1967’de, Hintli bir film yapımcısı, 20 yaşında insanlara ülkeleri hakkında ne düşündüklerini sordu. Neredeyse yarım asır sonra, Samanth Subramanian aynı insanların Hindistan hakkındaki şimdiki görüşlerini araştırıyor.
Geçen senenin büyük bir kısmında, hemen hemen iki haftada bir, Troy, Michigan’daki bir evi aradım ve yarım asırlık bir filmde gördüğüm bir adamla konuşmaya çalıştım. Başarısız olduğumu şimdiden itiraf etmek istiyorum. T. N. Subramaniam’ı ilk aradığımda kendini iyi hissetmediğini eşinden öğrendim, ve eğer daha sonra konuşabileceğimiz kadar iyileştiyse, benim haberim olmadı; Ağustosta birdenbire, evine ulaşamaz oldum, telefon çalıp durmaya devam etti. Kimse geri aramadı. Aylarca Subramaniam’ı aradıktan sonra, zihnimde çığ gibi biriken soruları sorma fırsatımı kaybettim.
İzlediğim filmi, “20 Yaşındayım‘a” olan takıntım 2013 sonbaharının başlarında başladı -Hindistan için moral bozucu, neşe ve umuttan noksan bir mevsim. Kötü haberler sıra sıra gelmişti: büyük çaplı yolsuzluk, kötü ekonomi, yorucu ve rezil bir siyaset. Umut vermeyen bir seçim yaklaşıyordu. Ülke’nin iç işleri lekelenmiş ve sorunluydu, ve Hindistan’ın kendisi derin bir şekilde yolunu şaşırmıştı. Bu sıkıntılı iklimde, “20 Yaşındayım’ı” ilk defa izledim, ve daha sonra da karakterleri ve mesajları tarafından büyülenerek düzinelerce kez tekrar izledim.
Elbette, o zamandan önce bu kadar kolaylıkla izleyemezdim. Devletin Films Division şirketi tarafından 1967’de yaptırılmış, sinemalarda ve bir süre televizyonlarda yer doldurmak için yayınlanmıştı; ancak Eylül 2013’te, Films Division eski yapımlarından bazılarını YouTube’da paylaştığında yaygın olarak ulaşılabilir oldu. Nasıl denk geldiğimi hatırlamıyorum -sosyal medyada bulmuşumdur muhtemelen- ama tanıyınca derimin nasıl diken diken olduğunu hatırlıyorum. Günümüzün düşünce ve endişelerini, 46 yıl öncesinden kalma bir filmde görüyordum. Tarih gerçekten bu denli tekrar mı ediyordu?
19 dakikalık siyah beyaz belgeselin fikri apaçıktı. 1967’de, İngilizler Hindistan’dan çıktıktan 20 yıl sonra, S.N.S Sastry’den birçok 20 yaşında gençle, deneyimsiz ülkeleri hakkında konuşması istenmişti. Bir dizi konuşan kafa çekip, aralarını Hindistan resimleriyle doldurmuştu: köprü üstünde giden trenler, bir halk dansı, sahillerde uzun palmiyeler, köyler ve tarlalar ve fabrikalar, kriket oynarken M.A.K. Pataudi (o zaman tanındığı şekliyle, Nevvab). Sastry’nin kendisi hiç ekranda görünmüyor, bu yüzden sorduğu soruları sadece cevaplardan çıkarabiliyoruz. Hindistan ne kadar gelişti? Hindistan’daki hayatınızdan beklentiniz nedir? Şimdi, yirmi yıl öncesinden daha mı iyiyiz? Hangi sorunlar Hindistan’da sıkıntı yaramaya devam ediyor? Özgürlük sizin için ne anlam ifade ediyor? Ülkeniz sizin için ne anlam ifade ediyor?
