Burada aktaracağım düşünceler, 20. yüzyıl geri planından görüldüğü biçimiyle, son birkaç yılın olay ve tartışmalarından kaynaklanıyor. 20. yüzyıl, Lenin’in öngördüğü gibi savaş ve devrimlerin, dolayısıyla şimdilerde bu iki olgunun ortak paydası olduğuna inanılan şiddetin yüzyılı oldu. Ama bugünkü durumda başka bir etken daha var; kimse öngörmediyse de bu etken, hiç değilse eşit önem taşıyageldi: Şiddet araçlarının teknik gelişimi artık öyle bir noktaya geldi ki, hiçbir siyasal amaç, insan aklının sınırları içinde, bu araçların yıkıcı potansiyeline denk değildir, ne de silahlı çatışmada bu araçların fiilen kullanımını haklı kılabilir. Bu yüzden en eski dönemlerden beri uluslararası anlaşmazlıklarda nihai ve amansız hakem olarak karşımıza çıkan savaş, artık tüm etkililiğini ve ihtişamını yitirmiş bulunuyor. Süper güçler, başka bir deyişle uygarlığımızın en yüksek düzleminde hareket eden güçler arasındaki kıyametsi (apokaliptik) satranç, tek bir kurala göre oynanıyor: “İçlerinden birisi kazanırsa ikisinin de sonu olacaktır”.1 Bu, daha önceki hiçbir savaş oyununa benzemeyen bir oyundur. “Rasyonel” amacı zafer değil, caydırıcılıktır. Dahası silah yarışı, artık savaşa hazırlık değildir ve ancak barışın en iyi güvencesinin, daha çok caydırıcılık olduğu gerekçesiyle haklı kılınabilir. Bu durumun içerdiği gözle görülür çılgınlıktan kendimizi nasıl kurtaracağımız sorusuna verilecek bir yanıt yok.
Kudret, güç ve dayanıklılıktan farklı olarak şiddet, Engels’in çok önceleri belirttiği gibi daima araçlara muhtaçtır.2 Dolayısıyla teknolojide, alet yapımında yaşanan devrim, savaş alanında özellikle dikkat çekici boyutlardadır. Şiddete dayalı eylemin bizatihi tözüne hâkim olan, araç-amaç kategorisidir. Bu kategorinin en temel ayırıcı niteliği, insani olaylara uygulanırsa şöyle ifade edilebilir: Amaç, kullanımını haklı kıldığı ve gerçekleşmesi açısından gereksinilen araçların altında kalma tehlikesi içindedir. Fabrika üretimindeki nihai amaçtan farklı olarak insan eyleminin nihai amacı asla güvenilir biçimde öngörülemez. Bu yüzden siyasal amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlar, sık sık geleceğin dünyası açısından niyetlenilen amaçlardan daha belirleyici olabilmektedir.
Dahası, insan eylemlerinin sonuçları eylemcinin denetimini aşar. Öte yandan şiddet, içinde fazladan bir keyfilik öğesi taşır. Fortuna (talih), iyi ya da kötü şans, insani meselelerde hiçbir yerde savaş alanında olduğu denli yazgı belirleyici bir rol oynamaz. Üstelik en beklenmeyenin bu ihlali, bu şekilde karşımıza çıkıvermesi, ona “rastgele olay” da bilimsel açıdan kuşkulu olay dediğimizde ortadan kalkmış olmuyor. Ne de simulasyon, senaryo, oyun kuramı ve benzerleri onu yok edebiliyor. Bu meselelerde kesinlik yoktur. İnceden inceye hesaplanmış belli koşullar altında karşılıklı yıkımın bile kesinliği yoktur. Yıkım araçlarının mükemmelleştirilmesine girişenler nihayet öyle bir teknik gelişme düzeyine ulaşmışlardır ki, amaçları, yani bizatihi savaş, elinin altında hazır duran araçlar nedeniyle tümüyle ortadan kalkma noktasına gelmiş bulunuyor.3 Bizatihi bu durum, şiddet alanına yaklaştığımız anda karşımıza çıkan bu ezip geçici öngörülemezliği ironik biçimde hatırlatan bir gerçektir. Savaşın hâlâ bizimle olmasının başlıca nedeni ne insan türünün gizli ölüm istenci, ne bastırmaya gelmeyen bir saldırganlık dürtüsü ne de daha inandırıcı olsa da silahsızlanmanın içerdiği ciddi toplumsal ve iktisadi tehlikelerdir.4 Bunun nedenini uluslararası ilişkilerde savaşın yerine siyasal sahnede başka bir nihai hakemin ortaya çıkmamış olmasında aramak gerekir. Hobbes, “kılıç olmaksızın sözleşmeler sözcükten başka bir anlam taşımaz” derken haksız mıydı?
Aslına bakılırsa ulusal bağımsızlık, yani yabancı egemenliğinden âzade olma hali, ve devlet egemenliği, yani uluslararası ilişkilerde denetimsiz ve sınırsız iktidar iddiası özdeşleştirildiği sürece savaşı ikame edecek başka bir yolun ortaya çıkması da olanaklı değildir. (Amerika Birleşik Devletleri, özgürlük ve egemenliğin tam anlamıyla birbirinden ayrılmasının -elbette Amerikan cumhuriyetinin temelleri bu ayrım nedeniyle tehlikeye girmedikçe- hiç değilse kuramsal olarak mümkün olduğu nadir ülkelerden biridir. Anayasaya göre yabancı ülkelerle yapılan antlaşmalar ülke hukukunun bir parçasıdır. 1793’te Yargıç James Wilson’un işaret ettiği gibi, “Birleşik Devletler Anayasası açısından egemenlik sözcüğü tümüyle bir bilinmezden ibarettir.” Ama Avrupa ulus-devletlerinin geleneksel dilinden ve kavramsal siyasal çerçevesinden böylesine net ve gururlu bir ayrılık uzun bir geçmişe özgüdür. Amerikan devriminin mirası unutuldu. Amerikan hükümeti, iyi ya da kötü, Avrupa mirasını kendi geçmişinin mirasıymışçasına kabul etti. Ne yazık ki bunu yaparken, Avrupa’nın gerileyen gücünün ardında ve yedeğinde siyasal iflasın, ulus-devletin ve onun egemenlik kavramının iflasının yattığının ayırdında değildi.) Azgelişmiş ülkelerin dış işlerinde savaşın hâlâ ultima ratio, şu eski “siyasetin şiddet aracılığıyla devamı” olarak kendini gösteriyor olması, savaşın köhneliğine karşı anlamlı bir sav değildir. Öte yandan yalnızca nükleer ve biyolojik silahlara sahip küçük ülkelerin savaşa kalkışacak durumda olması da kimseyi avutmasın. Şu ünlü rastgele olayın ortaya çıkmasının en muhtemel olduğu bölgelerin eski “ya zafer ya ölüm” sloganının hayli ikna edici olduğu bölgeler olduğu gerçeği artık kimse için bir sır değil.
Bu koşullar altında gerçekten de son on beş-yirmi yıldır bilimsel kafalı danışmanların hükümet konseylerinde artan saygınlığından daha korkutucu pek az şey vardır. Sorun, bunların “düşünülemeyecek olanı düşünebilecek” denli soğukkanlı olmasında değil, düşünmüyor olmalarındadır. Onlar böylesine modası geçmiş, bilgisayar yardımı olmaksızın bile yapılabilecek bir etkinlikle zaman harcayamaz. Bunun yerine belli bazı hipotetik olarak varsayılmış kutuplaşmaların sonuçlarına iman ederler. Ne varki hipotezlerini gerçek olaylar karşısında sınama yetisinden yoksundurlar. Gelecek olaylara ilişkin bu hipotetik kurgulardaki mantıki çatlak her zaman aynıdır: Başlangıçta bir hipotez olarak (ustalık düzeyine göre, içkin bazı seçenekleriyle ya da hiçbir seçenek ima etmeksizin) karşımıza çıkan bu savlar, genellikle birkaç paragraf sonra derhal “olgu” haline gelir. Ardından bir dizi benzeri sözde olguyu doğurur. Sonuçta tüm girişimin katıksız spekülatif karakteri unutuluverir. Bunun bilim değil sözde bilim olduğunu söylemeye gerek bile yok. Sözde bilim: Noam Chomsky’nin sözleriyle, “toplumsal ve davranışsal bilimlerin, gerçekten de anlamlı entelektüel içeriği olan bilimlerin yüzeysel niteliklerini taklit etme yolundaki umarsız çabaları”. Richard N. Goodwin’in yakınlarında sözde bilimsel kurumların “bilinçdışı mizahını” işlediği bir makalesinde belirttiği gibi, bu tür stratejik kurama yönelik en açık ve “en derin öneme sahip itiraz, sınırlı kullanışlığı değil, tehlikesidir. Çünkü bu tür kuram, olayları anladığımız ve akışları üzerinde denetime sahip olduğumuz yanılgısına yol açar.”5
Olaylar, tanım gereği, tekdüze süreç ve işleyişleri kesintiye uğratan ortaya çıkışlardır.
