gibi birçok filozof tarafından farklı yollarla vurgulanmıştır.14 Çoğu filozof, kişi gerçekten bir işe zorlanmadığı sürece (yani kafasına silah dayanmadıkça) eylemleri kafatasının içinde olup bitenler yüzünden meydana gelse bile, bunları özgürce seçilmiş eylemler olarak değerlendirmemiz gerektiğine inanır.
Fakat aynı anda hem meşru bir sebep sonuç ilişkisi gerektiren bir açıklamaya hem de özgür seçim şartıyla birlikte sorumluluğa nasıl sahip olabiliriz? İkisine birden sahip olmak için özgür irade ve belirlenimcilik arasındaki kadim ve belki de çözülemez karşıtlığı çözümlememiz gerekmez. Sadece sorumluluk kavramının neyi başarmasını istediğimiz konusunda düşüncelerimizi netleştirmemiz gerekir. İçindeki soyut değer ne olursa olsun, sorumluluk kavramının hemen ortaya çıkan pratik bir işlevi vardır: Zararlı davranışları caydırır. Birini yanlış bir eylemden sorumlu tuttuğumuzu söylediğimizde, onun kendisini cezalandırmasını bekleriz -kurbanın zararını telafi etmeli, aşağılanmayı kabul etmeli, ceza ödemeli veya pişmanlığını göstermelidir- ve suçluyu cezalandırma hakmızı da saklı tutarız. Kişi hoş olmayan (bu yüzden caydırıcı) sonuçların cefasını çekmeye gönüllüyse, sorumluluk iddialarının içi boş demektir. Richard Nixon baskıya boyun eğip sonunda Watergate meselesinin “sorumluluğunu üstlendiğinde”, ama özür dilemek, istifa etmek veya danışmanlarını kovmak gibi bedelleri kabul etmediğinde, onunla dalga geçilmişti.
Kişiyi sorumlu tutma sebeplerinden biri, onu ileride benzer eylemler gerçekleştirmekten caydırmaktır. Fakat hikayenin hepsi bu olamaz, çünkü bu önlem, davranışçıların hayvan davranışlarını değiştirmek için kullandığı cezalandırma şartlarından ancak nicelik olarak farklıdır. Dil kullanan ve akıl yürüten sosyal bir organizma için söz konusu önlem, bu şartları öğrenen ve cezaya maruz kalmamak için davranışlarını kontrol eden diğer organizmaların benzer eylemlerini de caydırabilir. Savaş suçlusu yaşlı Nazileri cezalandırmak için kendimizi zorunlu hissetmemizin nihai sebebi budur, yoksa Bolivya’daki yataklarında ölmelerine izin versek, başka bir soykırım daha gerçekleştirme tehlikeleri çok düşüktü. Onları sorumlu tutarak – kötülük nerede ve ne zaman ortaya çıkarsa çıksın, toplumun bunu kökünden söküp cezalandırma siyasetini gütmesiyle başkalarını gelecekte benzer kötülükler yapmaktan caydırmayı umuyoruz.
Bu, sorumluluk kavramının, zararlı eylemlerin azami miktarının en az bedelle önlemek için gayretli siyasetçiler tarafından tavsiye edildiği anlamına gelmez. Uzmanlar, Nazileri cezalandırmanın ileriki zalimlikleri engellemeyeceğini ya da bu emek gücünü sarhoş şoförleri yakalamaya ayırsak daha çok hayat kurtarabileceğimizi belirlemiş olsaydı bile, Nazileri adaletin önüne getirmeyi yine de isterdik. İnsanların eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmesine yönelik talep, belirli eylemleri caydırmak için yapılan hesapların yanı sıra adalet anlayışı ateşinden de kaynaklanabilir.