Üst üste gelince bu sorulardan endişe sızıyor, sanki Sastry tatsız cevaplar almayı beklermiş gibi. Alıyor da, bol bol: “Ülkeme karşı sevgim yok,” diyor az önce ukulelesinde Beatles’ın “I Should Have Known Better’ının” başlarını çalmakta olan sırık gibi bir genç. Genç bir kadın: “Hindistan denilince aklıma uzun sıralar geliyor. Sabırla otobüsleri, erzaklarını bekleyen insan sıraları.” Özgürlüğün, diyor bir mühendislik öğrencisi, tek anlamı “bir adamın aç kalmaya, çıplak kalmaya, açlıktan ölmeye, eğitimsiz kalmaya hakkı olmasıdır”.
Üniversiteye girebilmek için gereken rüşvetlerden, artan nüfustan, tarla sürmek için gereken ekipmanın eksikliğinden şikayet ediliyor. Bazı öğrenciler sıradan hedefleri olduğunu itiraf ediyor. “Gençliğimi zengin biri olarak geçirmek isterim,” diyor biri. “Lüks bir hayata inanıyorum.” Köylerde, insanlar insanlar fakirliklerini tartışıyorlar -kin duymadan, ama umuttan da yoksun bir şekilde. Sastry’nin konuştuğu insanların belki de üçte biri Hindistan dillerinde konuşuyor: Bengalce, Tamilce, Hintçe ya da Pencabça. Geri kalanlar İngilizce konuşuyor, ve sınıflarının verdiği göreceli azamet, dans ve gezi ve meteor araştırmaları gibi düşüncelerin arasında, ülkelerine olan inançlarını dile getirebiliyorlar. Böyle anlar, kömürün arasında kalmış altın külçeleri gibi parlıyor. Görüntülerin arkasında, neşeli bir müzik çalıyor, ama hayal kırıklığı somutlaştıkça melodi düzensizleşiyor. Kulağım büyük ihtimalle, olmadıkları yerlerde bile uyumsuz notalar duydu.
Filmde iki düzineden fazla insan görüyoruz, ancak tartışmasız bir yıldız var. Kendini tanıtma ayrıcalığına sahip tek kişi. “Tam adım T.N. Subramaniam,” diye giriyor, genizden gelen ancak hoş sesiyle. “Tinnevelly’nin T’si, geldiğim köyün adı bu. N babamın adından geliyor, Neelakanthan. Ve Subramaniam, tabii ki, benim adım.” Bir çalışma masasında oturuyor, önünde kalın bir kalkülüs kitabı var. Sıkı, koyu renkli saçlarını uzatsaydı dalgalanırmış, ama asla kendine böyle bir düzensizlik için izin vermeyeceği izlenimine kapılıyorsunuz. Zayıf bir yüzü var; başını eğip kameraya çevirdiği gözleri ve dişlek gülümsemesiyle, bilge bir cin gibi duruyor. Konuşurken, kalın siyah çerçeveli gözlüklerini elinde tutup döndürüyor, daha 20 yaşındayken bile bir profesör havası var. Oldukça konuşkan, ve Sastry de onu çok sevmiş. Bunun karşılığında, Submaniam da Hindistan’ı çok sevmiş. Tanımadığı bir yere gelmiş olan bir kaşif gözüyle bakıyor, ve haritasını çıkarmakta kararlı. Yurttaşlarını gözlemlemek ve izlenimlerini not almak istiyor, kendi deyişiyle: “şarkılarını ve danslarını… acılarını, kederlerini, hiddetlerini, verimli toprağı, çayırları -her şeyi. Öyle ki, bir gün kitabı açıp kendime nereden geldiğimi hatırlatabileyim.” Cümlelerini “Şöyle ki”yle başlatıyor, sanki bu fikirler üzerinde yıllarca düşünmüş gibi: “Şöyle ki, son zamanlarda ülkeyi kötülemek moda, ve ne zaman iki insan görüşse, kimin hükümete daha iyi hakaret edebileceği konusunda bir yarışa giriyorlar.” Geleceğe odaklanmayı tavsiye ediyor: “Diyebilirim ki başarımız umut dolu bir yarınımızın olmasıdır. Başarısızlığımız ise bugünümüzün belirsiz olmasıdır.” Filmdeki son sözler ona ait. “Eğer ülkelerinden memnun olmayan herkesin ülkeyi terk etme izni olsaydı, sanırım ben kalırdım. Çünkü bu büyük bir şey. Büyük bir deney, ve bir parçası olmak isterim.”
