Düşüncenin her yeri, aslında hiçbir yerdir.
Lewis Carroll‘ın “Aynanın İçinden“ isimli kitabında Beyaz Kraliçe geçmiş yerine geleceği hatırlar. Tıpkı kitaptaki diğer meseleler gibi, görünürde mantıksız olan bu mesele aslında felsefi bir dâhilik hareketidir. Hatta Lewis Carroll’ın, Einstein ve Gödel doğrusal zaman anlayışımızı değiştirmeden yarım asır önce gerçekleştirilmiş olduğu bir öngörüdür.
Zamanın kafa karıştıran doğasının, insanların deneyimlerini büyüleyici bir berraklık ile nasıl etkilediğine Hannah Arendt’dan başka değinen bir düşünür olmamıştır. Hannah Arendt (Ekim 14, 1906 – Aralık 4, 1975), 1973 yılında Gifford Konferanslarında konuşma yapan ilk kadın olmuştur. Konuşması ise iki uzun makale haline getirilerek, “The Life of the Mind” (“Zihnin Yaşamı”) adıyla yayınlanmıştır. Kitap bizlere Arendt’ın gerçek ve anlam arasındaki önemli fark üzerine düşüncelerini sunmaktadır.
Kitabın en ilham verici bölümlerinden birisinde Arendt düşüncenin, zamanın zorbalığına karşı bir isyan ve sonsuz olmama dehşetine karşı bir sınır duvarı olduğunu öne sürüyor. Bilginin bizi daima içerisinde bulunduğumuz andan çıkardığını ve eksiklikleri de kendisinin ham maddesi haline getirdiğini belirterek; düşünen egomuzun, eğer şu anda ya da yakınlarda bir yerde değilse, nerede olduğunu inceliyor:
Günlük, dış dünyanın açısından baktığımızda; düşünen egomuzun her yeri – zamanda veya mekânda herhangi bir uzaklıktan, neyden hoşnutluk duyduğunu ve hangi düşüncenin ışık hızından daha hızlı hareket ettiğini göz önünde bulundurduğumuz zaman – aslında hiçbir yerdir. Bu hiçbir yer, doğarak aniden içerisine düştüğümüz ve ölerek de aniden içerisinde kaybolduğumuz iki yönlü hiçbir yer ile herhangi bir benzerlik göstermez. Bu yüzden, yalnızca Boşluk olarak düşünülebilir. Mutlak boşluk kavramı, anlaşılamaz olmasa bile, düşünülemez bir kavramdır. Açıkçası, eğer kesinlikle hiçbir şey yoksa bu durumda düşünülecek bir şey de yoktur. Düşüncelerimize aşılamaz duvarlar ören – mutlak başlangıç ve mutlak son kavramları da dâhil olmak üzere – bu kısıtlayıcı kavramların içerisinde oluşumuz, bizlere aslında sonu olan varlıklar olduğumuzu söyler.
Thomas Mann’ın “hayatın bozulabilir oluşu… değer, saygınlık ve hayata ilgiyi açığa çıkarır” iddiasına Arendt şunu ekliyor:
İnsana, geçmiş ve geleceğe yayılan bir zaman sonsuzluğu içerisine yerleştirilmiş olan kısa zaman aralığı vasıtasıyla, geri alınamaz bir şekilde verilmiş olan sonluluk özelliği; bütün zihinsel aktivitelerden bir altyapı oluşturur. Kendisini düşüncenin farkında olduğu tek gerçeklik gibi gösterir. Bu sırada da düşünen egomuz, dünyada kendimizi yönlendirdiğimiz sağduyu içerisinde bulunan dünyevi şekiller ve kaybolmuş hislerden vazgeçer… Düşüncenin her yeri, aslında hiçbir yerdir.
