Proust’un ağabeyi Robert, cesedin pek bozulmamış olmasına güvenerek, ziyaretçilerin kardeşini son bir kez görebilmelerine fırsat tanımak için cenaze merasimini birkaç gün erteler. Sanatçılar (yazarlar, ressamlar, bir heykeltıraş, iki fotoğrafçı) yazarın başucunda toplanır. Yatak odası, tek teşhir malzemesinin Proust’un cansız bedeni olduğu bir atölyeye, bir anatomi salonuna ve bir müzeye dönüşür. Proust neredeyse bir tür canlı tablo [tableau vivant] olur, son nefesini veren bir Marat: kâğıt yığınlarının arasında yatan bedeni her zamanki yazı yazma pozisyonuna sokulmuş, kolu tıpkı ölmek üzere olan Galyalı’nın kılıcına uzanışı gibi kalemine uzanmıştır.[1] New York’tan Paris’e yeni ayak basmış olan Man Ray, daha sonra Paris Portraits serisinin en önemli parçalarından biri haline gelecek efsanevi fotoğrafı çekmesi için derhal otelinden getirtilir.[2]
Proust hakkında hariçten gazel okunmasına, yazarın ilahlaştırılmasına pek sıcak bakmayan Céleste Albaret bile bu konuda abartılı bir şeyler söylemekten kendini alamaz: “Bir gün olağanüstü bir şey oldu… Apartmandan çıkarken… yakınımızdaki Hamelin Sokağı’nda bulunan kitapçının vitrini gözüme çarptı. Kitapçı adeta ışık saçıyordu, vitrinde Mösyö Proust’un kitapları üçer üçer düzenlenmiş vaziyette duruyordu…” [3] Bu basit, renksiz alıntıyı yaşanmış bir olay gibi aktaran yegâne görgü tanığı Albaret’tir. Naklettiği mucize, Proust’un kurmaca yazarı Bergotte’un ömrünü tüketip bedenini harap eden kitaplara şehit düştüğünü, ancak aynı zamanda yazarın dirilmesini sağlayabilecek yegâne şeyin de kitapları olduğunu anlattığı son derece müphem, ironik tasvirinin kuru, dümdüz bir aktarımıdır. Söylentilere göre, Proust, Bergotte’un ölümüyle ilgili pasajın son düzeltmelerini ölümünden yalnızca birkaç saat önce tamamlamıştır. Yazar onun gözünde şu şekilde ebedileşir: “Bergotte gömüldü, ama cenaze gecesi, ışıklı vitrinlere üçer üçer dizilmiş kitapları, kanatlarını açmış melekler gibi nöbet tuttular; artık aramızda olmayan Bergotte’un dirilişini simgeliyorlardı sanki.” [4]
Ancak Proust başka görgü tanıklarının anlattıklarını aktarmış da olabilir elbette. Onun romanında hiçbir cenaze töreni yer almaz, ölümlerin arkasından asla yas tutulmaz, bir partiye giderken hangi ayakkabıların giyileceği, bir dostun ölümcül bir hastalığa yakalandığı haberinden daha fazla önem taşır; ve savaş, her şeyden önce davetli listelerini altüst ettiği, yakışıklı garson kıtlığı yarattığı ve Paris’te iyi kruvasan bulmayı güçleştirdiği için sinir bozucudur. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda romanda yer alan başkalaşım [transfiguration] sahnelerinin çokluğu, hatta bu sahnelerin varlığı bile oldukça şaşırtıcıdır. Bunların en etkileyicisi, Proust’un büyükannesinin ölümünü anlattığı meşhur bölümdür: Büyükannenin ölüm ıstıraplarıyla çarpılan bedeni, taptaze bir gelinin bakirelere has mükemmelliğine bürünür.