Babamdan sadece 2 yaş büyük ve isimleri sadece bir harfle farklı olan bu geveze adama, Subramaniam’a kapılmıştım, Ama gerçekte filmdeki herkesi merak ediyordum: iyimserleri ve kötümserleri, atılganları ve nazikleri, Beatles şarkıları söyleyen delikanlıyı ve sıra beklemekten bıkan kadını. 2013’ün o kasvetli Eylülünde, “20 Yaşındayım’daki” insanları bulmak önemli ve acil bir görev gibi gelmeye başlamıştı. Nasıl bir hayat sürdüklerini, fikirlerinin değişip değişmediğini ve ülkemiz hakkında günümüzde ne düşündüklerini bilmek istiyordum.
Filmin jeneriğinde karakterler veya mekanlar konusunda herhangi bir detay verilmemişti. Films Division arşivinde belgeselle ilgili notların olduğu bir dosya var; Sastry filme aldığı insanların isimlerini burada saklamış olabilir. Ama Hindistan’ın devlet arşivleri ketumdur, ve başka ipucum olmadan, kadroyu bulmak çok zor gözükmüştü. Ve öyleydi de, haftalarca. Sonra YouTube’da gördüğüm bir yorum sayesinde gençlerden birinin Shailesh Gandhi olduğunu öğrendim, ve düğümün gerisi kendiliğinden çözüldü. Devlette istihbarat yetkilisi olarak çalışan Gandhi’yi bulmak kolaydı. “Ah evet, filmdeki bir çok kişiyi tanıyorum,” dedi aradığımda. “Dunu Roy var. Victor Menezes adlı, ilginç bir kariyeri olan bir adam var. Aditya Kashyap maalesef birkaç yıl önce öldü, ve Ashutosh Haldipur şimdi Amerika’da.”
Sastry, görünen o ki, bir kurnazlık yapmış. Asıl görevi 15 Ağustos 1947 doğumlu Hindistanlıları bulmakken, sınırını önce genel olarak 20 yaşındakilere, dana sonra 1947’ye yakın tarihlerde doğan insanlara genişletmiş. Yine de Sastry ilk kaydettiği, kırsal alanlarda veya işlek caddelerdeki röportajlardan memnun olmamış. Bu yüzden, önde gelen üniversitelerden biri olan Bombay’deki Hindistan Teknoloji Enstitüsüne (IIT) gidip, en parlak öğrencileriyle konuşmak istemiş. Okulun öğrenci başkanı olan Gandhi, daha inatçı ve sivri dilli bazı arkadaşlarını ikna etmiş. “Sastry’nin çekimlerden sonra ‘Filmim artık hazır!’ dediğini hatırlıyorum,” dedi Gandhi. Neredeyse her uzun süreli röportaj bir IIT öğrencisiyle, bu da açıkça orta sınıf erkeklerinin bakış açısına eğilim olduğunu gösteriyor. (“Ben IIT’deyken, dokuz kız vardı,” dedi Gandhi. “Sadece dokuz. Bütün kampüste.”) Onun aracılığıyla, filmdeki çoğu IIT öğrencisine ulaşabildim, ancak bayanlar ve köydekilere ulaşamadım.
Gandhi’yi Bombay’deki apartmanının çalışma odasında görmeye gittim. Çalışma masasının arkasındaki duvarda adaşı Mahatma Gandhi’nin bir kara kalem çizimi vardı; masasının üzerinde, yine aynı büyük adamın, garip bir şekilde gözlüksüz bırakılmış bir mermer büstü vardı. Hala aramızda olan Gandhi’nin samimi, dost canlısı bir yüzü var; üniversite yıllarından beri tek değişim, iyi baktığı bir Fransız sakalının eklenmesi olmuş. Bugünkü güler yüzlülüğüne rağmen, filmde asık bir suratla laboratuvarda duran ve “aç kalma özgürlüğünden” bahseden de o.
