1920 yılının Almanya’sında, 16 Ağustos’u hayatı boyunca pişmanlıkla hatırlayacak Polonya asıllı bir babanın oğlu: Henry Charles Bukowski. Babasının bir terzi kadınla geçirdiği gecenin ürünü olan bir oğul. Yalnızca o kadarlık oğul. Biyoloji var, gerisi yok.
“Sığınak çukurlarında melek bulunmaz.”
Henüz iki yaşında okyanus aşıp Los Angeles’a geliyor Bukowski ailesiyle. Amerikan Rüyasından paylarına düşeni alamamışlar. Kriz nedeniyle baba genellikle işsiz. Bunun sorumlusu evin çocuğuymuş gibi şiddetin ardı arkası kesilmiyor. Çimleri mükemmel bir biçimde biçemediği için evin banyosuna sürükleniyor. Pantolonu yarıya kadar indiriliyor. Kemerle cezası kesiliyor. Tekrar tekrar… Genellikle sessiz bir çocuk bu sebeple. Çektiği acıları içine atıyor. Konuşamadıklarını da aynı şekilde. Okul yıllarında Almanya göçmeni olduğu için dışlanıyor. Bu yetmezmiş gibi bir de okuldaki tiplerle başı derde giriyor. Babası sağ olsun, korkusuz bir çocukluk geçiriyor. Ondan daha korkunç olamıyor akranları. O ufak kabadayılıklar sökmüyor Bukowski’ye.
Hayatta kalmayı o yaşlarda öğrenmeye başlıyor. Sokağı, kavgayı, acıyı…
Vücudunun her yerinde çıkan çıbanlardan dolayı bir süre okula falan gitmiyor. Evde yapacak hiçbir şey bulamadığında yazmaya başlıyor. Babasından saklıyor kısa öykülerini tabii. Yazmak artık onun için herkesten uzaklaşmak, biraz olsun nefes almak anlamına geliyor. Bir gün okuldan geldiğinde bahçede uçuşan kâğıtları, babasının küfürlerini ve eline aldığı kemeri görüyor. Üniversite zamanlarına denk geliyor bu olay. Artık küçük Bukowski değil yani anlayacağınız. Üzerine doğru gelen babasına bir yumruk yerleştiriyor. Uçuşan kâğıtlarını, bahçeye saçılmış iki üç parça eşyasını boktan bir bavula koyup evden ayrılıyor. Çocukluğuna ve gençliğine dair bu yaşanılanları seneler sonra Ekmek Arası adlı otobiyografi kitabında detaylarıyla aktarıyor.
Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinek kaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.
İkinci Dünya Savaşı sıraları ilk kez bir öyküsü yayımlanıyor Bukowski’nin. İki sene sonra bir tane daha… Sonrasında yaklaşık on sene boyunca hiçbir şey yazmıyor. Amerika’yı şehir şehir dolaşmaya, ucuz pansiyonlarda konaklayıp, ikinci hatta üçüncü sınıf işlerde çalışarak ömrünü geçirmeye başlıyor. Tutunamıyor hiçbir yerde. Zaten bir düzene saplanmak, saatlerce çalışıp üç kuruş kazanmak ve sistemin keskin dişlileri arasında çiğnenmek ona ters geliyor. Babasının paraya olan düşkünlüğü, hep hayalini kurduğu zengin bir yaşamın aksine, Bukowski açlığı ve düzensizliği seçiyor. -Kimileri bu hayat tercihinin sadece babasına olan öfkesinden kaynaklandığını belirtir. Bir hayat düzeni kurup, bolca para kazanmak ve ün sahibi olmaya çalışmaktansa, Bukowski sadece bir “hiç” olmayı tercih etmiştir.
Oradan oraya sürüklenerek ve çocukluğunda tanıştığı en sıkı dostu alkolü yanından eksik etmeden Amerika’nın en izbe yerlerinde hayatını geçiriyor. Kazandığı parayı önce ucuz pansiyon kiralarına, sonra alkole sıra gelirse de at yarışlarına harcıyor. Vurdumduymazlığı, serseri karakteriyle birçok zengin kadını da etkiliyor elbette. Önüne hayatını baştan ayağa değiştirecek fırsatlar çıkıyor ancak Bukowski, babasının düşlediği hayata adapte olamıyor ve kendi günübirlik hayatına her seferinde geri dönüyor. Yaşamının bu periyodunu Factotum’da anlatıyor daha sonraları.