Gelecekbilimcinin düşleri ancak önemli hiçbir şeyin ortaya çıkmadığı bir dünyada gerçek olabilir. Geleceğe yönelik tahminler, bugünkü otomatik süreç ve işleyişlerin, yani insanın eylemde bulunmaması ve beklenmedik bir şeyin ortaya çıkmaması halinde olup bitecek olayların geleceğe tasarlanmasından (projeksiyon) başka bir şey olamaz. İyi ya da kötü her eylem ve her kaza, tahminin, içinde hareket ettiği ve kanıtını bulduğu çerçeveyi parçalamak durumundadır. (Proudhon’un geçerken söylediği şu söz, “Beklenmedik olayın yaratıcılığı, devlet adamının sağgörüsünü fazlasıyla aşar,” çok şükür hâlâ geçerli bir sözdür. Beklenmedik olayın yaratıcılığı, uzmanın hesaplamalarını haydi haydi ezip geçer.) Bu tür beklenmedik, öngörülmedik, öngörülemez oluşlara “rastgele olaylar” ya da “geçmişin son iççekişleri” adını vermek onları konu dışı saymak ya da “tarihin çöplüğü”ne mahkûm etmek, bu ticaretin en eski hilelerindendir. Kuşkusuz bu hile kuramı açıklığa kavuşturur, ama kuramı gerçeklikten hep biraz daha uzaklaştırmak pahasına. Tehlike, kanıtlarını gerçekten de güncel fark edilebilir olaylardan almaları nedeniyle bu kuramların ikna edici olmasında değil, iç tutarlılıkları nedeniyle hipnotik bir etkiye sahip olmalarında. Bu kuramlar sağduyumuzu, gerçeklik ve olgusallığı algılama, anlama ve kafa yorma organımızı uykuya yatırma gücüne sahiptir.
Tarih ve siyaset üzerine düşünmeyi iş edinen hiç kimse, şiddetin insan işlerinde daima oynayageldiği muazzam rolün ayırdına varmaktan kendini alıkoyamaz. Durum böyleyken şiddetin nadiren özellikle konu edilmiş olması ilk bakışta şaşırtıcıdır.6 (Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nin son baskısında şiddet konusuna ayırılmış bir başlık bile yoktur.) Bu, şiddet ve keyfiliğin ne ölçüde verili olarak alındığını ve bu yüzden ihmal edildiğini gösterir. Herkesin açıklıkla gördüğü bir şeyi hiç kimse sorgulamaz, incelemez. İnsan işlerinde şiddetten başka bir şey görmeyenler, insan işlerinin “daima gelişigüzel, ciddiyetten ve kesinlikten uzak olduğu” (Renan) ya da Tanrının sonsuza değin daha büyük askeri birliklerin yanında olduğu kanısına varmıştır. Böylelerinin şiddet ya da tarih konusunda söyleyecek başka bir şeyi yoktur. Geçmişe ilişkin kayıtlara anlamlı bir şeyler bulmak için bakan herkes, şiddeti marjinal bir fenomen olarak görmek durumundadır. Clausewitz savaşı “siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi” diye tanımlar ya da Engels şiddeti “iktisadi gelişmenin hızlandırıcısı” olarak görürken7 vurgulanan hep siyasal ya da iktisadi sürekliliktir; ya da şiddete dayalı eylemi önceleyen bir şeyce belirlenen ve belirlenmekte olan bir sürecin sürekliliği vurgulanmaktadır. Aynı şekilde uluslararası ilişkiler alanında çalışanlar yakın döneme değin şunları söylüyordu: “Ulusal gücün daha derindeki kültürel kaynaklarıyla uyuşmayan bir askeri çözüm hali istikrarlı olamaz”, ya da Engels’in sözleriyle, “nerede bir ülkenin iktidar yapısı iktisadi gelişme düzeyiyle çelişirse, şiddet araçlarına sahip siyasal iktidar yenilgiye mahkûmdur.8
Günümüzde savaş ve siyaset ya da şiddet ve iktidar arasındaki ilişkilere dair tüm bu eski doğrular geçerliklerini yitirmiştir. İkinci Dünya Savaşının ardından gelişen barış değil, soğuk savaş ve askeri-sinai-emek (military-industrial-labour) kompleksi oldu. “Toplumdaki asli yapısal gücün savaş yapma potansiyelinin önceliği olduğundan” söz etmek, “iktisadi sistemlerin, siyasal felsefelerin, corpora juris’in (yargı bünyesinin) savaş sistemine hizmet ettiğini ve bu sistemi yaygınlaştırdığını, tersinin geçerli olmadığını” ileri sürmek, “bizatihi savaşın temel toplumsal sistem olduğunu, başka ikincil toplumsal örgütlenme tarzlarının bu sistem içinde mücadele ettiğini ya da ayakta kalmaya çalıştığını” savunmak -tüm bunlar Engels ya da Clausewitz’in 19. yüzyıl formüllerinden daha ikna edici geliyor kulağa. Report form Iron Mountain’ın adı belirtilmeyen yazarının bu basit tersine döndürme işleminden –savaş “diplomasinin (ya da siyasetin, iktisadi amaçlar gütmenin) bir uzantısı olmak bir yana”, barış savaşın başka araçlarla sürdürülmesidirdaha anlamlı olan, savaş tekniklerindeki gelişmedir. Rus fizikçi Sakharov’un deyişiyle, “Termonükleer bir savaş, (Clausewitz’in formülünde olduğu gibi) siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi gibi görülemez. Ancak evrensel intiharın bir yolu olarak görülebilir.”9
Dahası biliyoruz ki “birkaç silah ulusal gücün tüm öteki kaynaklarını birkaç dakika içinde silip süpürebilir”:10 “küçük birey gruplarının… stratejik dengeyi bozmasını” olanaklı kılacak ve “nükleer vuruş gücü geliştirmeye gücü yetmeyen ulusların” bile üretebileceği denli ucuz biyolojik silahlar geliştirilmiştir;11 “birkaç yıl içinde” robot askerler “beşer askerleri modası geçmiş yaratıklara dönüştürebilir”:12 ve nihayet konvasiyonel savaş halinde yoksul ülkeler tam da “azgelişmiş” oldukları için ve teknik üstünlük gerilla savaşlarında “varlıktan çok yükümlülük” haline gelebileceğinden büyük güçlerden daha güvenli konumdadırlar.13 Tüm bu rahatsız edici yenilikler şu duruma ekleniyor: İktidar ve şiddet arasındaki ilişki bütünüyle tersine dönmüştür ve bu gelişme küçük ve büyük güçler arasındaki geleceğe yönelik ilişkide bir tersine dönmenin de habercisi olabilir. Herhangi bir ülkenin elinin altındaki şiddet kapasitesi, kısa süre içinde ülkenin gücünün güvenilir bir göstergesi ya da ciddi ölçekte daha küçük ya da daha büyük başka bir ülke tarafından yıkıma uğratılmasına karşı ciddi bir güvence olmaktan çıkabilir. Bu, siyasal bilimin en eski açılımlarından birine meşum bir benzerlik gösterir: Güç zenginlikle ölçülmez, fazla zenginlik gücü aşındırabilir ve zenginlikler cumhuriyetlerin güç ve refahı açısından özellikle tehlikedir. Bu bilgece buluşlar unutulmuş olmakla geçerliliğini yitirmez; hele doğruluklarının şiddet kapasitesine de uygulanabilir hale gelmesiyle yeni boyutlar kazandıkları bir zamanda.