Fakat cezalandırmak, katıksız bir adalet anlayışıyla da olsa, nihayetinde bir caydırma siyasetidir. Cezalandırma, caydırıcılık mantığının içinde yer alan bir paradokstan gelir: Cezalandırma tehdidi belirli bir davranışı caydırsa da, o davranış gerçekleştiğinde, ceza sadece katıksız bir sadizmdir ya da caydırma tehdidini, olay olup bittikten sonra güvenilir kılmaya yönelik mantıksız bir arzuya hizmet eder. İdam cezası karşıtları, bu ceza için “kurbanı geri getirmez” der, fakat her ceza biçimi için bu söylenebilir. Filmi, cezalandırmanın yürürlüğe konacağı anda başlatırsak, kindarca bir eylem gibi görünür, çünkü cezalandıran taraf için masraflıdır ve cezalandıran kişiye zarar verir üstelik o ana hiç kimseye de bir faydası dokunmaz. XX. yüzyılın ortalarında, cezalandırmayla ilgili bu paradoksun yanı sıra psikoloji ve psikiyatrinin de yükselişiyle birlikte, bazı aydınlar, suçluları cezalandırmanın barbarların zamanından kaldığını, bunun yerine tedavinin ve ıslah etmenin geçmesi gerektiğini söylediler. George Bernard Shaw’ın The Crime ofImprisonment [Hapsetme suçu], Karl Menninger’in The Crime ofPunishment [Cezalandırma suçu] gibi kitaplarının adlarından bile yazarların görüşü anlaşılabilir. Bu görüş, William O. Douglas, William Brennan, Earl Warren ve David Bazelon gibi önde gelen hukukçular tarafından da dile getiriliyordu. Bu radikal Krupkeciler belirlenimcilik korkusu çekmiyor, iki kollan ardına kadar açık bir şekilde belirlenimciliği karşılıyorlardı.
Her ne kadar kısa vadede · anlamsız olduğunu kabul etseler bile (bazı azılı suçluları etkisiz hale getirmek dışında kalanlar için) günümüzde çok az insan suçluları cezalandırmanın gereksiz olduğunu ileri sürer. Çünkü cezalandırma konusunda karar verirken, kısa vadeli etkileri hesaba katmış olsaydık, potansiyel günahkarlar bu hesabı önceden sezebilir ve kendi davranışlarını buna göre yönlendirebilirlerdi. Suçu engellemekte geç kaldığımızdaysa cezalandırmaya değer bulmayacağımızı tahmin edebilir ve blöfümüzü görüp adeta dokunulmazlıkla hareket ederlerdi. Tek çözüm, o andaki etkilerinden bağımsız olarak günahkarları cezalandıran kararlı bir siyaset yürütmektir. Cezalandırma tehdidi blöf değil sahiciyse, ortada görülecek bir blöf de kalmaz. Oliver Wendell Holmes’un açıkladığı gibi: “Astıracağım (veya elektrikli sandalyeye oturtacağım) kişiyle felsefi bir konuşma yapıyor olsaydım şöyle derdim: Yaptığın işin senin açından kaçınılmaz olduğuna şüphem yok, fakat başkalarının bunu tekrarlamaması için seni toplumun iyiliği adına kurban etmemiz gerekiyor. İstersen kendini ülkesi için ölen bir asker gibi görebilirsin. Fakat hukuk bir söz verdi mi tutmalıdır.”‘15 İlk anda ödenen bedellerden, hatta ortak anlayış ile gösterdiği tutarsızlıktan bağımsız şekilde bir “ilke meselesi” olarak adaleti uygulamanın temelinde işte bu sözün tutulması vardır. İdama mahkılm kişi intihar girişiminde bulunursa onu acil servise yetiştirmeye ve kurtarmaya uğraşır, sağlığına yeniden kavuşması için tıbbın en modern imkanlarını hizmetine sunar, sonra da onu öldürürüz. Bunu “adaleti yanıltma” yollarım kapatan siyasetin bir parçası olarak yaparız.