T.S. Eliot, bu hiçbir yer kavramını “dönen dünyanın duran noktası” ifadesinde yakalamıştır. Fakat Arendt’a göre düşüncenin mekânsal boyutu, geçici bir şey tarafından bölünmüştür – düşünmek, bizi sürekli olarak geçmişte ve gelecekte gezerek hatırlamaya ve tahmin etmeye zorlar, böylece düşünce trenlerimizin içerisinde seyahat ettiği, zihinsel zaman-mekân sürekliliğini yaratırız. Bunun sonucunda da, zaman hissimiz ve onun devam ediyor oluşu hissimiz ortaya çıkar. Arendt şunları söylüyor:
İçsel zaman hissi, boş ve görünmeyen şeyler tarafından meşgul edilmediğimiz zamanlarda ortaya çıkar; düşünürüz fakat eylemin kendisine odaklanmaya başlarız. Bu gibi durumlarda geçmiş ve gelecek tamamen eşit bir şekilde var olur çünkü ikisi de eşit şekilde hislerimizden uzaktadır. Böylece; geçmişin “artık olmaması” mekânsal bir benzetim vasıtasıyla arkamızda yatan bir şeye ve geleceğin “henüz olmaması” da ileriden bize doğru yaklaşan bir şeye dönüşür.
[…]Başka bir deyişle, zamanın sürekliliği ve ebedi değişim, zamanlara bölünür: geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman. Fakat geçmiş ve gelecek – tıpkı “artık olmamak” ve “henüz olmamak” gibi – birbirine düşmandır. Bunun sebebi ise, doğuşu – yani bir “kökeni” – ve ölümü, yani bir sonu olan insandır. Çünkü insan geçmiş ve gelecek arasındaki herhangi bir anda durmaktadır; bu ara da şimdiki zamandır. İnsanın, kısıtlı yaşam süreci ile birlikte araya girmesi, sürekli akmakta olan bütünlük nehrini bizim bildiğimiz zaman şekline çevirir.
Ve yine, zaman deneyimlerimizi yönlendiren şey bizim sonlu oluşumuzdur:
Sürekli akmakta olan bir nehrin bakış açısından bakıldığı zaman, araya insanın girmesi ve iki yönle de mücadele etmesi bir kırılma yaratır. Bu kırılma da iki yönden de savunma göstermeye çalıştığı için, bir boşluğa dönüşür. Bu yüzden, şimdiki zaman bir savaşçının savaş alanı gibidir… Her bir anda kendi geçmişi ve kendi geleceği arasında sıkışmış olan – ve her ikisini de şimdiki zamana yönlendirmiş olan – insanın açısından bakıldığı zaman; savaş alanı aralıkta duran bir şeydir, hayatını üzerinde geçirdiği bir Şimdi’dir. Sıradan, günlük yaşamda şimdiki zaman, en faydasız ve güvenilmez zamandır – “şimdi” diyerek bir şeye işaret ettiğim anda, o zaten gitmiş oluyor. Bu yüzden şimdiki zaman “artık olmayan” geçmiş ile “henüz olmamış”, yaklaşan fakat henüz gelmemiş olan geleceğin çatışmasından başka bir şey değildir. İnsan bu aralıkta yaşar ve şimdiki zaman dediği şey ise; onu umutla dolduran – geçmişin yükü ile onu emin olabildiği tek gerçeklik olan “geçmişin sakinliğine” geri çeken gelecek korkusunun (muhtemelen ölüm korkusunun) ömür boyu süren bir çatışmasıdır.