Uluslararası ilişkilerde şiddet ne kadar müphem ve kesinlikten uzak bir aygıt haline geldiyse de iç siyasette saygınlığı ve cazibesi arttı; özellikle devrim konusunda bu böyle. Yeni Solun güçlü Marksist retoriği, Marksizmden tümüyle uzak bir kanının yavaş yavaş güçlenme eğilimi göstermesiyle çakışıyor. Bu kanı Mao Zedung tarafından ilan edilmişti: “İktidar, namlunun ucunda büyür.” Kuşkusuz Marks, tarihte şiddetin oynadığı rolün ayırdındaydı. Ama bu rol ona göre ikincil bir roldü. Eski toplumun sonunu getiren şiddet değil, kendi iç çelişkileriydi. Yeni bir toplumun ortaya çıkışını önceleyen şiddetli patlamalardı; ama bunlar yeni toplumun ortaya çıkışı açısından neden oluşturmuyordu. Marks bunları doğumu önceleyen doğum sancılarına benzetir, ama bunlar doğumun nedeni olarak görülemez. Aynı damarda ilerleyerek, devleti egemen sınıfın denetiminde bir şiddet aygıtı olarak değerlendirir. Ama egemen sınıfın fiili iktidarını tanımlayan toplumda oynadığı roldür; ya da daha açık bir deyişle üretim sürecindeki rolü. Sıklıkla farkına varıldığı ve bazen de hayıflanarak ifade edildiği gibi, Marks’ın öğretisinden etkilenen devrimci sol, şiddet araçlarının kullanımını reddeder. Marks’ın yazılarında açıkça baskıcı bir rejim olarak tanımlanan “proletarya diktatörlüğü” devrimin ardından kurulacaktır ve Roma diktatörlüğü gibi kesinlikle kısa bir dönemle sınırlı olacaktır. Küçük anarşist grupların gerçekleştirdiği birkaç bireysel terör eylemi dışında siyasal suikast, daha çok sağın tekelinde olmuştur. Örgütlü silahlı ayaklanmalarsa askeriyenin özel mönüsüdür. Sol, şu konuda ikna olmuş ve bundan vazgeçememiştir: “Tüm komplolar salt yararsız olmanın ötesinde, zararlıdır. Onlar çok iyi bilirler ki devrimler ne niyetlenerek ne de keyfi olarak yapılmıştır; özgül parti ve sınıfların irade ve kılavuzluğundan tümüyle bağımsız koşulların zaruri sonucu olarak gerçekleşmiştir.”14
Kuram düzeyinde birkaç istisnadan söz etmek gerekir. Yüzyıl başında Marksizmle Bergson’un yaşam felsefesini birleştirmeyi deneyen Georges Sorel, daha düşük bir ustalıkla da olsa tuhaf biçimde Sartre’ın bugün gerçekleştirdiği Marksizm-varoluşsalcılık karmasına benzer sonuçlara vardı. Sorel, sınıf mücadelesini askeri terimlerle düşünüyordu. Buna karşılık ünlü genel grev mitinden daha şiddetli bir yol değildi önerdiği. Bugün “genel grevi” daha ziyade şiddete dayalı olmayan siyasetin bataryası içinde düşünmek daha doğru olacaktır. Elli yıl önce bu ılımlı öneri bile, Lenin’i ve Rus Devrimini desteklemiş olmasına karşın, ona faşist damgası vurulmasına yetti. Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri başlıklı yapıtına yazdığı önsözde şiddeti yüceltmek açısından Sorel’in Şiddet Üzerine Düşünümler’de söylediklerinden, hatta Fanon’un kendisinden çok daha ileri giden Sartre, hâlâ “Sorel’in faşistçe sözlerinden” söz edebiliyor. Bu, Sartre’nin şiddet konusunda Marks’tan ne kadar uzakta olduğunun ayırdında bile olmadığını gösterir. Özellikle şu cümlelerinde: “bastırılması olanaksız şiddet… kendini yeniden yaratan insandan başka bir şey değildir”; “yeryüzünün lanetlileri” ancak “çılgın dehşetle” “insan haline gelebilir”. Bu nosyonlar, “kendini yaratan insan” tasarımı katı bir şekilde Hegelci ve Marksist düşünce biçimine özgü olduğundan çok daha çarpıcıdır. Kendini yaratan insan tasarımı, sol hümanizmin bizatihi temelidir. Fakat Hegel’e göre insan, kendini düşünce yoluyla “üretir”15 Buna karşılık Hegel’in “idealizmini” baş aşağı çeviren Marks’a göreyse insanın kendini yeniden yaratmasının aracı emektir; emek, yani doğayla metabolizmanın insanca biçimi. Kuşkusuz insanın, kendini yeniden yaratmasına ilişkin tüm nosyonların, bizatihi insanlık durumunun olgusallığına karşı bir isyanda ortak olduklarını (türün bir üyesi ya da birey olarak insanın, varoluşunu kendi kendine borçlu olamayacağından daha gözle görünür bir gerçek olamaz); dolayısıyla Sartre, Hegel ve Marks’ın birleştikleri ortak paydanın, bir olgu olmayan bu beklentinin gerçekleşmesine aracılık edeceğini ileri sürdükleri etkinle türünün farklı olmasından daha önemli olduğunu iddia etmek mümkündür. Yine de, özde barışçıl olan emek ve düşünme etkinlikleriyle tüm şiddet eylemleri arasında derin bir uçurumun yattığı da yadsınamaz. “Bir Avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmaktır… geriye kalan ölü bir adamla özgür bir adamdır.” Bu, Sartre’ın önsözde söyledikleri. Marks’ın asla yazmış olamayacağı bir cümle.
Sartre’den alıntı yaparken devrimci düşüncede şiddete doğru bu yeni kaymanın, en temsil edici ve düşünsel açıdan en gelişmiş sözcülerinin bile ayırdına varmadığı bir durum olduğunu göstermek istiyorum. Açıktır ki düşünce tarihiyle sınırlı soyut bir nosyon değil. Bu yüzden de özellikle değinmek gerekiyordu. (“İdealist” düşünce kavramını baş aşağı çevirirseniz “materyalist” emek kavramına varırsınız, asla şiddet nosyonuna varamazsınız.) Kuşkusuz tüm bunlar kendine özgü bir mantık içeriyor ve bu deneyim daha önceki tüm kuşaklara tümüyle yabancıdır.
Yeni Solun patos (yakınlık uyandırma gücü) ve şevki, saygınlığı, çağdaş silahların tuhaf, intihara götüren gelişimiyle yakından bağlantılıdır. Bu, atom bombasının gölgesinde büyüyen ilk kuşaktır. Anne ve babalarının kuşağından, şiddetin siyasetin sınırlarını kitlesel ve canice bir şekilde ihlal etmesi deneyimini miras almışlardır: Yüksek okullarda toplama ve imha kamplarını, soykırımı ve işkenceyi öğrendiler; sonra savaşta sivillerin toptan katledilmesini,16 ki toplu katliamlar olmaksızın çağdaş askeri operasyonlar “konvansiyonel” silahlarla sınırlı olsa bile mümkün olamazdı. İlk tepkileri şiddetin her türüne karşı çıkmak ve şiddete dayalı olmayan siyaseti sorgulamaksızın desteklemek oldu. Tam da bu hareketin, özellikle sivil haklar alanındaki başarısı, Vietnam savaşına karşı direniş hareketiyle sürdü; ki bu ülkede kamu oyunu belirlemekte hâlâ önemli bir etkendir. Ama durumun o günden bu yana değiştiğini artık herkes biliyor. Şiddete dayalı olmayan siyaset yandaşları artık savunmaya çekildi. Dahası artık yalnızca “aşırılıkçıların” şiddetin yüceltilmesine kapıldıklarını ve yalnızca onların -Fanon’un Cezayirli köylüleri gibi- “şiddetten başka hiçbir şey sonuç vermez” demeye başladıklarını söylemek anlamsızdır.17
Yeni militanlar anarşist, nihilist, kızıl faşist, Nazi olarak nitelenip kınandı. Haklılık payı daha yüksek bir suçlamaysa “makine düşmanları, makine parçalayıcılar” nitelemesiydi. Öğrencilerse aynı ölçüde anlamsız sloganlarla yanıt verdi: “polis devleti”, “geç kapitalizmin gizli faşizmi” ve daha haklı bir deyişle “tüketim toplumu”.18 Davranışlarının sorumlusu her türden toplumsal ve psikolojik etkende arandı: Amerika’da fazla hoşgörülü yetiştirme, Almanya ve Japonya’da aşırı otoriteye tepki, Doğu Avrupa’da özgürlükten yoksunluk, Batıda fazla özgürlük, Fransa’da sosyoloji öğrencilerinin işsizliği ve bunun felakete yol açıcı sonuçları, Birleşik Devletler’de her alanda iş bolluğu. Tüm bu açıklamalar yerel açıdan inandırıcı olabilir, ama öğrenci ayaklanmalarının küresel bir olgu olmasıyla çelişir. Hareketin toplumsal açıdan bir ortak paydasını bulmak anlamsız görünebilir. Ama psikolojik açıdan bu kuşağın her yerde ortak bir özelliği var: ödün vermez bir cesaret, şaşırtıcı bir eylem istenci ve değişimin olanaklılığı konusunda aynı ölçüde şaşırtıcı bir güven.19 Ancak bu nitelikler sebep gibi görülmemeli. Dünyanın her yerinde üniversitelerde tümüyle beklenmedik biçimde ortaya çıkan bu durumun fiili nedeni sorulacak olursa, hiçbir öncülü ve benzeri bulunmayan ama en gözle görünür ve belki de en güçlü bir etkeni gözardı etmek saçma olacaktır. Basit bir gerçektir bu: “Teknolojik ilerleme” pek çok düzeyde doğrudan felakete götürmektedir. Dahası bu kuşağın öğrendiği ve öğrettiği bilimler, öyle görünüyor ki kendi yarattıkları teknolojinin felakete götürücü sonuçlarını görmeye kabil olmak bir yana, gelişme sürecinde geldikleri noktada “yapabileceğiniz lanet olası tek bir şey yoktur ki savaşa yöneltilmesin” dedirtecek hale gelmiştir.20 (Kuşkusuz, -Senatör Fulbright’ın deyişiyle hükümetçe finanse edilen araştırma projelerine bağımlı hale gelerek kamu güvenine ihanet eden üniversitelerin özsaygısı açısından hiçbir şey, savaşa yönelik araştırma ve buna bağlı tüm girişimlerden kopma yönünde bastırmaktan daha önemli olamaz. Ancak bunun çağdaş bilimin doğasını değiştirmesini ya da savaş çabalarını önlemesini beklemek fazlasıyla saflık olur.21 Böylece varılabilecek bir kısıtlamanın pekâlâ üniversite standartlarının düşmesine neden olacağını inkâr etmek de saflık olur. Bu kopuşun yol açmayacağı bir şey varsa o da federal hükümet fonlarının bir dalga halinde geri çekilmesi olacaktır. Çünkü Massachussetts Institute of Technology’de Jerome Lettwin’in yakınlarda işaret ettiği gibi, “Hükümet bizi desteklememeyi göze alamaz.”22 Tıpkı üniversitelerin federal fonları kabul etmemeyi göze alamayacağı gibi. Ama bunun anlamı en fazla şudur: Üniversiteler, “mali desteği nasıl sterilize edeceklerini öğrenmekle yükümlüdür” [Henry Steele Commager]. Üniversitelerin çağdaş toplumlardaki muazzam gücü düşünülürse bu olanaksız bir görev değildir, ama zorlu bir iştir.) Kısacası, teknik ve makinelerin görünüşte direnilmesi olanaksız artış ve yayılışı belli sınıfları işsizlikle tehdit etmekten ziyade tüm bir ulusun, dahası tüm insanlığın bizatihi varoluşunu tehdit etmektedir.