İdam cezası, caydıncılığın paradoksal mantığının renkli bir canlandırmasıdır, fakat bu mantık daha hafif cezalar, şahsi intikam eylemleri, aşağılamak ve horgörmek gibi manevi sosyal cezalar için de geçerlidir. Evrim psikologları ve oyun kuramcıları, caydıncılık paradoksunun, adalet arzusuna destek veren duyguların evrimine yol açtığını ileri sürer: Amansız bir karşılık verme ihtiyacı, kötücül bir eylemin evreni dengeden çıkardığı ve ancak suçla orantılı bir cezanın bu durumu düzelteceği hissini doğurmuştur. Bir bedel ödemek zorunda kalsalar bile kendilerine karşı gelen insanlara misilleme yapma duygusuyla hareket eden kişiler çok daha güvenilir rakiplerdir ve sömürülme ihtimalleri daha düşüktür.16 Birçok hukuk kuramcısı ceza hukukunun, insanların karşılık verme arzusunun kontrollü şekilde hayata geçirilmesiyle ortaya çıktığını ve bu duygunun kan davasına dek tırmanmasını engellemek için tasarlandığını ileri sürer. Viktorya dönemi hukukçusu James Stephen “ceza hukuku ile intikam güdüsü arasındaki ilişki, evlilik ve cinsel dürtü arasındaki ilişkiyle aynıdır” demiştir.17
Dindeki günah ve sorumluluk kavramları, insanlarca keşfedilemeyip cezalandınlmayan tüm günahların, Tanrı tarafından keşfedilip cezalandıracağını söyleyerek işin kapsamını daha da büyütür. Martin Daly ve Margo Wilson, sorumluluk ve ilahi adalet hakndaki sezgilerimizin esas gerekçelerini şöyle özetlemişlerdir:
Evrim psikolojisinin bakış açısına göre, neredeyse mistik ve sadeleştirilemez olan bu ahlaki zorunluluk, basit bir adaptif işleve sahip zihinsel bir mekanizmanın ürünüdür: adaleti hesaba katmak ve haksızlıklar bunu yapanın yanına kalmasın diye belirli bir hesap kitapla ceza vermek. Tazminat, kefaret, ilahi adalet ve benzeri konular hakkındaki mistik-dinsel ve kafa kanştıncı sözlerin muazzam hacmi, dünyevi ve pragmatik meseleler için yüce ve bağımsız bir makama başvurmak anlamına gelir: Karlılıklarını sıfıra indirerek, bencillik kokan rekabetçi eylemlerin önü alınmak istenmektedir.18
Caydırıcılık paradoksu, sorumluluk mantığının bir kısmının da temelini oluşturur. Bu mantık, kişinin akıl durumunu öğrendiğimizde söz konusu paradoksu esnetmemize veya daraltmamıza sebep olur. Modern toplumlar, günahkarları caydırmanın en etkin yolu diye önlerine gelen her siyaseti uygulamıyor. Örneğin, kişinin değer verdiği tek şey suç oranını azaltmaksa, buna yönelik cezalar özellikle zalimce olabilir. Yakın zamana dek çoğu toplumda böyleydi. İnsanlar suçlandıkları veya suçlu tavırları göıiildüğü ya da zorla itiraf ettirildikleri için mahküm edilebilir. Bir suçlunun tüm ailesi veya bütün klanı ya da köyü idam edilebilir. Baba filminde Vito Corleone’nin diğer mafya ailelerinin başlarına söylediği gibi, kişi rakiplerine şunu söyleyebilir: “Ben batıl itikatları olan bir adamım; oğlumun başına talihsiz bir kaza gelecek olsa, yıldırım bile çarpsa, buradaki bazı insanları suçlayacağım.”
