Her gece olduğu gibi dayanılmaz bir horultu vardı sefilhanenin koğuşunda. Tom uyuyamıyordu. Koğuştaki altmışa yakın karyolanın hepsi doluydu. En çok horlayanlar sarhoşlardı ve uyuyanların çoğu sarhoştu. Tom doğruldu, pencereden süzülüp uyuyan adamların üstüne düşen ay ışığını seyre daldı. bir sigara sarıp yaktı. Adamlara baktı, yine. iğrenç adamlardı hepsi, beş para etmez. Kim bilir en son ne zaman düzüşmüşlerdi. Kadınlar istemiyordu onları. Kimse istemiyordu. Tom da onlardan biriydi. Yastığının altından şişeyi çıkarıp dibinde kalan son yudumu içti. Son yudumla hüzün kaplardı insanın içini. Boş şişeyi karyolanın altına yuvarlayıp horlayan adamlara baktı yine.
Yan karyolada yatan arkadaşı Max’a doğru döndü Tom. Gözleri açıktı Max’ın. Yoksa ölmüş müydü?
“Hey, Max!”
“Ne var?”
“Uyuyor musun?”
“Uyuyamıyorum. Çoğu ritmik horluyor, farkında mısın? Neden acaba?”
“Bilmiyorum, Max. Çok şey var bilmediğim.”
“Benim de, Tom. Geri zekâlıyım herhalde.”
“Emin olsan geri zekâlı olmazdın zaten.”
Max doğrulup karyolanın kenarına oturdu.
“Bir gün bu sefilhaneden çıkabilecek miyiz sence Tom?”
“Tek bir şekilde.”
“Nasıl?”
“Ölü olarak…”
Max bir sigara sarıp yaktı.
Morali bozuktu Max’ın. Ne zaman düşüncelere dalsa morali bozulurdu. İyi değildi düşünmek, insan beynini durdurabilmeliydi.
“Dinle, Max” dediğini duydu Tom’un.
“Ne?”
“Düşünüyorum da…”
“Düşünmek iyi değil…”
“Bu hiç aklımdan çıkmıyor ki…”
“İçecek bir şey kaldı mı?”
“Maalesef. Ama dinle…”
“Masal dinlemek istemiyorum.”
Max karyolasına uzandı tekrar. Konuşmanın da bir yararı yoktu. Zaman kaybından bir şey değildi.
“Gene de anlatacağım, Max.”
“Peki, dinliyorum…”
“Şu adamları görüyor musun? Sefil sürüsü.”
“Görüyorum da, bakmak istemiyorum. Midemi bulandırıyorlar.”
“İşte Max, bu insan gücünden nasıl yararlanabileceğimizi düşünüp duruyorum her gece.”
“Bu adamları kimse istemiyor ki. Ne yapabilirsin?”
Tom heyecanlanmıştı.
“Bu adamları kimsenin istememesi bizim yararımıza.”
“Yok ya?”
“Evet. Bak, bu adamları hapiste tutmak işlerine gelmiyor çünkü onları beslemek gerek. Bu berduşların ne gidecek yerleri var, ne de kaybedecek bir şeyleri.”
“Eee?”
“Geceleri düşünüp duruyorum. Bunları bir araya getirip yönlendirebilir, bazı durumlarda geçici olarak hükmedebiliriz…”
“Aklını kaçırmışsın sen…” Dedi Max.
Ama doğruldu.
“Devam et…”
Tom güldü.
“Aklımı kaçırmış olabilirim ama ziyan olan bu insan gücü aklımdan çıkmıyor. Geceleri neler yapılabileceğinin hayallerini kurup duruyorum.”
Max güldü bu kez. “Allah aşkına ne mesela?”
Konuşmalarından kimse rahatsız olmuyordu. Horul horul uyuyordu herkes.
“Kafamda evirip çevirdiğim bir senaryo var. Çılgınlık belki, ama…”
“Çıkar şu baklayı ağzından.”
“Gülmek yok ama. Şarap beynimi harap etmiş olabilir.”
“Gülmemeye çalışırım.”
Tom sigarasından bir nefes çekti, dumanını üfledi. “Bu berduşları organize edip Broadway caddesinde yürüdüğümüzü hayal edip duruyorum.”