“Otuz yaşın üstündekilerle” karşılaştırıldığında yeni kuşağın, kıyamet olasılığının daha ayırdında olarak yaşaması doğaldır; genç olduklarından değil, bu, yeryüzündeki ilk yaşamsal deneyimleri olduğundan. (Bizim açımızdan “sorun” olan şeyler, “gençlerin etine ve kanına işlemiştir.”)23 Bu genç kuşağın herhangi bir üyesine şu iki soruyu sorun: “Dünyanın elli yıl içinde nasıl olmasını istersiniz?” “Kendi yaşamınızın elli yıl içinde nasıl olmasını istersiniz?” Yanıtlar genellikle şöyle başlayacaktır: “Eğer hâlâ dünya diye bir yerin var olacağını kabul edersek… ve “hala yaşıyor olursam..” George Wald’ın sözleriyle, “karşımızdaki, bir geleceğin olduğundan hiçbir şekilde emin olamayan bir kuşaktır.”24 Çünkü gelecek, Spender’in çok güzel ifade ettiği gibi, “gömülmüş bir saatli bomba gibi, ama bugün tiktaklarını duyuyoruz.” Sıklıkla sorulan “bu yeni kuşak kimlerdir?” sorusuna verilecek en iyi yanıt: “Saatin tiktaklarını işitenler.” Onları tümüyle inkar edenler kimlerdir sorusunun yanıtıysa şu olmalı: “Durumu olduğu gibi görmeyi reddeden ya da bilmeyenler.”
Öğrenci ayaklanmaları küresel bir durum. Ama ortaya çıkış biçimleri kuşkusuz ülkeden ülkeye, hatta üniversiteden üniversiteye değişiyor. Şiddet pratiği açısından bu özellikle doğru. Kuşaklar arası çatışmanın somut grup çıkarlarıyla çakışmadığı yerlerde şiddet, çoğunlukla kuram ve retorikle sınırlı kaldı. Kadrolu ve maaşlı fakültenin kalabalık ders ve seminerlerde derin bir çıkarının olduğu Almanya’da bu, kayda değer biçimde böyleydi. Amerika’daysa polisin ve polis barbarlığının özde şiddete dayalı olmayan gösterilere müdahale ettiği her yerde öğrenci hareketi radikalleşti: yönetim binalarının işgal edilmesi, oturma eylemleri vs. Ciddi ölçekli şiddet, ancak Siyah Gücü (Black Power) hareketinin kampüslere girmesiyle sahneye çıktı. Büyük çoğunluğu akademik ölçütlere bakılmaksızın üniversiteye kabul edilen siyah öğrenciler, kendilerini bir çıkar grubu olarak gördü ve siyahi cemaatlerin temsilcisi olarak örgütlendi. Çıkarları, akademik standartları düşürmekten yanaydı. Beyaz asilerden daha dikkatliydiler. Ama daha başından itibaren siyah öğrenciler söz konusu olunca (Cornell Üniversitesi ve New York City College hadiselerinden önce bile) şiddetin bir kuram ve hitabet meselesi olmadığı açıktı. Öte yandan Batı ülkelerinde öğrenci hareketi üniversite dışında halk desteği bulamaz ve şiddete başvurduğu anda halkın açık düşmanlığıyla karşılaşırken siyah öğrencilerin sözlü ya da fiili şiddetini destekleyen geniş bir siyah azınlık vardır. Nitekim siyah şiddet, bir kuşak önceki işçi hareketinin şiddetine benzetilebilir. Bildiğim kadarıyla öğrenci hareketindeki şiddetle işçi hareketinin şiddete başvurması arasında açıkça bir benzerlik kuran tek yazar Staughton Lynd oldu. Buna rağmen akademik kurum, tuhaf bir şekilde siyah hareketin açıklıkla aptalca, taşkın taleplerine beyaz asilerin çıkar temelinde tanımlanma ve genellikle yüksek ahlaki temellere dayanan taleplerinden daha fazla karşılık verme eğiliminde görünüyor. Ancak akademik kurum da öğrenci hareketini işçi hareketine benzeterek değerlendiriyor ve şiddete dayalı olmayan “katılımcı demokrasi”dense çıkar ve şiddete dayalı hareketlerle karşı karşıya kalınca kendini daha rahat hissediyor. Üniversite otoritelerinin siyah taleplerine boyun eğmesi, sık sık beyaz topluluğun “suçluluk duygusu”yla açıklanıyor. Bana kalırsa yönetimler ve mütevelli heyetlerinin yanı sıra fakülteler de, resmi Amerika’da Şiddet Raporu’nun vardığı sonucun gözle görülür doğruluğunun yarı bilinçli bir şekilde ayırdında: “Geniş halk desteği sağladıklarında kaba güç ve şiddet, toplumsal denetim ve iknâ açısından daha başarılı teknikler gibi görünüyor.”25
Öğrenci hareketinin yeni ve inkâr edilemez bir gelişme olarak şiddeti yüceltmesi, tuhaf bir özgünlük gösteriyor. Yeni militanların retoriği açıklıkla Fanon’dan esinleniyor. Buna karşılık kuramsal savları, Marksist kalıntılardan oluşan bir aşureyi andırıyor. Bu, gerçekten de Marks ya da Engels okumuş herhangi bir insan için oldukça kafa karıştırıcı bir durum. “Sınıfsız boşgezenlere” iman eden, “isyanın kentsel öncü gücünü lumpen proletaryada bulacağına.” güvenen bir ideolojiye kim Marksist diyebilir ki?26 Sözcüklerde mutluluk bulan Sartre bu yeni imana ifade gücü veriyor. Şimdi Fanon’un kitabının verdiği güçle inanıyor ki “şiddet,” “Aşil’in mızrağı gibidir, açtığı yaraları sağaltır.” Eğer bu doğru olsaydı, intikam tüm dertlerimizin her derde deva ilacı olurdu. Bu mit, Sorel’in genel grev mitinden çok daha soyuttur ve gerçeklikten çok daha uzaktır. Sartre’nin savi, Fanon’un “insanın kendine saygısını yitirmeden aç kalması, kölelikte yediği ekmekten daha yeğdir” derken yaptığı türden en kötü belagat aşırılıklarıyla boy ölçüşür. Bu son savı çürütmek için hiçbir kuram ya da tarih bilgisine gerek yok. İnsan bedenindeki süreçleri en yüzeysel biçimde gözleyen bir gözlemci bile bunun doğru olmadığını bilir. Ama özsaygıyı yitirmeksizin yenen ekmeğin köle kalarak yenen pastadan daha yeğ olduğunu söyleseydi, retorik açıdan bir şey söylememiş olacaktı.