Bu uygulamaların bize barbarca gelmesinin sebebi, gelecekteki kötülükleri caydırmak için gerekli olandan daha fazla zarar vermeleridir. Siyaset yazarı Harold Laski şöyle der: “Uygarlığın anlamı, her şeyden önce, gereksiz acılar yaratmaya gösterilen gönülsüzlük demektir.” Geniş yelpazeli caydırıcılık önlemlerinin asıl meselesi, ağlarıyla masum insanları da yakalamasıdır (örneğin tetiği çeken kişinin akrabaları ve Baba’nın oğluna yıldınm çarptığında orada duran masum bir seyirci gibi). Bu masumların cezalandınlması, onlar gibi olan insanları muhtemelen caydırmayacağı için, verilen zararın uzun vadede bile telafi yerine geçen bir faydası yoktur, ayrıca bu hareketi haksızlık olarak değerlendiririz. Cezalandırma siyasetimize sürekli ince ayar yapmaya çalışınz, ki sadece bu cezalarla caydınlabilecek kişiler için geçerli olsun. Bu kişiler “sorumlu tuttuğumuz” ve cezalandınlmayı “hak ettiğini” düşündüğümüz insanlardır.
İnce ayar yapılmış caydıncılık siyaseti, zarara yol açan bazı insanları neden cezadan muaf tuttuğumuzu açıklar. Eylemlerinin zarar verdiğinin bilincinde olmayanları cezalandırmayız; çünkü bu durumda ceza, ileride o kişinin veya başkalarının aynı eylemi tekrarlamasını engellemez. (Ateş edileceğini bilmelerinin yolu yoksa, şoförler başkanı ateş hattına götürmekten caydınlamaz.) Delileri, akıl sağlığı yerinde olmayanları, küçük çocukları, hayvanları veya cansız nesneleri cezalandırmayız; çünkü bunların ve benzeri varlıkların, söz konusu siyaset hakkında kendilerine bilinç kazandıracak ve buna göre davranışlarını engelleyebilecek bir bilişsel mekanizmadan mahrum olduğuna hükmederiz. Bu varlıkları sorumluluktan muaf tutmamızın sebebi, herkes için özgür iradenin gizemli hukuksuzluğu geçerliyken, bunların biyolojinin öngöıiilebilir kanunlarına bağlı olması değildir. Onları muaf tutanz, çünkü çoğu yetişkinin aksine, cezalandırmanın toplumsal zorunluluklarına tepki verecek işlevsel bir beyin sisteminden yoksundurlar.
Bu durum, neden tüm erkeklerin veya taciz kurbanlarının ya da bütün insanlığın, onları böyle davranmaya itenin ne olduğunu açıklayabileceğimizi düşünsek bile, sorumluluktan muaf tutulamayacağını anlatıyor. Söz konusu açıklama, bir davranışı cezbedici kılan beyin bölgelerini anlamamıza yardımcı olabilir, fakat beynin -toplumun nasıl tepki vereceğini sezip o davranışı engelleyebilecek- diğer kısımları (öncelikle prefrontal korteks) için hiçbir şey söylemez. Bu toplum biziz ve bizim başlıca etki aygıtımız da bu engelleyici beyin sistemine başvurmaktır. Yatkınlıkları yaratan sistemleri anlamaya başladık diye bu engelleyici sistem aygıtımızı neden çöpe atalım? Atmamamız gerektiğine inanıyorsanız, insanları eylemlerinden sorumlu tutmak için bu kadarı yeterlidir; irade, ruh, benlik ya da makinedeki herhangi bir hayalete başvurmaya gerek yoktur.
Bu iddia, sorumluluğu sıfırlayan psikolojik bir açıklamanın en bariz örneğine, yani delilik savunması hakkında uzun süredir devam eden tartışmaya paralellik gösterir.19 İngilizce konuşulan dünyada birçok hukuk sistemi, XIX. yüzyıldan kalan M’Naughten kuralına uyar:
… jüri üyelerine, aksi kanıtlanana dek, her insanın aklının başında olduğunu ve işlediği suçlar için yeterli derecede muhakemeye sahip olduğunu varsaymaları söylenmelidir; delilik üzerine bir savunma kurmak için, suçlanan tarafın eylemin işlendiği esnada zihinsel bir hastalık yüzünden muhakemesiz hareket ettiği, gerçekleştirdiği eylemin doğasını ve niteliğini bilmediği ya da biliyorsa bile, yaptığının yanlış olduğunu bilmediği çok açık bir şekilde kanıtlanmalıdır.