Gandhi, 1967’yi çalkantılı bir yıl olarak hatırlıyor. Öncesindeki beş yılda, Hindistan Çin’e karşı bir savaş kaybetmiş, Pakistan’a karşı başka bir savaşı kazanmış, ve ilk başbakanı ve en önemli idealisti olan Jawaharlal Nehru’yu kaybetmişti. 1966’daki bir kıtlıkta, 2000’den fazla insan açlıktan ölmüştü; ülkenin çiftlikleri ve endüstrisi sıkıntılıydı. 1967 yazında, Batı Bengal’deki bir köyde, şiddetli bir komünist ayaklanmasıyla çiftliklerin fakir çiftçiler arasında yeniden dağıtılması istendi. O ve ertesi yıl, dünyanın başka yerlerinde, öğrenci eylemleri vardı. Havada sabırsızlık dolaşıyordu. Eski bir düzenin sonu yaklaşıyor gibi duruyordu.
“Fakirlik, ve bir çok adaletsizlik gördük, ve bu şeylerin değişmeyeceğini sandık,” dedi Gandhi. Bir dönüm noktası gibiydi, tıpkı 2013’ün 1967’den daha zorlu bir dönüm noktası olduğunu hissettirdiği gibi. “Son on veya yirmi yılda değerlerimiz ve ahlakımızın nasıl değiştiğine dair bir grafik çıkarırsak, ve çıkarım yapmaya oradan başlarsak, başımız belada demektir. Bir üçüncü dünya ülkesi olmak üzereyiz. Ama bunu değiştirebiliriz, ve değiştireceğimize dair sinyaller de var.”
Ancak, insan varlığının kısa süreli döngüsü ve ulusal gelişimin daha uzun döngüsü arasında bir gerginlik var. Hayat, grafikten çıkarım yapılmasını beklemez. Gandhi’nin Victor Menezas gibi bazı arkadaşları, Amerika’ya gitti ve bir daha geri dönmedi. “20 Yaşındayım”da Menezes, saçları jöleli, patronunun kızıyla evlenmek isteyen atılgan bir genç; ve daha sonra Citigroup’ta başkan yardımcısı oldu ve IIT’de bir kongre merkezine adı verildi. Uzaktan fark ediyor Menezes ülkesindeki gelişimi. “Hindistanlıların, Hindistan’dan gelen ürünlerin ve Hindistan üniversitelerinin şöhreti tavan yaptı,” dedi telefonda. “Yönetiminde Hindistanlıların olmadığı bir şirket bulamazsın artık dünyada.”
Ama bu çok kısıtlı bir gelişme tanımı, değil mi?
Hiç de değil, dedi Menezes; ben sadece kötü haberlere fazla yakındım. Benimle bir iş adamı gibi konuştu. “Yapabileceğiniz en kötü şey günlük gazeteleri okumak. Çünkü, bir adım geri çekilip, temellere bakarsanız, oldukça etkileyicidir.”
Aynı gün, temelleri hiç de etkileyici olmayan Yeni Delhi’deki ofisinde Dunu Roy’u görmeye gittim. Rüzgar, yakınlardaki bir inşaattan çamur taşıyarak binaları kirletiyordu. Yasal ve kaçak elektrik kabloları, birbirlerini yutmaya çalışan yılanlar gibi dolanarak yukarıdan geçiyordu. Binayı çevreleyen kaldırımda geniş yarıklar, bu yarıklarda da bozuk klima yığınları vardı. Hemen dışarıda, yan yolda trafik sıkışıktı. Roy’un ofisi, çalışanlar ve bilgisayarlarla dolu geniş bir odaydı. Roy’un kendisi de bir bilgisayarın başında oturmuştu. Taranmış gümüş saçlarıyla, filmdeki gözleri hayat dolu Bengalli çocuktan eser yoktu.
IIT’den sonra, kırsal kalkınmaya geçmiş, ve Hindistan’ın merkezinde bir caddede 17 yıl harcayarak köylülere hayatlarını planlamak ve sorunlarına çözüm bulmak için yardım etmiş. Şimdi, kentlerdeki fakirlerle, şehrin sınırlarında yaşayan ve ışıldayan yeni Hindistan’dan uzak kalmış insanlarla çalışıyor. “Ekonomimizin yapısı,” dedi Roy, “bir çok eşitsizliğin de sebebi.”