“Eee?”
“Büyük bir kalabalık. Lanetlilerin intikamı gibi bir şey. Çürüklerin nümayişi. Film gibi. Kameraları, spotları, yönetmeni gözümün önüne getirebiliyorum.Tükenmişlerin yürüyüşü. Ölülerin dirilişi!”
“Şu ucuz porto şarabından vazgeçip misket şarabı içmende yarar görüyorum.” diye karşılık verdi Max.
“Öyle mi düşünüyorsun?”
“Evet. Pekala. Berduşları toplayıp, diyelim ki öğle saatinde yürüyüşe geçtik. Sonra?”
“Sonra kentin en pahalı, en lüks mağazasına giriyoruz…”
“Bowarms’a mı?”
“Evet, Max. Ne ararsan var orada; şarabın en iyisi, kumaşların en kalitelisi, saatler, radyolar, televizyonlar, aklına ne gelirse…”
O esnada birkaç karyola ileride yatmakta olan yaşlı bir berduş doğruldu, gözlerini kocaman açıp,
“Tanrı iki yüz kiloluk sevici bir zencidir!” diye bağırdı.
Sonra karyolaya yığıldı tekrar.
“Onu da alacak mıyız?” diye sordu Max.
“Elbette. Ondan iyisi can sağlığı. Hangi cezaevi ister ki onu?”
“Pekala. Bowarms’a girdik. Sonra?”
“Tahayyül et. Girmemizle çıkmamız bir olacak. Güvenlik görevlileri bu denli kalabalık bir grupla baş edemez. Tahayyül et: alıyoruz. Canımızın her çektiğini alıyoruz. Tezgahtar kızlardan birinin kıçını ellemek bile gelebilir içinden. Rüyanın artık bize ait olmayan herhangi bir kısmını alabilirsin, canın ne çekiyorsa. Alıyoruz ve çıkıyoruz.”
“Harikalar diyarında piknik yapacakmışız gibi anlatıyorsun ama kafalar yarılacak bana sorarsan…”
“Mümkün. Ama şu yaşadığımız hayatı bir düşün! Her gün gömüyorlar bizi ve gıkımız çıkmıyor…”
“Tom, beni ikna etmeyi başardın dostum. Nasıl organize edebiliriz böyle bir yürüyüşü?”
“Önce gün ve saat saptarız. Sen on kişi kadar ayarlayabilirsin değil mi?”
“Sanırım.”
“Bir o kadar da ben ayarlarım.”
“Ya biri ispiyonlarsa?”
“İhtimal vermiyorum. Hem ne kaybederiz?”
“Doğru.”
Tam öğle vaktiydi.
Tom ile Max grubun önündeydiler. Los Angeles’ın Broadway caddesinde yürüyorlardı. Tom ile Max’ın arkasında elliye yakın berduş vardı. Olan bitenden habersiz, gözlerini kırpıştırıp zaman zaman sendeleyerek yürüyorlardı. Caddedeki sıradan vatandaşlar hayrete düşüyor, kenara çekilip izliyorlardı. Kimi ürküyor, kimi kahkahalarla gülüyordu. Diğerleri bunun bir kamera şakası veya film çekimi olduğunu sanıyorlardı. Makyaj mükemmeldi. Oyuncuları gerçek berduşlardan ayırmak mümkün değildi. Ama kameralar neredeydi?”
Tom ile Max grubun önderliğini yapıyorlardı.
“Hey, Max, ben sadece sekiz kişiye haber verdim ya sen?”
“Dokuz belki.”
“Bu kadar adam nereden çıktı öyleyse?”
“Birbirlerine söylemiş olmalılar…”
Yürüyorlardı. Durdurulması olanaksız bir düşten farksızdı her şey. 7. Cadde’nin köşesinde kırmızı yandı. Tom ile Max durdular, berduşlar aralarında kümelendiler. Yıkanmamış çorap ve çamaşır, şarap ve nefes kokusu yayıldı havaya.
Yeşil yandı. Tom ile Max yürüdüler, diğerleri onları izledi.
“Bu işin mimarı ben olmama rağmen gerçekleştiğine inanamıyorum,” dedi Tom.