Bu tanım, caydırılamayacak durumda olan insanın mükemmel bir tarifidir. Kişi, bir eylemin insanlara zarar verebileceğini bilemeyecek kadar muhakemesini yitirmiş haldeyse, “insanlara zarar verme, yoksa!” emriyle durdurulamaz. M’Naughten kuralı, kindar cezalandırmalardan vazgeçilmesini hedefler; yani faili veya benzeri kişileri caydırma umudu olmaksızın faile zarar verilmesini engellemeyi amaçlar.
Delilik savunması, caydırıcılığa tepki veren bilişsel sistemin çalışıp çalışmadığını gösteren kullanışlı bir testten çıkıp, bu davranışı neyin üretmiş olabileceğini söyleyen daha belirsiz bir teste dönüşünce, kiralık deli doktorlarının düelloları ve akıllıca öne sürülen taciz bahaneleriyle birlikte günümüzdeki kötü şöhretine ulaştı. 1954’teki Durham hükmünde,20 Bazelon, delilik savunması için yeni bir dayanak yaratmak uğruna “psikiyatri bilimi” ve “psikoloji bilimi”ne başvurdu:
Şimdi ele aldığımız kural açıktır. Sanığın yasadışı eylemi zihinsel bir hastalığın ya da zihinsel bir özrün ürünüyse, sanık bu eylemden sorumlu değildir.
Eğer kişi, sıradan eylemlere Makinedeki Hayalet tarafından karar verildiğine inanmıyorsa, bütün eylemler beyindeki bilişsel ve duygusal sistemlerin ürünüdür. Suç eylemleri nispeten az görülür -sanığın yerinde olan herkes onun gibi davranmış olsaydı sanığın yaptığı şeyi engellemeye çalışan yasalar feshedilirdi- dolayısıyla canavarca eylemler, normalden bir şekilde farklı olan bir beyin sisteminin ürünü olacaktır ve davranışlar da “zihinsel bir hastalığın ya da zihinsel bir özrün ürünü” olarak yorumlanabilir. Durham hükmü ve benzeri delilik kurallan, beyinsel bir hastalığın ürünü olan davranışlar ile başka bir şeyin ürünü olan davranışları farklı kefelere koyarak, zihnin anlaşılması için yaptığımız her ilerlemeyi, sorumluluk kavramını erozyona uğratan bir unsura dönüştürmekle tehdit ediyor.
Zihin ve beyne dair kimi keşiflerin, sorumluluk anlayışına karşı tavnmızda gerçekten etkisi olabilir – fakat bunlar sorumluluklar kapsamının daraltılması yerine genişletilmesini de gerektirebilir. Kadınların zaman zaman tacize uğrayıp dayak yemesiyle sonuçlanan arzuların birçok erkekte var olduğunu düşünelim. Bu arzuya uymak ellerinde olmadığı için, söz konusu suçların cezası verilirken erkeklere daha hoşgörülü davranılması anlamına mı gelir bu? Yoksa güçlü ya da yaygın bir dürtüyü engellemek için daha kesin ve daha ciddi cezalar mı verilmelidir? Diyelim ki azılı bir psikopatın şefkat duygusundan yoksun olduğu, dolayısıyla kurbanlarının acılarını anlamakta zorlandığı anlaşıldı. Aksayan bir kabiliyeti olduğu için cezasını hafifletmeli miyiz? Yoksa anladığı tek dilde bir ders vermek için daha kesin ve ciddi şekilde mi cezalandırmalıyız?