Eğer, Roy ülkesinin 2013’teki halini 1967’de öğrenseydi, çok da hayal kırıklığına uğramayacağını söyledi. “Bu tabii ki tecrübelerimden gelen bir şey.” Gelişimi, deneme ve yanılmanın zahmet dolu bir döngüsü olarak tanımladı. “1960’larda insanların ‘Bu işe yaramıyor. Başka bir çözüm arayalım’ dedikleri bir mayalanma dönemi oldu. 1990’larda benzer bir dönem tekrarlandı. Şimdi tekrar var. Hükümetimize güvenimizi kaybettik, ve başka bir yol arıyoruz.” dedi, ve yaşadığımız krizi onaylar gibi gülümsedi. “Şimdi çok daha heyecan verici bir dönemdeyiz.”
Gandhi’nin “20 Yaşındayım’da” yaptığı keskin değerlendirmeler, onun peşini bırakmadı. 1990’lardaki bir IIT mezunlar buluşmasında eski bir profesörü sordu: “Shailesh, eskiden toplum hakkında çok eleştirildin -şimdi ne düşünüyorsun?” Gandhi’nin ilk dürtüsü işlerin hala yolunda olmadığından şikayet etmekti; düşününce, yaşadığı ülke hala umutsuzsa, bunun sebebinin kendi neslinin bir çözüm bulamaması olduğunu fark etti. Bu yüzden şirketini sattı -plastik şişe üreten bir fabrika- ve haberleşme özgürlüğü üzerine çalışan bir aktivist oldu. “Toplumumuzda öğrenilmiş çaresizlik var,” dedi bana. “Herkes hükümetin işleri düzeltmesi gerektiğini söylemekle yetiniyor. Ama hükümetimizi daha iyi bir hükümete dönüştürmek bizim sorumluluğumuz.”
“20 Yaşındayım’daki” genç kızlardan birinden alıntı yaptım. “Ülke için ne yapmamı istiyorsun? Dürüst bir vatandaş olmamın, işimi elimden geldiğince iyi yapmamın ve günde sekiz saat çalışmamın yeterli olduğunu düşünüyorum.” Bu yeterli değil mi?
Gandhi bunun üzerinde biraz düşündü. “Bilirsin, kızım da aynı dilden konuşuyor.” On yıl önce Amerika’ya gitmiş, ve gitmeden hemen önce Gandhi kızına “Bu senin hayatın, tabii ki, ama umarım ki, birkaç yıl sonra geri dönersin.”
“Dürüst ve düzgün bir hayat sürmek istiyorum,” dedi, “ve bunu burada yapmam çok zor.”
“Hindistan’da yanlış olan çok şey var,” diye cevap verdi Gandhi. “Değişmeleri lazım. Ama bizim değiştirmemiz lazım.”
“Ama sen bunu yapmak istedin, ve bence çok da başarılı olamamışsın,” dedi kızı. “Ben bunu yapmak istemiyorum.”
Gandhi bu konuşmayı bana aktardı. “Orada yaşıyor şimdi, bir eşi ve bir çocuğu var. Ama ben hala işin vatandaşlara düştüğü hissediyorum. Bak, ben eşimi ve çocuğumu dünyadaki en iyi insanlar oldukları için değil, sadece eşim ve çocuğum oldukları için seviyorum. Eğer bu bağı hissediyorsanız, bir sorumluluğunuz var demektir.” Sesi çatallandı ve titredi. “Neden Hindistan’a inanmalıyım? Çünkü burası benim.”
