Öyleyse şu son haftalar içinde bir değişiklik ortaya çıktı. Ama nerede? Hiçbir şeye bağlanılamayan soyut bir değişme bu. Değişen ben miyim? Ben değilsem, şu oda, şu kent, şu doğa; seçmek gerek.
Değişen benim sanıyorum. En kolay çözüm yolu bu. En tatsızı da bu. Ansızın ortaya çıkan bu dönüşümlere uğramış olduğumu kabul etmek zorundayım. Sık sık düşünen bir kimse olmadığım için, ben farkında olmadan, içimde bir yığın ufacık başkalaşım birikir, sonra da günün birinde gerçek bir devrim ortaya çıkar. Hayatıma tutarsız, çelişik bir görünüş veren de budur.
Jean-Paul Sartre, Bulantı / Çeviren: Selahattin Hilav
Ağlayan yeni doğmuş bir bebek, 20 yaşında sınavlara hazırlanan üniversite öğrencisi ve 80 yaşında parkta oturan yaşlı bir adam düşünün: Bu, yaşamın farklı devrelerinde aynı kişi olsun. Şimdi de, bebek, genç ve yaşlı adam arasında öylesine bir özellik bulun ki, bu yaşamı boyunca hiç değişmemiş olsun. Bir bebeğin hiçbir fiziksel özelliğini taşımayan genç adam; bir gencin fiziksel ve ruhsal özelliklerinin çoğunu taşımayan yaşlı adam, fakat yine de hep aynı kişi. Nedir kişinin aynı kişi olarak kalmasını sağlayan? Kimlik kartı gibi yaşam boyu sahip olunan bir özden bahsetmek olası mı?
Jean-Paul Sartre’ın 1938 yılında yayımlanan “Bulantı” romanında başkahraman Roquentin, bir tarihçidir. Marquis de Rollebon adında 18. yüzyılda yaşamış politik bir kişi üzerine inceleme yapıyordur. Rollebon hakkında farklı insanların tanıklıklarını topladığında ortaya bir bütün çıkmaz, çoğu tanıklık çelişkilidir. Rollebon’un mektupları ve tanıklarda eksik olan şey sağlamlık ve kesinliktir. Birbirlerini tam olarak yalanlamasalar da, büyük bir uyuşmazlık göze batar. Bahsedilen kişinin yaratılış özelliği olarak (genetik yapı türünde) bir özden bahsetmek olanaksızdır.
Varlık özden önce gelir
Sartre, “öz” ve “varlık” terimlerini kendinden önce gelen filozoflardan farklı bir boyuta taşır. Ünlü sözü “varlık, özden önce gelir,” felsefesinin en iyi ifade bulmuş şeklidir. Bu sözden de anlaşılacağı gibi, Sartre Tanrı tarafından tam (bitmiş) bir varlık olarak yaratılmış olmayı ret eder, çünkü insanın kesinleşmiş doğası olsa, özgürlükten hiç söz edilemez. Her şeyi, geçmişi olduğu kadar geleceği de bilen Varlık (Tanrı), geleceğin olanaksızlığını ortaya koyar, insanın yaşamı boyunca yapacağı seçimleri de anlamsız kılar. Tanrı çok önceden alınacak tüm seçimleri belirlemiş ve hiçbir güç geleceği değiştiremeyecek ise, hiçbir konuda karar vermenin, hatta ahlaki bir yaşam sürdürmeye çalışmanın bile anlamı kalmaz. Bir güç tarafından çok önceden karar verilmiş bir seçim, seçim değildir; sadece göstermeliktir yaşamdır. Önceden belirlenmiş bir senaryonun oyuncularından başka bir şey değildir buna göre insanlar. Halbuki Sartre’a göre insan, yaşam boyunca yaptığı seçimlerle kendi doğasını belirler ve bu doğa sürekli değişim içindedir.
Roquentin, Albert Camus’nün “Yabancı”sı, André Gide’in “Ahlaksız”ı gibi, varolmanın sıradanlığını ve boşluğunu anlayan biridir. Tarih araştırmalarını yarıda bırakır ve dostlarını kaybeder; tam bir “kayıtsızlık” içinde yaşamaya başlar: Bu ruh hali varoluşçu romanlarda çok sık karşımıza çıkar. Varoluşçu kahraman, Roquentin gibi, kendini aşksız, sevgisiz, dostluksuz yeniden oluşturmaya çabalar. Kendi varlığı içinde anlam ve değer bulmaya çalışır.