Neden insanların sezgileri aksi yönlere gider; hem “kendini kontrol etmekte zorlanıyorsa daha yumuşak bir ceza verilmeli” hem de “kendini kontrol etmekte zorlanıyorsa daha sert cezalandırılmalı” derler? Bunun kökeni, caydırıcılık paradoksuna dek gitmektedir. Diyelim ki bazı insanların yangın musluğunun önüne park etmekten caydırmak için ıslak havluyla bir kere vurma tehdidinde bulunulması yetiyor: Diyelim ki kötü bir gene, beyne veya kötü bir çocukluğa sahip kişilerin ise on havlu darbesiyle tehdit edilmesi gerekiyor. Yasadışı şekilde park edenleri dokuz darbeyle tehdit etmek hem gereksiz acılara yol açacak hem de sorunu çözmeyecektir: çünkü dokuz darbe sıradan insanları caydırmak için gerekenden fazla ve kusurlu kişileri caydırmak için gerekenden azdır. Hem yasadışı park etmenin hem de havlu cezasının önüne sadece on darbe cezası geçer: herkes cayacak ve kimse yangın musluklarının önüne park etmeyecek, sonuçta kimse kamçılanmayacaktır. O halde iki uçta yer alan siyasetler (sertlikle cezalandırmak ve ceza vermemek) savunulabilir, ama aralarında kalan siyasetler savunulamaz, ki bu da paradoksal bir durumdur. Elbette gerçek hayatta insanların cayma eşikleri iki değere indirgenmiş değildir, geniş bir yelpazeye yayılmıştır (bazılan için bir darbe, bazılan için iki vesaire). Bir günahı caydırmanın faydalarının, cezalandırılan kişiye zarar vermenin bedeli karşısında nasıl tartıldığına bağlı olarak, arada kalan birçok cezalandırma seviyesi savunulabilir konuma gelebilir.
Frontal lobda oluşari hasar, psikopatlık genleri veya başka bir olası sebep yüzünden tamamen caydınlamayacak durumda olan kişilerin bile, bizimle aralarındaki bağın avukatlar tarafından epeyce gevşetilmesine izin vermemiz gerekmez. Kendilerine ya da başkalarına zarar vermesi muhtemel, fakat adalet sisteminin uygun gördüğü ödüller ve cezalara tepki vermeyen bu kişiler için elimizde zaten bir mekanizma mevcuttur: Kişinin medeni haklarının zorla elinden alınması. Bu uygulamada, medeni özgürlüklerinin bazı güvencelerini, olası yırtıcılardan korunma güvenliğine karşı takas ederiz. Tüm bu hükümlerde, insan doğasına dair bilimler, kişilerin caydırılabilme dağılımını tahmin etmeye yardımcı olabilir, fakat bu bilimler, boş yere cezalandırmanın büyük çoğunluğundan sakınmak ve ileride yapılacak kötülüklerin büyük bölümünü engellemenin birbiriyle çatışan değerlerini tartamaz.21
Özgür irade sorununu çözdüğümü iddia etmiyorum, sadece davranışların sebeplerini gittikçe daha çok anladığımız şu günlerde, kişisel sorumluluk kavramını korumak için bu meseleyi çözmemiz gerekmediğini gösterdiğimi söylüyorum. Erdemli olmayı cesaretlendiren tek unsurun, caydırıcılık olduğunu da ileri sürmüyor; sadece caydırıcılığı, sorumluluktan vazgeçmemeyi değerli kılan faal bir öğe olarak anlamamız gerektiğini söylüyorum. Hepsinin ötesinde, umanın ki insan doğası bilimlerinin gereksiz korkular ekmesine izin veren iki yanlış inanışı bertaraf etmişimdir. Bunlardan ilki, biyolojik açıklamaların bir şekilde sorumluluk kavramını aşındırdığı, fakat çevreci açıklamaların bunu yapmadığıdır. İkinci yanlış inanış ise sebep sonuç ilişkisine dayanan açıklamaların (hem biyolojik hem de çevresel) bir şekilde sorumluluk kavramını aşındırdığı, fakat tesadüfi iradeye veya ruha duyulan inancın bunu yapmadığıdır.