Azimli olmadığım doğru ama azimli olmayanların da yaşayabilecekleri bir yer olmalıydı, mevcut yerlerden daha iyi bir yeri kastediyorum. Sabahın altı buçuğunda bir çalar saat sesiyle uyanıp yataktan fırlayan, giyinip zorla bir şeyler atıştıran, sıçıp, işeyip, dişini fırçalayan, saçını tarayan, başka birine büyük paralar kazandırdığı bir yere ulaşmak için trafikle boğuşan ve tüm bunlara sahip olma fırsatı bulduğu için müteşekkir olması istenen biri hayattan nasıl keyif alabilir?
Otuzlu yaşlarında hayatı boyunca en uzun soluklu çalıştığı işe başlıyor: posta kuryeliği. Bu macera da başladığı zamanlarda iki seneden fazla sürmüyor zaten. Yorgun geçirdiği senelerin bir molası gibi kısa bir düzenli yaşam sürecini geride bırakıyor. O sıralarda alkol komasına giriyor.
Ölümle burun buruna kaldıktan sonra uzunca bir süre ara verdiği yazıya şiirle geri dönüyor. Otuz yedi yaşında evleniyor ama uzun sürmüyor o da. Kırklı yaşlarında postanedeki işine geri dönüyor.
Hayatı boyunca belki de tutunabildiği tek iş yeri olan postaneden ayrılma sebebi ise Black Sparrow Yayınları’ndan aldığı ömür boyu 100 dolar maaş teklifi. Kırk dokuz yaşında az da olsa düzenli bir gelire kavuşan Bukowski postanedeki sıkıcı işini bırakıyor. Hemen sonra ilk romanı Postane’yi bitiriyor.
Posta ofisinde kalıp delirmek ya da yazmaya oynayıp açlıktan ölmek. Ben aç kalmayı seçtim.
Elli altı yaşında Linda ile tanışıyor ve birlikte San Pedro’ya yerleşiyorlar. Uzun bir süre sonra da evleniyorlar. O zamanlar da gençliğindeki kadar serseri yürekli olsa da, yaşadığı o gezgin hayatı sürdürecek enerjisi yok pis moruğun. Hayatı boyunca yaşadığı sefil hayatı anlatmak için yazıyor. Şiirlerinde bire on beş veren atları tercih ettiğinden de bahsediyor, onu yarı yolda bırakan eski model arabasından da. Kadınların bacaklarından ne denli hoşlandığının ertesine dördüncü ayakta sürpriz yapan altı ganyanlı bir attan söz ediyor.
Tüm kitaplarında genel olarak kendini merkeze oturtuyor Bukowski. Ufak kurgulamalarla birlikte kendi hayatını, bir nevi otobiyografisini yazıyor parça parça. Pis Moruğun Notları’nda Stirkoff’u yaratıyor mesela. Bilgiye, aşka, sevgiye dair fikirlerini önemseyeceğiniz en son insanı yazıyor: alışılmışın dışında tatmin yöntemleri olan bir mahkûmun fikirlerini.
Seks, şiddet, alkol, ahlaksızlık temeline oturtuyor eserlerini. O serseri kişiliğine ve hayatına yakışır yazılar yazıyor. Neyi yaşadıysa onu…
Yetmiş üç yaşında ölümünden hemen önce bitirdiği Pulp’ta, görünüşte bir özel dedektifin hikâyesini anlatıyor. Ancak kitapta birçok kez ölümle burun buruna gelen Nick Belane’in hayata ve ölüme dair yaptığı iç konuşmalar Bukowski’nin ağzından dökülüyor bir bir.
Kendi hayatından esinleniyor, kendini anlatıyor Bukowski büsbütün. Hem başka bir şeye gerek yok yazması için. Yeterince hikâye biriktirdiği hayatında adamakıllı yapabildiği tek iş olan yazı yazmanın peşini hiç bırakmıyor. 1994 senesinde Linda’yla birlikte yerleştiği ve huzur bulduğu San Pedro’da lösemi sebebiyle hayatını kaybediyor. Üç Budist rahip HANK yazısının altında dua ediyorlar. Mezar taşına, gardını almış bir dövüşçü figürünün üstüne “don’t try” yazılıyor.
Bir röportajında Beat Kuşağı hakkındaki fikirleri sorulunca “ben beat’ten önce de beat’tim” cevabını verebilen ve buna kanıt olarak hayatını sunabilecek en büyük yazar. Sade ve her türlü kelime oyunundan uzak diliyle hepimizin serserisi, hepimizin pis moruğu… Hepimizin bir sokak kavgasında yanımızda olmasını isteyeceğimiz adam. Yeraltı Edebiyatı dünyasında köşesine kurulmuş, sulu viskisini içen babamız.
Direnç Uygun
tabutmag -1