Arendt, zamanın bu akışkan kavramının – takvimlerin bize şimdiki zamanın bugünde olduğunu, geçmişin dünde başladığını, geleceğin de yarında başladığını söylediği – günlük yaşamda gösterildiğinden daha farklı bir şey olduğunu belirtiyor. Patti Smith’in zaman ve dönüşüm üzerine düşüncelerini akıllara getiren bir düşüncesinde Arendt şunları belirtiyor:
Sürekli akmakta olan bütünlük değişimi nehrini, – dün başladığımız ve yarın bitirmeyi umduğumuz – aktivitelerimizin devamlılığına borçlu olduğumuz bir zaman sürekliliğine çevirebiliriz. Başka bir deyişle zaman sürekliliği – düşünen egomuzun aktivitelerinin aksine – bizim günlük yaşamımızın, işlerimizin devamlılığına bağlıdır. Çünkü düşünen egomuz onu çevreleyen mekânsal durumlardan bağımsızdır fakat günlük yaşamımız ve aktivitelerimiz her zaman mekânsal olarak belirlenir ve şartlandırılır. Sıradan yaşamımızın sürekli devam eden üç boyutluluğu bizim zamanı mekânsal kategorilerde ele elmamıza izin verir – geçmişin bize “arkamızda” yatan bir şey gibi, geleceğin de “önümüzde” yatan bir şey gibi gözükmesi gibi.
[…]Geçmiş ve gelecek arasındaki boşluk yalnızca yansımalarda açılır. Çünkü yansımaların asıl meselesi boşluklardır – bu boşluklar da ortadan kaybolmuş olanı ya da henüz ortaya çıkmamış olanı içerir. Yansıma, bu boş “bölgeleri” zihnin varlığının üzerine çizer. Bu açıdan bakıldığında da, düşünme eylemi zamanın kendisine karşı bir çatışma olarak anlaşılabilir.
Arendt’a göre; yakalanması zor olan bu boşluk düşünen egomuzun bulunduğu yerdir – ve yalnızca kendimizi zihinsel olarak geçmiş ile gelecek arasına soktuğumuz zaman var olurlar:
[Düşünür] diye bir şey olmasaydı, geçmiş ile gelecek arasında bir fark olmazdı, yalnızca ebedi bir değişim olurdu. Veya bu güçler kafa kafaya çarpışır ve birbirlerini yok ederlerdi. Fakat savaşan bir varlık sayesinde belirli bir açıda buluşuyorlar. Böylece doğru imge de fizikçilerin “güçlerin paralelkenarı” adını verdiği şey olmalı.
Belirsiz bir başlangıcı ve şimdiki zaman içerisinde belirli bir bitiş noktası olan bu iki güç, üçüncü – çapraz – bir noktada birleşiyorlar. Bu noktanın – geçmiş ve geleceğin aksine – şimdiki zaman içerisinde bir kökeni vardır ve sonsuzluğa doğru yayılır. Arendt’ın gözlemlediği üzere bu çapraz güç, düşünce eylemi için muhteşem bir mecazdır. Arendt şunları söylüyor:
Bu çapraz, sonsuzluğa işaret ediyor olsa da, geçmişin ve geleceğin güçleri tarafından kısıtlanmış ve çevrelenmiştir. Böylelikle de, boşluğa karşı korunuyor olur; şimdiki zamana mahkûmdur ve kökleri şimdiki zamanda ve insanın varlığındadır. Çünkü yalnızca düşünce sürecinde tam olarak gerçekleştirilir ve bu süreçten daha uzun süremez. İnsanların zamanı baskılamış olduğu var oluşun içerisinde bulunan Şimdi’nin sessizliğidir. O, bir şekilde fırtınanın tam ortasında duran bir sessizliktir; fırtınaya hiç benzemiyor da olsa ona aittir. Geçmiş ve gelecek arasındaki bu boşlukta, düşündüğümüz takdirde zamanın içerisindeki yerimizi buluruz. Bu da anlamımızı bulmak için, geçmişten ve gelecekten yeteri kadar ayrıldığımızda gerçekleşir. Bunu dünyadaki hiç bitmeyen insan meselelerini yargılayabilmek ve bunun için gereken “hakem”in yerini bulmak için yaparız. Sırlarını hiçbir zaman kesin olarak çözemeyiz fakat bunların neyle ilgili olduğu sorusuna verilebilecek yeni cevaplar ile hazır bulunuruz.
Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)