Bu sorumsuz ve büyük lafları okurken (alıntı yaptıklarım, Fanon’un gerçekliğe pek çoğundan daha yakın kalmayı becermesinin dışında adil biçimde temsil edici niteliktedir) ve ayaklanmalar, devrimler tarihinden bildiklerimiz ışığında değerlendirdiğimizde, bunların önemini inkâr etmek, gelip geçici bir ruh haline bağlamak çekici gelebilir. Ya da daha önce benzeri yaşanmamış olay ve gelişmelerle karşılaşan ve bunlarla baş etmek için zihni açıdan hiçbir donanımı olmayan, bu yüzden Marks’ın devrimi bir çırpıda onlardan kurtarmak istediği düşünce ve duygulanımlara sarılıp onları yeniden canlandırmaya kalkışan duygu insanlarının cehalet ve soyluluğuna bağlamak isteyebilir insan. Tecavüze uğrayanın şiddeti düşlediğinden, mazlumun “hiç olmazsa güneşin doğduğu bir gün” zalimin yerini almayı düşlediğinden, yoksulun zenginin mülkünü düşlediğinden, baskı altındakilerin “av rolünü avcı rolüyle değiştirmeyi” ve son krallığı, “sonucunun birinci ve birincinin sonuncu” olacağı o mutlu ülkeyi düşlediğinden kim kuşku duyabilir? Sorun şu ki, Marks’ın da işaret ettiği gibi rüyalar gerçek olmaz.27 Yoksul bırakılan ve ayaklar altında çiğnenenler arasında köle ayaklanmaları ve isyanlarının seyrekliği pek anlaşılır bir durum değildir. Az sayıda birkaç örneği vardır ve bunlar da rüyaları herkes için karabasana çeviren “çılgın dehşet”tir tam da. En azından benim bildiğim kadarıyla Sartre’ın deyimiyle bu “volkan patlamaları” hiçbir durumda “onlara neden olan baskılara denk olmamıştır.” Ulusal kurtuluş hareketlerini bu tür patlamalarla özdeşleştirmek, bunların sonuna dair kehanette bulunmaktır. Öte yandan, böylesi hareketlerin pek de muhtemel görünmeyen zaferi, dünyayı (ya da sistemi) değil, yalnızca kişileri değiştirmekten başka bir sonuç vermez. Nihayet “Üçüncü Dünyanın Birliği” diye bir şeyin var olduğunu düşünmek ve Üçüncü Dünyalılara “Tüm azgelişmiş ülkelerin yerlileri, birleşin!” (Sartre) diye slogan atmak, Marks’ın en kötü yanılsamasını daha büyük bir ölçekte yinelemektir; üstelik bu kez çok daha az haklılık payı vardır. Üçüncü Dünya gerçeklik değil, ideolojidir.28 Mao, Kastro, Che Guevera ve Ho Chi Minh’in adını haykırmaları, başka bir dünyadan bir kurtarıcının çağrılması amacıyla yapılan sözde dinsel ilahilere benzer. Eğer Yugoslavya daha uzak olsaydı, Yugoslavya’ya ulaşmak daha zor olsaydı, Tito’nun adını da haykırabilirlerdi. Ama Black Power hareketi için durum farklıdır. Onların var olmayan “Üçüncü Dünyanın Birliği”ne adanmışlıkları katı bir romantik saçmalıktan ibaret değildir. Siyah-Beyaz ikileminde açıkça bir çıkarları vardır. Bu da kuşkusuz gerçekten kaçmayı yeğlemektedir; siyahların dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturacakları bir düş ülkesine kaçış.
Bir soru hâlâ ortada: Neden şiddetin yeni vaizlerinin çoğu, Marks’ın öğretisiyle aralarındaki ciddi anlaşmazlıkların ayırdında değiller? Başka bir deyişle, olgusal gelişmelerce çürütülmüş olmanın yanı sıra, kendi siyasetleriyle de böylesine açıkça tutarsızlık içindeki kavram ve doktrinlere böylesine inatla yapışmalarının ardında yatan nedir? Yeni hareketin ortaya attığı bir tek olumlu slogan var: “Katılımcı demokrasi.” Bu slogan dünyanın her yerinde yankı buldu. Doğu ve Batıdaki tüm ayaklanmaların ortak paydasını oluşturur hale geldi. Katılımcı demokrasi sloganı, devrimci geleneğin en önemli katkısına dayalıdır: Konsey sistemi; 18. yüzyıldan beri her defasında yenilgiye uğratılan, ama her devrimin doğal büyüme sürecinin tek otantik sonucu olan konseyler. Ama ne Marks’ın ne de Lenin’in öğretilerinde bu amaca yapılan, ne sözde kalan ne de öze ilişkin bir göndermeye rastlıyoruz. Tam tersine her ikisi de devletle birlikte kamu eyleminin ve kamusal işlere katılımın “sönüp yok olacağı”* bir toplumu amaçladı.29 Bunlara gerek kalmayacaktı. Pratikteki yürekliliğiyle karşılaştırıldığında tuhaf bir ürkekliği yüzündendir ki Yeni Solun sloganı hitabet aşamasında takılıp kaldı. Yalnızca Batı temsili demokrasilerine karşı (ki bunlar temsil işlevini bile parti üyelerini bile değil, salt yöneticilerini “temsil” eden devasa parti mekanizmalarına kaptırmak üzeredir.) ve Doğu Avrupa’nın katılımı ilke olarak reddeden tek parti bürokrasilerine karşı, yeterince iyi ifade etmeksizin haykırmakla yetinilen bir slogan olmanın ötesine geçemiyor.
Geçmişe bir garip sadakatten daha şaşırtıcı olan, Yeni Solun, isyanın ahlaki karakterinin –ki bu artık kabul edilen bir olgudur30– Marksist retoriğiyle ne ölçüde çelişkili olduğunun ayırdına varamamış olmasıdır. Gerçekten de harekete ilişkin hiçbir şey tarafsızlığından ve çıkar kaygılarından uzaklığından daha çarpıcı olamaz. Commonweal’deki (26.7.1968) “1968 Fransız Devrimi” başlıklı dikkat çekici makalesinde Peter Steinfels çok haklıdır: “Péguy, kültürel devrim açısından çok yerinde bir önder olabilirdi. Çünkü sonradan Sorbonne mandarinlerini yerden yere vurmuş ve ‘toplumsal devrim ya ahlaki olacak ya da olmayacaktır’ demişti.” Kuşkusuz her devrimci hareket adalet duygusu ve başkalarına şefkat duygusuyla dolu, çıkar kaygıları gütmeyen insanların önderliğinde gerçekleşmiştir. Marks ve Lenin için de geçerlidir bu. Ama bildiğimiz gibi Marks, alabildiğine etkili bir biçimde “duygu” ve “coşku”ları tabu haline getirdi. (Bugün ahlaki savları “duygusallık” diye bir yana atan düzen, marksist ideolojiye asilerden daha yakın olsa gerektir.) Marks, çıkar kaygısı olmayan önderlik sorununu da insanlık tarihinin nihai çıkarlarının taşıyıcısı ve tüm insanlığın öncü gücü nosyonuyla çözümledi. Yine de bu tür önderler bile ilkin işçi sınıfının spekülatif olmayan, ayağı yere basan çıkarlarını desteklemek zorundaydılar ve böylece bu bile onlara toplum dışında sağlam bir taban sağlamaya yetti. İşte bu çağdaş asilerin başından beri yoksun oldukları ve üniversite dışında umarsızca müttefik arayışlarına karşın bulamadıkları şeydir. Tüm ülkelerde işçilerin çağdaş asilere düşmanlığı artık kayıtlara geçmiş bulunuyor.31 Birleşik Devletler’de kendi cemaatlerinde sıkı kökleri olan öğrencilerden oluşan ve dolayısıyla üniversitelerde daha güçlü bir pazarlık konumuna sahip olan Siyah Gücü hareketiyle herhangi bir işbirliği olasılığının bütünüyle çöküşü, beyaz asiler açısından en acı düş kırıklığı oldu. (Siyah Gücü yandaşlarının “çıkar gütmeyen” önderlerin peşinde proletarya rolünü oynamayı reddetmelerinin doğru bir tutum olup olmadığı başka bir sorundur.) Şaşırtıcı olmayan bir gelişme olarak Almanya’da, Gençlik hareketinin eski beşiğinde bir öğrenci grubu bugün “tüm örgütlü gençlik gruplarını” kendi saflarında toplamayı öneriyor.32 Bu önerinin saçmalığı açıktır.
Bu tutarsızlıkların açıklaması sonuçta nasıl olacak; bundan emin değilim. Ama bu tipik 19. yüzyıl öğretisine duyulan sadakatin derinlerdeki nedeninin ilerleme kavramında yattığından kuşkulanırım. Bu kavram liberalizm, sosyalizm ve komünizmi bir “sol” cephede toplamayı başardı ama hiçbir yerde Karl Marks’ın yazılarında gördüğümüz inandırıcılık ve ustalık düzeyine ulaşamadı. (Tutarsızlık liberal düşünce açısından daima Aşil’in ökçesi gibi bir rol oynadı; liberalizm, ilerlemeye sımsıkı bağlılıkla Marksçı ya da Hegelci anlamda Tarihin yüceltilmesini aynı ölçüde katılıkla reddetme tutumunu birleştirdi. Oysa ilerlemeye bağlılığı haklı kılacak ve güvence altına alabilecek tek yol böyle bir tarih anlayışıdır.) Şimdi gençlik hareketinin böylesi bir kavramdan kopma konusundaki isteksizliğinin bu tutarsızlıkların altında yatan neden olabileceği kanısındayım.