Kimse T.N. Subramaniam’ın nerede olduğunu bilmiyordu. Arkadaşlarının deyimiyle TNi Gandhi ve Roy ve diğerleriyle beraber IIT’de okumuştu, ama mezun olduktan sonra ortadan kayboldu. Facebook’ta veya mezun e-posta listelerinde kayıtlı değildi ve mezun toplantılarına gelmiyordu. Adı o kadar sıradandı ki arama motorlarında yüzlerce sonuç çıkıyordu: Isuzu Motors’da bir müdür yardımcısı, RouteOne adında bir Amerikan firmasında bir teknoloji mimarı, Tamilli bir kitabe okuyucu. İstesem bile hepsini listeleyemem. “20 Yaşındayım’ın” yıldızı ortadan tamamen kaybolmuştu.
Arkadaşlarından duyduklarıma göre kafamda bir görüntüsünü oluşturmuştum. Babası Yeni Delhi’de bir gazeteciydi ve TN Bombay’e mühendislik değil kitaplar ve felsefeye aşık olarak geldi. Roy ona “az bulunur bir zeka” dedi: “Zekası özel bir çeşit mantıktan geliyor, gerçeklikle çok da uyuşmayan bir mantık.” TN’in zihninin huzursuzluğu beden diline de yansıyordu; konuşmalarında elleri hep hareket ediyordu ve sürekli sigara içiyordu. “Ateşin var mı?” diye sorardı, gece yarısı bir arkadaşının yurt odasına gelerek. Çakmağını elde edince eklerdi: “Şimdi, sigaran var mı?”
Notlarını ortalamanın bir veya iki basamak üstünde tutmakla yetiniyordu; eğer mümkünse, dersleri bütünüyle asıp kantinde bir fincan kahve alıp oturuyor, geçen insanları durup sohbet etmeye ikna ediyordu. Herkes bu davetine kulak vermezdi. TN zamanla edinilen bir zevkti, zekasını kanıtlamaya meraklı, iğneleyici cevaplar veren, gösterişle Wittgenstein’dan alıntılar yapan, tartışmaları, karşı görüşe “epistemolojik” diyerek kısa kesen biri. göz korkutan biriydi, ve bundan memnundu.
Bu özellikler münazara topluluklarında TN’in çok işine yaradı; hitabette oldukça iyiydi ve çoğu kişinin bilmediği kelimeler kullanıyordu. Oyunlar, gizemli Beckettian dramaları yazdı; Roy da bunları yönetti, ancak bu oyunları asla tamamıyla anlamadığını söyledi. Birinde, bir karakter bir kutuyu açıp “İçi boş,” demeye devam ederken, üç diğer karakter sahnenin köşelerinde başka şeyler yapıyordu.
“Esrarengizdi,” dedi Roy. “Kimse ne olduğunu bilmiyordu! Ama seyirciler koltuklarına yapışmışlardı. Oyun boyunca tek bir fısıltı bile yoktu, ve bitince şiddetli bir alkış aldık. Anlamının ne olduğunu kimse bilmiyordu.”
Bu kadar konuşmasına rağmen, TN kendisi hakkında asla fazla bir şey söylemezdi. Gandhi “20 Yaşındayım’ın” son halini izlerken, TN’in Sastry’ye gerçekten ne düşündüğünü mü, yoksa neyi ilgi çekici olacağını düşündüğünü mü söylediğini merak etti. Kimse TN’i, bunu çözecek kadar iyi tanımıyordu. Sonra mezun oldular, ve kimse onu tekrar görmedi.
2014 Şubatında, ipucu bulmak için Twitter’a beşinci veya altıncı kez rica ederek, kimsenin filmdeki ince suratlı genç adamı tanıyıp tanımadığını sordum. Genelde insanlar TN’i Google’da aratarak, zaten bulmuş olduğum sayfaları göndererek yardım etmeye çalıştılar. Ancak bu sefer, IIT’deki eski bir oda arkadaşı yanıt verdi. TN’in yüksek lisans eğitimi için Brandeis Üniversitesine gittiğini duymuş.