ı Kaplan, Criminal justice: Introductory cases and materials, 1973, s.10.
2 E. Felsenthal, “Man’s genes made him kill, his lawyers daim”, Wall Street Joumal, 15 Kasım 1994. Bu savunma başarısız olmuştur, bkz. “Mobley versus The State”, Georgia
Yüce Divanı, 17 Mart 1995, 265 Ga. 292, 455 S.E.2d61.
3 “Lawyers may use genetics study in rape defense”, National Post (Kanada), 22 Ocak 2000, s. AB.
4 Jones, “Reconsidering rape”, 2000; Jones, “Sex, culture, and the biology of rape: Toward explanation and prevention”, 1999.
5 Dennett, Elbow room …, 1984. Ayrıca bkz. Kane, The significance of free will, 1998; Nozick, Philosophical explanations, 1981, s. 317-362; Ridley, Genom, 2000 [2007]; Staddon, “On responsibility in science and law”, 1999.
6 Ceza sanığının biyolojik bir etkene dayanılarak savunulması. 1979’da bir davada Dan White adlı cinayet sanığının savunması, Twinkie adlı abur cuburdan aşırı miktarda tüketip vücuduna yüksek miktarda şeker alması üzerinden yapılmıştı. -çev. notu
7 Dershowitz, The abuse excuse, 1994; J. Ellement, “Alleged con man’s defense: ‘Different’ mores”, Bostan Globe, 25 Şubat 1999; N. Hall, “Metis woman avoids jail term for killing her husband”, National Post (Kanada), 20 Ocak 1999.
8 B. English, “David Lisak seeks out a dialogue with murderers”, Baston Globe, 27 Temmuz 2000.
9 M.Williams,”Socialworkinthecity: Rewardsandrisks”, New York Times, 30 Temmuz 2000.
10 S. Morse, C. Sandford’un Springsteen point blank adlı eserinin incelemesi, Bostan Globe, ı9 Kasım ı999.
11 M. Udovich, M. Meade’ın The unruly life of Woody Ailen adlı eserinin incelemesi, New York Times, 5 Mart 2000.
12 L. Franks, Hillary Clinton ile söyleşi, Talk, Ağustos 1999.
13 K. Q. Seelye, “Clintons tıy to quell debate over interview”, New York Times, 5 Ağustos 1999.
14 Dennett, Elbow room …, 1984; Kane, The significance offree will, 1998; Nozick, Philosophical explanations, 1981, s. 317-362; Ridley, Genom, 2000 [2007]; Staddon, “On responsibility in science and law”, 1999.
15 Aktaran: Kaplan, Criminal justice: Introductory cases and materials, 1973, s. 16.
16 Daly ve Wilson, Homicide, 1988; Frank, Passions within reason: 1he strategic role ofthe emotions, 1988; Pinker, How the mind works, 1997; Schelling, Ihe strategy ofconflict, 1960. 17 Aktaran: Kaplan, Criminal justice: Introductory cases and materials, 1973, s. 29.
18 Daly ve Wilson, a.g.e., 1988, s. 256.
19 Dershowitz, The abuse excuse, 1994; Faigman, Legal alchemy: The use and misuse of science in the law, 1999; Kaplan, Criminal justice: Introductory cases and materials, 1973; Kirwin, The mad, the bad, and the innocent: The criminal mind on trial, 1997.
20 Durham hükmü: 1954 yılında ABD mahkemesi, suçlanan kişinin akıl sağlığı yerinde değilse mahkûm edilemeyeceği kararını vermişti. -çev. notu
21 Rice, “Violent offender research and implications for the criminal just ice system”, 1997.