Büyükannem ölmüştü. Birkaç saat sonra, Françoise, o güne kadar hep büyükannemden daha genç görünen, yeni kırlaşmaya başlamış o güzel saçları, son bir kez, bu sefer acıtmadan tarayabildi. Bu saçlar, şimdi, aksine, yıllardır ıstırabın eklediği kırışıklıklardan, kasılmalardan, şişlerden, gerginliklerden, gevşemelerden kurtulup tekrar gençleşmiş olan çehrenin üzerine yaşlılık tacını oturtuyor gibiydi. Ailesinin kendisine bir eş seçtiği, o çok eskilerde kalmış günlerde olduğu gibi, zarif yüz hatları saflık ve itaati yansıtıyor, yanakları, yılların yavaş yavaş yok ettiği iffetli bir umutla, bir mutluluk hayaliyle, hatta masum bir neşeyle parlıyordu. Can çekilirken, hayatın düş kırıklıklarını da beraberinde götürmüştü. Büyükannemin dudaklarına bir gülümseme yayılmış gibiydi. Ölüm, büyükannemi bu son yatağına, ortaçağ heykeltıraşı gibi, bir genç kız görünümünde yatırmıştı.[5]
Aslında Proust bu son sahne için, gençliğinde yazdığı mektuplardan bir bölüm kullanmıştır. Burada annesinin öldükten sonra nasıl mucizevî bir şekilde gençleştiğini anlatır. Ve aslında bu fikri de, sanat tarihçisi Émile Mâle’den almıştır: Mâle, ortaçağ cenaze töreninde kullanılan bir kadın heykelinin el değmemiş güzelliğinin, dirilişi vaat ettiğini anlatır.[6]
Benzer bir ikonografi, uyumakta olan Albertine’in bedeninin coşkulu tasvirinde de karşımıza çıkar: Uyuyan beden arzulara dair herhangi bir titreşimin ya da hatıranın izini taşımadığından kesintisizdir, bir bütündür; uzun saplı bir bitkiye benzer, manzara gibidir, yükselip alçalan gelgitleri çağrıştırır, ortaçağ lahit heykellerini andırır, kendi başına işleyen bir saattir adeta. (Benzetmeler tutarsızlık seviyesine varacak kadar çoktur.) Bedenin tuhaf bir biçimde kendine yeter oluşu, herhangi bir şey ya da kimseyle (hatta, ya da en önemlisi anlatıcıyla bile) etkileşim halinde olmayışı, anlatıcının genç kadının tamamen ve sadece kendisine ait olduğu hissine kapılmasını sağlar.[7]
Albertine’in dudakları kapalı olsa da, buna karşılık, benim baktığım açıdan, gözkapakları sanki aralıkmış gibi görünürdü; o kadar ki, gerçekten uyuduğundan şüphe edebilirdim. Buna rağmen inik gözkapakları, çehresinde, gözlerinin bölmediği mükemmel bir devamlılık sağlardı. Bazı insanlar vardır ki, bakışları ortadan kalktığı anda, çehreleri alışılmadık bir güzelliğe ve ihtişama bürünür.[8]
Albertine’in uyuyan bedeni geçit vermez, dış dünyayla etkileşim haline girebilecek hiçbir kanal bırakmaz; âşığının bakışlarının, tetkik etme ya da içine dalma ihtiyacı hissetmeden serbestçe üstünde gezinebileceği, geçirgenliğini yitirmiş bir düzleme dönüşür. Anlatıcı, yorumların yol açtığı kuruntularla dolu azaptan nihayet kurtulur, ihanetin ya da ilgisizliğin kanıtlarını bulabilmek için onun bedenini karış karış taramasına ya da sabahlığının cebinden gözüken mektupların derdine düşmesine hiç gerek yoktur: Artık bedenin her hareketini bir ipucuna yormaya, her izi, çözülmesi gereken bir şifre gibi algılamaya mecbur değildir. Mutluluk verici kısa bir süre boyunca, Albertine ve onu çevreleyen dünya, anlamdan ve imadan sıyrılır. Beden, üzerinde yazı olmayan saf bir düzleme, altında metin olmayan katıksız bir imgeye dönüşür. Üstüne sinen tüm izlerden arınmış, içine girilemez, okunaksız haliyle uyuyan beden, kendi kendisinin en mükemmel hapishanesine dönüşmüştür.