Bütün olarak insanlığın ilerlemesi gibi bir şeyin olası olduğu nosyonu, 17. yüzyıla değin kimsenin aklına gelmemişti. Bu görüş, 18. yüzyılda aydınlar arasında yaygınlık kazandı. 19. yüzyıldaysa neredeyse evrensel kabul gören bir dogma halini aldı. Ama kavramın ilk biçimleriyle nihai aşama arasındaki farklar belirleyici niteliktedir. Bu açıdan 17. yüzyıl kavrayışının en iyi temsilcileri Pascal ve Fontenelleʼdir. Onlara göre ilerleme düşüncesi, bilginin yüzyıllarca süren bir süreçte birikimini ifade ediyordu. 18. yüzyıldaysa ilerleme, “insanlığın eğitimi” (Lessing’in Erziehung des Menschengeschlechts kavrayışı) anlamını taşıyordu; bunun sonucu insanın kemâle ermesiyle çakışıyordu. İlerleme sınırsız değildi. Marks’ın tarihin sonu (sıklıkla Hıristiyan eskatolojisinin ya da Yahudi mesyanizminin laikleşmesi olarak yorumlanır.) olabileceğini düşündüğü ve özgürlük alanı olarak gördüğü sınıfsız toplum, gerçekte hâlâ Aydınlanma Çağının işaretini taşır. Ancak 19. yüzyılın başlangısından itibaren tüm bu tür sınırlamalar kayboldu. Artık Proudhon’un deyişiyle hareket, “ilkel iman”dı (le fait primitif) ve “yalnızca hareket yasaları ezeli ve ebedi”ydi. Bu hareketin ne başı ne de sonu vardı. “Le mouvement est; voila tout!” (hareket vardır; hepsi bu!) insana gelince tüm söyleyebileceğimiz şuydu: “Mükemmelleşebilir canlılar olarak doğduk ve asla mükemmel olamayacağız.”33 Marks’ın Hegel’e borçlu olduğu ilerleme tasarımı (her canlı organizma nasıl kendi yavrusunun tohumunu içinde taşırsa, her toplum da kendi ardılının tohumunu içinde barındırır) yalnızca en açık yüreklisi değil, aynı zamanda tarihte ilerlemenin daimi sürekliliğinin mümkün olan tek kavramsal güvencesidir. Aynı zamanda ilerlemenin karşıt ve düşman güçlerin çatışması sonucu gerçekleşeceği varsayıldığından, her “geri gidişi” gerekli ama geçici bir dönüş olarak yorumlamak olanaklıdır.
Kuşkusuz nihai analizde bir eğretilemeden pek öteye geçmeyen bir şeye dayanan bir güvence, bir öğreti açısından pek sıkı bir zemin oluşturmaz. Ama ne yazık ki bu, Marksizmin, felsefe tarihindeki daha pek çok başka öğretiyle de paylaştığı bir durumdur. Buna karşılık bu öğretinin büyük avantajları, “ezeli yinelenme”, imparatorlukların yükselişi ve düşüşü özde bağlantısız olayların verimli sonuçları gibi başka tarih kavrayışlarıyla karşılaştırdığınızda hemen ortaya çıkar. Bu türden başka tarih kavrayışlarının hepsi de eşit ölçüde belgelenebilir ve doğruluğu gösterilebilir öğretilerdir. Ama hiçbiri Marksist kavrayıştaki gibi doğrusal bir zaman süreğine ve tarihte ilerlemenin devamlılığına garanti veremez. Bu alanda Marksizmin tek bir rakibi vardır: Kadim Altın Çağ nosyonu. Buna göre başlangıçta bir Altın Çağ yaşanmıştır; sonraki her şey bu çağdan türemedir. Ama bu öğreti, sürekli bir gerileyişi ima eder ve bu hoş değildir. Kuşkusuz insana güven veren daha iyi bir dünyaya kavuşmak için yapmamız gereken tek şeyin ileriye doğru sağlam adımlarla yürümek olduğu, aslında bunu yapmaktan başka çaremizin de olmadığı tasarımının hüzünlü yan etkileri de vardır. Her şeyden önce basit bir gerçeği anımsamak gerekir: İnsanlığın genel geleceğinin, bireysel yaşam açısından vaat edebileceği bir şey yok; bireyin kesin olan tek geleceği ölümdür. Bu dikkate alınmadığı ve yalnızca genellikler üzerinden düşünüldüğü sürece, ilerleme kavramına yöneltilebilecek gayet açık bir itiraz söz konusudur: Alexander Herzen’in deyişiyle, “insan gelişimi kronolojik adaletsizliğin bir tarzından ibarettir; çünkü sonradan gelenler, aynı bedelleri ödemeksizin kendilerinden önce yaşayanların emeklerinin meyvesini yer.”34 Ya da Kant’ın sözleriyle, “önceki kuşakların yalnızca sonrakiler adına ağır yük altına girmesi… ve ancak son gelenin (tamamlanan) binaya yerleşme şansına sahip olacak olması… daima şaşırtıcı bir durum olarak kalacaktır.”35
Yine de nadiren fark edilen bu dezavantajlar muazzam bir avantajın gölgesinde kalır: İlerleme, geçmişi zaman süreğini kesintiye uğratmaksızın açıklamakla kalmaz, aynı zamanda gelecekte nasıl eylemde bulanacağımıza dair bir kılavuz da sağlar. Marks’ın Hegel’i baş aşağı çevirirken keşfettiği de buydu. Böylece tarihçinin bakacağı yönü de değiştirmiş oldu. Tarihçi geçmişe bakmaktansa artık güvenle geleceğe bakabilir. İlerleme kavramı, baş belası bir soruya, “peki şimdi ne yapacağız?” sorusuna bir yanıt verir. En alt düzeyde yanıt şunu söyler: Elimizdekini daha iyisine, daha büyüğüne vs. dönüştürelim. (Liberallerin büyümeye yönelik– artık tüm siyasal ve iktisadi kuramlarımızın paylaştığı – ilk bakışta akıldışı gelen imanı bu kavrayışa dayalıdır.) Solda, daha sofistike düzeyde bu yanıt, mevcut çelişkileri içkin sentez doğrultusunda geliştirme öğüdünü içerir. Her iki durumda da tümüyle yeni ve beklenmedik bir şeyin olamayacağı konusunda güvence almış oluruz. Yalnızca hali hazırda bildiklerimizin “gerekli” sonuçlarıyla karşılaşacağız.36 Bu öylesine güven vericidir ki, Hegel’in deyişiyle, “hali hazırda orada olanın dışında hiçbir şey gelmeyecek.”37
Oysa bu yüzyıldaki tüm deneyimlerimiz, tümüyle beklenmedik olanla yüzleşmemizi defalarca örnekledi. 20.yüzyıldaki deneyimlerin bu öğreti ve kavrayışlarla bariz bir çelişki içinde durduğunu eklememe gerek var mı? Ama bu öğreti ve kavrayışların yaygın kabul görmesi, salt gerçeklikten huzurlu, spekülatif ya da sözde bilimsel bir kaçış sağlıyor olmalarından kaynaklanıyor gibidir. Bizatihi neredeyse tamamıyla ahlaki kaygılara dayalı bir öğrenci hareketi de bu yüzyılın büsbütün beklenmedik olayları arasındadır. Kendinden öncekiler gibi “benim pastadaki payım” toplumsal ve siyasal kuramlarının farklı biçimleriyle eğitilen bu kuşak, bize manipülasyon ya da daha doğrusu manipulasyonun sınırları konusunda bir ders vermiştir; bu dersi unutmasak iyi ederiz. İnsan, fiziksel zor, işkence ya da açlıkla “manipüle” edilebilir. Görüşleri keyfi olarak kasıtlı, örgütlü yanlış bilgilendirme yoluyla biçimlendirilebilir. Ama insan görüşleri, “gizli kandırıcılar” yoluyla, televizyon, reklam ya da özgür bir toplumda varolan başka psikolojik araçlarla oluşturulamaz. Ne yazık ki kuramın gerçeklikle yüzleştirilerek çürütülmesi daima uzun ve özen isteyen bir iş olmuştur. Manipülasyon müptelaları, umutlarını manipülasyona bağlayanlar kadar bundan yersizce korkanlar da nerede durulması gerektiğinden habersizdir. (Saçmalığa varan kuramlara en güzel örneklerden biri, Berkeley’de yakın zamanlarda yaşanan “Halk Parkı” olayında verildi. Polis, tüfekli ve süngü takmış halde gelen Ulusal Muhafızlar öğrencilere saldırıp helikopterden gözyaşartıcı bomba attığında -ki öğrenciler “slogandan daha tehlikeli bir şey atmamıştı” – bazı Muhafızlar açıkça “düşmanlarıyla” dostluk kurdu. Muhafızlardan biri ellerini indirip “artık buna dayanamıyorum” diye bağırdı. Peki ne oldu? Yaşadığımız aydınlanmış çağda olanlar ancak çılgınlıkla açıklanabilir: “Apar topar psikiyatri muayenesine alındı ve bastırılmış saldırganlık’tan muzdarip olduğu teşhis edildi.”)38