Anılarım kıpırdandı. İnternette bulduğum TN’lerden biri Brandeis’de okumuşru. Sonra, Michigan’da Oaklan Üniversitesinde eğitim vermişti. Sonra, RouteOne’a bir teknoloji mimarı olarak girmişti. Oakland’da geçirdiği yıllarda yazılan matematik bültenlerini buldum: “Azaltma Formülleri Yeniden Değerlendirildi”, “Rasyonel Fonksiyonların Genişletilmiş Gosper Algoritmasıyla Toplamı”. RouteOne’da çalışan TN’la yapılan bir röportajda resmini buldum: kelleşmiş, buruk ağızlı, ince yüzlü, filmdeki TN’i hatırlaran parlak gözlere sahip bir adam. Röportajı okuduğumda ruhum titredi. TN -Wittgenstein’dan alıntılar yapan TN- hayatını bu yönde mi ilerletmişti? Amerika’ya taşınıp, araba kredilerini düzene koyan bir program mı geliştirmişti?
Dört RouteOne yöneticisiyle iletişime geçtim, ve biri, TN’in hasta olduğunu duyduğunu ve cevap vermeyebileceğini söyleyerek, eski iş arkadaşının e-posta adresini verdi. Haklıydı. Sonra, TN’in 1990ların başına kadar eğitim verdiği Oakland’in matematik ve bilgisayar bilimleri departmanlarından altı kişiye yazdım. Şansım dönmüştü; bir bilgisayar bilimi profesörü onu hatırlamıştı, biraz araştırarak Troy, Michigan’da bir adres ve bir telefon numarası verdi.
Troy’u aradım. Bir kadın açtı.
“Burası T.N. Subramaniam’ın evi mi?”
“Evet.”
Hindistan’dan arayan bir haberci olduğumu, ve bu T.N. Subramaniam’ın IIT’de okuduğu dönemde bir belgeselde yer alan Subramaniam olduğunu umduğumu söyledim.
Kuşkuluydu, sanki bir hikaye uyduran bir pazarlamacıymışım gibi.
“Hayır, asıl arama amacınız nedir?”
Bunun üzerine daha ayrıntılı açıkladım, S.N.S. Sastry’den ve Shailesh Gandhi’den ve Dunu Roy’dan bahsettim, “20 Yaşındayım’dan” ve YouTube’da yeniden ortaya çıkışından bahsettim. TN’i neden merak ettiğimi açıkladım, ve bildiğim her şeyi söyledim.
Nefes nefese kaldığımda, “Tamam, onu buldunuz,” dedi. TN’in eşiydi, ve belgesel hakkında bilgisi vardı. Ama TN’e inme indiğini, ve bir süre konuşamayacağını söyledi.
Troy’u düzenli olarak arama alışkanlığı edindim. İki haftada bir arardım, ve TN’in eşi çınlayan sesiyle, henüz hazır olmadığını ancak iyileşmekte olduğunu ve daha sonra aramam gerektiğini söylerdi. Bunu baharda ve yazın devam ettirdim, ve sonra birkaç ay ara verdim. Yılın ileriki aylarında yeniden denediğimde, telefona cevap gelmemeye başladı. Her seferinde telesekretere düşüyor ve mesaj bırakmam isteniyordu.
TN’e ne olduğunu merak ettim; sonra da onunla konuşmak için olan bu garip hevesimi merak ettim. Ne öğrenmeyi umuyordum? Amerika’ya gidiş sebebi, belki de -kendini Hindistan deneyinden çıkartma sebebi. Bardağı taşıran son bir damla hayal kırıklığı mı olmuştu? Yoksa Hindistan’ı terk etme sebebi tamamen farklıydı da, ülkesine olan iyimserliği hala devam mı ediyordu? Ancak iki açıklama da beni tatmin etmezdi -Victor Menezes’in Hindistan’ın 1967’den beri olan gelişmesi hakkında kaygısız bir şekilde konuşmasının beni avutmadığı gibi.
Asıl avutanlar “20 Yaşındayım’ın” kötümserleri, ülkemizin geleceği hakkında endişeli ve şüpheli olsalar da idealist de olabilen Shailesh Gandhi ve Dunu Roy oldu. Bu zihinlerin eş zamanlı meşguliyetleri bir zıtlık değildi, bunu fark ettim; bu kesinlikle gerekliydi.
Intelligent Life by Samanth Subramanian
Çeviren: tabutmag