Bazı okurlar, Proust’un bunun gibi pasajlar aracılığıyla kendi ölümünü tanımlamaya çalıştığını iddia eder. Yazar bu şekilde deneyimin normal akışını tam tersine çevirmiş olur. Roman, yaşanmışlıkları edebi üretimin hammaddesine dönüştürmek yerine, kendisini kaleme alacak hayatın kaba bir taslağını oluşturur: hayat, yazılı dökümünün geriye yönelik etki eden bir ürünü olur. Kitap, mütemadiyen ileri saran bir kayıt cihazı gibi, kendi sonunu doğuracak koşulları çoktan yazıya geçmiş; ölümü yaşanmış bir olaya, yazarı da kendi ölümünden sağ çıkan birine dönüştürmüştür. Daha hayattayken ölmüş olan yazar, kendi yok oluşunun ayrıcalıklı bir tanığı haline gelir. Sub specie aeternitatis (ebediyet perspektifinden) bakılan bir dünyanın duru eşzamanlılığında, tesadüfler önceden yakalanmış, gelecek geçmişin bir kipine dönüşmüş ve sonluluk, yazının sonsuzluğuna çevrilmiş olacaktır.
[1] Albaret, Proust’un cansız bedenini düzenlerken, tam ellerini kavuşturacağı anda, yazarın ağabeyinin müdahale ettiğini anlatır: “Hayır, çalışırken öldü. Ellerini olduğu gibi bırakalım.” Monsieur Proust, s. 431. Ancak nedense, fotoğrafta, Proust’un kollarının belirgin bir biçimde beyaz nevresimin altına sokulmuş olduğu görülür.
[2] Fotoğrafın hangi koşullar altında çekildiğini öğrenmek için bkz: Neil Baldwin, Man Ray: American Artist
(NY: Da Capo Press, 1991), s. 18, ve Man Ray, Self-Portrait (New York: Little, Brown, 1963), s. 143.
[3] Albaret, Monsieur Proust, s. 433.
[4] Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde: Mahpus (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002), çev: Roza Hakmen, s. 184.
[5] Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde: Guermantes Tarafı (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000), çev: Roza Hakmen, s. 309.
[6] Bkz: Proust, Anna de Noailles’e mektup (27 Eylül 1905), Correspondance, 5. cilt içinde, s. 345. Bkz: Émile Mâle, Religious Art in France of the Thirteenth Century (New York: Dutton, 1913), s. 250. “Mary çok güzel. İleri yaşı ona dokunmaya cüret edememiş ve sonsuz gençlikle sarmalanmış.” Daha sonraki bölümlerde Mâle, tüm 13. yüzyıl lahit heykellerini, İsa’nın genç bedeninden yola çıkılarak yapıldığını anlatır. “Tüm insanlar, genç yaşında ölümü yenen ilahi Örnek’e benzemelidir. Bu ilginç prensip, tüm sanatçılar tarafından kabul edilmiştir. 13. yüzyılda yapılan Mahşer tasvirlerinin hiçbirinde çocuklara ya da yaşlılara rastlanmaz, mezardan yükselenler hayatın altın çağında, genç ve güzeldirler.” (s. 375)
[7] Proust, Mahpus, s. 67-76. Bu bölüm, Proust’un ölümünden üç hafta önce, Mahpus henüz yayınlanmadan Nouvelle revue française dergisinde yayınlanmıştır. Proust henüz hayattayken yayınlanan son yazısıdır. Proust, “La regarder dormir,” NRF 110 (Kasım 1922).
[8] Proust, Mahpus, s. 68.