Kimsenin kuşkusu olmasın; çağımızın batıl itikatlar panayırında sergiye çıkan en ciddi ve en karmaşık mal ilerlemedir.39 19. yüzyılda sınırsız ilerlemeye dair akıldışı iman, özellikle doğa bilimlerinin çarpıcı gelişme düzeyi nedeniyle evrensel kabul gördü. Modern çağın yükselişinden beri doğa bilimleri, fiilen evrensel bilimler haline geldi. Böylece sonu olmayan evrenin muazzamlığını keşfetme görevine göz dikebilirdi. Yeryüzünün ve doğasının sonluluğuyla sınırlı olmasa da bilimin, sonu olmayan ilerlemeye tabi olması gerektiği hiçbir anlamda kesin değildir. Ama insan bilimlerinde, insan tininin ürünleriyle uğraşan Geisteswissenschaften adı verilen alandaki araştırmaların tanımı gereği bir yerde sona ermek durumunda olduğu açıkça ortadadır. Artık yalnızca geniş okuma ve araştırmaların mümkün olduğu birtakım alanlarda özgün akademisyenlik yönündeki umursuz, anlamsız talepler, ya basbayağı [güncel olanla] ilgisiz, yerinde olmayan çalışmaların ortadan kaybolmasına (ünlü bir deyişle, biteviye daha az şeyler konusunda daha çok bilmek) ya da gerçekte nesnesini yıkıma uğratan bir sözde akademisyenliğe yol açtı.40 Bütünüyle ahlaki ya da siyasi itkilerden kaynaklanmadığı ölçüde, gençlik ayaklanmasının başlıca hedefini bilim ve araştırmacılığın akademik anlamda yüceltilmesinin oluşturması kayda değer bir durumdur. Onların gözünde farklı nedenlerle olsa da bu iki kurum büyük ölçüde ödün vermiştir. Her iki alanda da belirleyici bir dönüm noktasına, yıkıcı getiriler noktasına ulaşmış olmamız hiç de ihtimal dışı değildir; bu doğrudur. Bilimde ilerlemenin insanlığın ilerlemesiyle (bu her ne anlama gelirse gelsin) denk olmadığı bir noktaya gelmiş olmamız bir yana, bilimsel ilerleme insanlığın sonunu telaffuz edebilir hale gelmiştir. Tıpkı akademik alanda daha fazla ilerlemenin bu alanı anlamlı kılan ne varsa yıkıma uğratmasının pekâlâ mümkün olması gibi. Başka bir deyişle ilerleme, salıverdiğimiz felakete yol açıcı nitelikteki hızlı değişim süreçlerini değerlendirmek açısından bir ölçüt değeri taşıyamaz artık.
Burada her şeyden önce şiddetle ilgilendiğimiz için, çekici görünebilecek bir yanlış anlamaya karşı uyarmalıyım. Tarihe sürekli bir kronolojik ilerlemenin, üstelik kaçınılmaz bir ilerlemenin terimleriyle baktığımız sürece savaş ve devrim biçiminde karşımıza çıkan şiddet, kesintinin olası tek biçimi gibi görünebilir. Bu doğru olsaydı, eğer şiddet pratiği insan ilişkileri alanında otomatik süreçleri kesintiye uğratmayı mümkün kılabilseydi, şiddetin vaizleri önemli bir noktada haklı olurdu. (Benim bildiğim kadarıyla kuramsal açıdan bu nokta hiç ileri sürülmedi. Ama son birkaç yıldaki rahatsızlık verici öğrenci etkinliklerinin bu kanaate dayandığı bana çok açık bir gerçek gibi geliyor.) Ancak salt davranıştan farklı olarak her eylemin işlevi, eğer eylem yapılmasa otomatik olarak işlemeye devam edecek ve dolayısıyla öngörülebilir olacak süreçleri kesintiye uğratmaktır.
İngilizceden Çev.: Bülent Peker
* Bu makale, Hannah Arendt’in İletişim Yayınları tarafından yayınlanan aynı adlı kitabının birinci bölümüdür.
* İngilizceye “whithering away” olarak çevrilen terim, aufhebung, “sönüp yokolma” değil, evrensel bir gerçekliğe kavuşarak aşılma anlamı taşır. Örneğin özgürlüğün evrensel bir gerçeklik haline gelmesi, ayrı bir kategori olarak özgürlüğün aşılması anlamına gelir (Ç.N.)
- Harvey Wheeler, “The Strategic Calculators”, Nigel Calder, Unless Peace Comes içinde, New York 1968, (s. 109) ↩︎
- Herrn Eugen Dühring’s Umwalzung der Wissenschaft (1878, Anti-Dühring), Kısım II, Bölüm 3 ↩︎
- General André Beaufreʼnin “1980’lerin Savaş Meydanları”nda belirttiği gibi: Savaş, ancak “dünyanın nükleer caydırıcılık kapsamına girmeyen bölümlerinde hâlâ mümkündür”. Bu “konvansiyonel savaş hali” bile tüm dehşetine karşın daima var olan nükleer savaşa tırmanma tehdidi nedeniyle sınırlıdır (Calder, A.g.y içinde, s.3). ↩︎
- Report from Iron Mountain (New York, 1967), Rand Corporation ve başka düşünce havuzlarının (think tank) düşünme biçimi üzerine bir taşlama olan bu yapıt, belki de “barışın eşiğinden ürkek bakışıyla” çoğu “ciddi” çalışmadan daha yakındır gerçekliğe. Başlıca savı şudur: Savaş toplumumuzun işleyişi açısından öylesine temel, öylesine vazgeçilmezdir ki, sorunlarımızı çözmek için daha ölümcül, daha caniyane yollar bulmadıkça onu ortadan kaldıramayız. Bu sav ancak Büyük Depresyondaki işsizlik bunalımının İkinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle çözülebildiğini unutanlar açısından sarsıcı olacaktır. Ya da bugün yumuşak yatakta sırtüstü yatmanın çeşitli biçimlerinin ardında sessizce bekleyen işsizliği, işlerine öyle geldiği için görmezden gelen veya böyle bir şeyin olmadığını idda edenler açısından. ↩︎
- Noam Chomsky, American Power and New Mandarins., New York, 1969; Richard N. Goodwin, Thomas C. Schelling’in Arms and Influence (Yale, 1969) başlıklı kitabı üzerine incelemesi, The New Yorker (17.2.1968). ↩︎
- Kuşkusuz savaş ve savaş hali üzerine geniş bir literatür vardır, ancak bu literatür şiddetin kendisiyle değil, şiddet araçlarıyla ilgilidir. ↩︎
- Bkz. Engels, A.g.e. Kısım II, Bölüm 4. ↩︎
- Wheeler, A.g.e., s.107; Engels, aynı yerde. ↩︎
- Andrei D. Sakharov, Progress, Coexistence, and Intellectual Freedom. New York, 1968, s.36. ↩︎
- Wheeler, A.g.e. ↩︎
- Nigel Calder, “The New Weapons,” A.g.e. içinde, (s.239.) ↩︎
- M. W. Thring, “Robots on the March,” Calder, A.g.e. içinde, (s.169) ↩︎
- Vladimir Dedijer, “The Poor Man’s Power,” Calder, A.g.e. içinde, (s.29.) ↩︎
- Engels’çe 1847’de yazılmış bir elyazmasında ileri sürülen bu ilk ifadeyi şu yapıta borçluyum: Jacob Barion, Hegel und die marksistische Staatslehre, Bonn, 1963. ↩︎
- Hegel’in bu bağlamda, yani “Sichselbstproduzieren” bağlamında konuşuyor olması hayli anlamlıdır. Bkz. Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie, ed. Hoffmeister, (s.114.) Leipzig, 1938. ↩︎
- Noam Chomsky haklı olarak açık isyanın ardında yatan itkiler arasında “hepimizin hor görmeyi öğrendiğimiz ‘iyi Almanlar’ arasında yer almayı” reddetme itkisinin de bulunduğunu belirtiyor. A.g.e., (s.368.) ↩︎