Kendi ahlakını oluşturmak
Varoluşçuluğun felsefeye getirdiği en önemli düşüncelerden biri, kişinin kendi değer yargılarını oluşturmasıdır. Doğduğu günden başlayarak öğretilen tüm ahlak yargılarını yeniden değerlendirip kendi ahlakını kurması yaşama anlam kazandırır. Bunu da ancak varolmanın “farkındalığını” arttırarak gerçekleştirebilir; parçalanma, yabancılaşma ve hayal kırıklıkları sonucunda duyguların yoğunlaşması ve kendi ruh hallerinin ortaya çıkması gerekir. Farkındalık içgözlem ve bilinçaltının karanlık korkuları ve içgüdülerin çözülmesi, hatta açığa çıkmasını sağlar.
Büyümenin anlamı, çevremizin bize yüklediği değer yargılarının içinden geçer. Bazı insanlar bu değer yargılarını sorgularken, diğerleri bunların sorgulanmadan yaşanmasından yanadır, böylece yüzyıllardır süre giden değerler, rahat bir koltuk gibi yaşamı kolaylaştırır. Tabii, mutlu bir yaşam için hangisi daha doğru seçimdir bilinmez fakat varoluşçu roman kahramanları kolay mutluluk peşinde değillerdir. Mutluluk bir amaç bile değildir. Varoluşun nedenini sorgulamak (anlamak bile değil) tek amaç olarak karşımıza çıkar.
Diyelim ki, genç bir adam bir yandan hasta ve yaşlı annesine bakmakla yükümlü, bir diğer yandan da ülkesinin yabancı işgaline karşı direnme isteği içinde. Bu durumda hangisi daha doğru bir seçim olabilir? Elbette bir yandan aynı kişi güney kutbundaki penguenlerin yaşam koşullarını inceleme isteği ya da vücut güzelliği yarışmasına katılmak için haltere de başlamayı düşünüyor olabilir, fakat nedense bu seçimler ahlaki sorumlulukları açısından bakıldığında son derece önemsiz görünür. Böyle ikilemler içinde yapılacak ahlaki seçimler tartışıldığında kişinin vereceği kararlar yaşamın içinde özünün oluşmasına neden olur.
20. yüzyılda varoluşçuluk iki dünya savaşının yarattığı maddi ve manevi çöküntü içinde yeni bir arayış olarak ortaya çıktı. Insan varlığı bu filozoflara göre “dünyaya atılmış” ve çelişkilerle dolu bu dünyada yaşamak zorunda bırakılmış bir varlıktı. Yaşam 19. yüzyılın iyimser bakışından kurtularak, acı, hastalık ve ölüm sunan bir yaklaşımla yeniden değerlendirildi ve bu insan varlığının büyük bir tehlike içinde görülmesine neden oldu.
Sartre için insanın varoluşu olanakların sınırları içinde geleceğe dönük bir tasarımdır. Sartre’a göre insana sunulan olanaklar sonsuz ve eşitti; ve herhangi birini seçmenin bir değişim yaratmayacağı görüşündeydi. Buna rağmen olanaklar içinde yapılacak seçim -buna varoluş tasarımı da denebilir- her tür tehlike içerir, en başta insanın nesneye dönüşerek özgün varoluşunu yitirmesi ve kendine yabancılaşması gelir.
Varoluşçu romanları, bir felsefe kitabı gibi okumak bazen edebiyat değerlerini görmemizi engeller. Fakat Camus, Gide, Nietzsche ya da Sartre’ın roman ve tiyatro eserlerini okurken varoluşçu felsefe bir altyapı olarak sunulur, felsefesi bilinmeden de zevkle okunabilir. Ilk başta kahramanın çevresine duyarlılığını görmek açısından ve yaşamın, yapılan seç imler ve en önemlisi bu seçimlerin sonunda yüklenilen sorumlulukları anlamamız açısından yol göstericidir. “Bulantı”nın bir dönem gençliğini çok fazla etkilemiş olmasının nedeni de okura, kendi yaşamını, değer yargılarını yeniden gözden geçirme isteği vermesinden kaynaklanır.
ASUMAN KAFAOĞLU
kaynak: garildi.cumhuriyet.com.tr/sayfa.cgi?w+30+/cukitap/cukitap2001