- Frantz Fanon, The Wretched of the Earth (1961); Grove Press yayını, 1968, s.61. Bu yapıtı, bugünkü öğrenci kuşağı üzerinde yaptığı büyük etkiden dolayı kullanıyorum. Buna karşılık Fanon’un kendisi şiddet konusunda hayranlarından daha çok kuşkuludur. Öyle görünüyor ki kitabın yalnızca birinci bölümü yaygın olarak okunmuştur. Fanon çok iyi biliyor ki, “katıksız ve tam acımasızlık, derhal mücadele edilmemesi halinde değişmez biçimde hareketin birkaç hafta içinde yenilgisiyle sonuçlanır” (s.147). Şiddetin öğrenci hareketi içinde tırmanması konusunda Alman haber dergisi Der Spiegel’de (10 Şubat 1969 ve izleyen sayılar) yayımlanan “Gewalt” başlıklı diziye ve “Mit dem Latein am Ende” başlıklı diziye (1969, 26 ve 27. sayılar) bakınız. ↩︎
- Bu etiketlerin sonuncusu eğer tanımlayıcı bir tarzda kullanılsaydı anlamlı olacaktı. Ancak bu nitelemenin ardında Marks’ın özgür üreticiler toplumuna dair yanılsaması yatar. Bu hayal, toplumun üretici güçlerinin özgürleşmesiyle gerçekleşecekti. Ama bu özgürleşme gerçekte devrimin, değil bilim ve teknolojinin başarısı oldu. Üstelik üretici güçlerin özgürleşmesi, devrim sürecinden geçen tüm ülkelerde hızlanmak bir yana, ciddi ölçüde gecikmeye uğradı. Başka bir deyişle öğrencilerin tüketimi reddetmelerinin ardında, yatan üretimin idealleştirilmesi ve bununla birlikte gelen üretim ve yaratıcılığın putlaştırılması vardır. “Yıkıcılığın neşesi yaratıcı bir neşedir” -gerçekten de öyle, eğer “emeğin neşesinin” üretken olduğuna inanıyorsanız. Makinelerin yardımı olmaksızın basit aletlerle yapılabilecek tek emek biçimi yıkımdır. Ama kuşkusuz makineler bunu çok daha verimli bir şekilde yapar. ↩︎
- Bu eylem isteği özellikle küçük ve görece zararsız girişimlerde daha dikkat çekicidir. Öğrenciler, kafeteryalarda, bina ve sahalarda çalışanlara asgari ücretin altında ödeme yapan kampus otoritelerine karşı eylemlerinde başarılı oldu. Berkeley öğrencilerinin üniversite mülkiyetindeki boş bir araziyi “Halk Parkı”na çevirme mücadelesine katılma kararı da, otoritelerin şimdiye kadarki en kötü tepkisine yol açtıysa da, bu girişimler arasında sayılmalı. Berkeley hadisesine bakarak bir yargıya varılırsa, tam da bu tür “siyasal olmayan” eylemlerin öğrenci kitlesini radikal öncülerin arkasında topladığı anlaşılır. “Öğrenci oylamaları tarihinde en yüksek katılıma tanık olan referandumda kullanılan 15000 oyun yüzde 85’i arazinin (bir halk parkı olarak) kullanımı yönündeydi.” Sheldon Wolin ve John Schaar’ın parlak raporuna bakınız: “Berkeley: Halkın Parkı Meydan Savaşı,” New York Review of Books, 9 Haziran 1969. ↩︎
- M.I.T.’den Jerome Lettvin, New York Times Magazine, 18.5.1969. ↩︎
- Yavaş yavaş temel araştırmaların üniversitelerden sanayi laboratuvarların kayması oldukça anlamlıdır ve bu duruma bir örnek teşkil eder. ↩︎
- M.I.T.’den Jerome Lettvin, New York Times Magazine, 18.5.1969. ↩︎
- Stephen Spender, The Year of Young Rebels, New York, 1969, (s.179.) ↩︎
- George Wald, The New Yorker, 22 Mart 1969. ↩︎
- Bkz. “National Commission on the Causes and Prevention of Violence” (Şiddetin Nedenleri ve Önlenmesi Konulu Ulusal Komisyon) raporu (Haziran 1969), aktaran New York Times, 6 Haziran 1969. ↩︎
- Fanon, A.g.e. sırasıyla s.130, 129, 69. ↩︎
- Fanon, A.g.e. (s.37 vd), (s.53.) ↩︎
- İki süpergüç arasında sıkışan, Doğu ve Batıya karşı aynı ölçüde düş kırıklığına uğrayan öğrenciler, “kaçınılmaz olarak Mao Çin’inden Kastro Küba’sına bir üçüncü dünya ideolojisinin peşine takılacaktı” (Spender, A.g.e. s.92). ↩︎
- Öyle görünüyor ki Marks ve Lenin de benzeri bir tutarsızlıkla suçlanabilir. Paris Komün’ünü yücelten Marks değil miydi? “Tüm iktidar soyvetlere” diyen Lenin değil miydi? Ama Marks açısından Komün, devrimci eylemin geçici bir organından başka bir şey değildi: “sınıf egemenliğinin… iktisadi temellerini kökünden söküp atmak için kullanılan bir manivela.” Engels haklı olarak bunu aynı şekilde geçici olan “proletarya diktatörlüğüne benzetiyordu. (Bkz. Fransa’da İçsavaş, Karl Marks ve F. Engels, Selected Works, Londra, 1950, Cilt I, s. 474 ve 440). Lenin’in bu durumu daha karmaşıktır. Ama Sovyetleri devreden çıkaran ve tüm iktidarı partiye veren de Lenin’dir. ↩︎
- Spender’in belirttiği gibi “Onların devrimci tasarımı ahlaki coşkudur” (A.g.e. s.114) Noam Chomsky bazı olguları anımsatıyor: “Gerçek şu ki 20 Ekim 1967’de Adalet Bakanlığına geri gönderilen binlerce askere çağırma belgesinin çoğu askerden kaçabilecek ama daha az ayrıcalıklı olanların yazgısını paylaşmakta ısrarlı insanlardan geldi.” Üniversite ve kolejlerdeki askere çağrılmaya karşı direniş gösterilerinin ve oturma eylemlerinin tümü için de bu geçerlidir. Başka ülkelerde de durum aynıdır. Örneğin Der Spiegel Almanya’da araştırma görevlilerinin rahatsız edici, çoğunlukla aşağılayıcı koşullarını anlatıyor: “Angesichts dieser Verhaltnisse nimmt es gradezu wunder, dass die Assistenten nicht in der vordersten Front der Radikalen stehen.” (23 Haziran 1969, s.58). Her zaman aynı öykü: Çıkar grupları asilere katılmaz. ↩︎
- Çekoslavakya bir istisna teşkil ediyor olabilir. Buna karşılık en ön cephelerinde öğrencilerin savaştığı reform hareketi, sınıf farkı olmaksızın tüm ulusun desteğini kazandı. Marksist dille konuşursak, öğrenciler burada ve belki de tüm Doğu Avrupa ülkelerinde az değil, Marksist kalıba sığmayacak kadar çok toplumsal desteğe sahipti. ↩︎
- Bkz. Christoph Ehmann’la röportaj, Der Spiegel, 10 Şubat 1969. ↩︎
- P.J. Proudhon, Philosophie du Progres (1853), 1946, (s.27-30, 49); De La Justice (1858), I. s.238. Ayrıca bkz. William Harbold “Progressive Humanity in the philosophy of P.J. Proud hon”, Review of Politics, Ocak 1969. ↩︎
- Alexander Herzen’den aktaran Isaiah Berlin, “Introduction”, Franco Venturi, Roots of Revolutions, New York, 1966. ↩︎
- “Idea for a Universal History with a Cosmopolitan Intent.” Üçüncü ilke, The Philosophy of Kant, Modern Library basımı. ↩︎
- Bu konumun açık yanılgıları konusundaki bir tartışma için bkz. Robert A. Nibsbet, “The Year 2000 and All That”, Commentary, Haziran 1968 ve Eylül sayısındaki öfkeli açıklamalar. ↩︎
- Hegel, A.g.e. (s.100 vd) ↩︎
- Olay, Wolin ve Schmar tarafından yorumsuz aktarıldı (A.g.e.) Ayrıca bkz. Peter Barnes, “An Outcry; Thoughts on Being Tear Gassed,” Newsweek, 2 Haziran 1969. ↩︎
- Spender (A.g.e. s.45) Paris’teki Mayıs olaylarında Fransız öğrencilerinin “çıktı’ (rendement) ve ‘ilerleme’ ideolojisini ve benzeri sahte güçleri kategorik olarak reddettiğini” anlatıyor. Amerika’da ilerleme bahsinde bu henüz söz konusu değil. Hâlâ “ilerici” ve “gerici” güçler, “ilerici” ve “gerici hoşgörü” ve benzeri söylemleriyle kuşatılmış durumdayız. ↩︎
- Gereksiz olduğu kadar zararlı da olan bu girişimlerin mükemmel bir örneği için bkz. Edmund Wilson. The Fruits of the M LA. New York. 1968 ↩︎