“Gerçekleşiyor,” dedi Max.
Tekrar kırmızı yandığında berduşlar hala karşıya geçiyordu. Durmadılar. Arabalar bekliyor, berduşlar karşıya geçiyorlardı. Yürüyüş sürüyor ama marş söylenmiyordu. Eskimiş ayakkabıların asfaltta çıkardığı sürtünme seslerinden başka ses çıkmıyordu. Arada sırada birileri birkaç laf ediyordu.
“Hey, ne cehenneme gidiyoruz?”
“Şu şişeden bir fırt versene!”
“Avucunu yala!”
Güneş yakıyordu.
“Vaz mı geçsek?” diye sordu Max.
“Hazmedemem,” dedi Tom.
ve Bowarms’ın önündeydiler.
Tom ile Max bir an duraksadılar.
Sonra heybetli cam kapıyı itip ikisi birden içeri girdiler. Berduşlar pejmürde bir sıra oluşturup peşlerinden içeri girmeye başladılar. Pelüş kaplı koridorlarda ilerlerken tezgahtarlar anlamsız bakışlarla onları izliyordu.
Erkek reyonu birinci kattaydı. Tom bir an tereddüt etti, sonra paltoların bulunduğu askılığa gidip ilk paltoyu aldı, kürk yakalı sarı bir palto. Üstündeki eski paltoyu çıkarıp yere attı, yeni paltoyu giydi. Tezgahtarlardan biri yanına geldi, düzgün bıyıklı ince bir gençti.
“Yardımcı olabilir miyim, efendim?”
“Evet. Bu hoşuma gitti, alıyorum. Hesabıma işleyin.”
“American Express mi, efendim?”
“Hayır. China Express.”
“Ben de bunu alıyorum,” dedi Max, yandan cepli sert havalar için kürk başlık ilaveli bir modeli üstüne giyerken.
Tom, şapkaların bulunduğu raftan hayli gülünç ama bir o kadar da hoş bir Kafkas başlığı aldı.
“Bu ten rengime uygun, bunu da alıyorum.”
Berduşlar, durumu kavrayıp harekete geçtiler. Ellerine geçirdiklerini üstlerine giyiyorlardı. Ceket, şapka, fular, yağmurluk, çizme, kazak, eldiven ve çeşitli aksesuarlar.
“Nakit mi, kredi kartınıza mı işlenecek?” diye sordu ürkek bir ses.
“Kıçıma işle, göt.”
Veya bir başka Tezgahtar:
“Bu size çok yakıştı efendim.”
“İki hafta içinde iade seçeneği sunuyor musunuz?”
“Elbette, efendim.”
“Ama iki hafta sonra sen hayatta olmayabilirsin.”
Derken alarm çalmaya başladı. Birileri mağazanın yağmalandığını fark etmiş olmalıydı. Olayları şaşkınlıkla izleyen müşteriler çil yavrusu gibi dağıldılar.
Üstlerine bol gelen üniformalarıyla üç adam geldi koşarak. Cüsseleri kastan ziyade yağdan oluşmuş iri adamlardı üçü de. Berduşların üstüne yürüdüler ama sayıca çok azdılar. Çaresizlik içinde tehditler savururken adamlardan biri silahını çekip havaya bir el ateş etti. Aptalca ve yararsız bir davranıştı, göz açıp kapayana dek silahı elinden alınmıştı.
Yürüyen merdivenlerin tepesinde bir berduş belirdi. Silah elindeydi. Sarhoştu. İlk kez elinde silah tutuyordu. Sevmişti silahı. Silahı doğrultup ateşledi.
Mankenlerden birini vurmuştu, boynundan. Mankenin başı yere düştü.
Mankenin ölümü berduşları heyecanlandırmıştı. Bağırıp çağırmaya başladılar. Yürüyen merdivenlerden çıkıp mağazaya yayıldılar. Anlaşılmaz şeyler bağırıyorlardı. Bir an için bile olsa duydukları eziklikten kurtulmuşlardı. Gözleri parlıyor, çabuk ve kendilerinden emin hareket ediyorlardı. Tuhaf ve çirkin bir sahneydi.
Kattan kata, reyondan reyona hızla yayılıyorlardı.
Tom ile Max artık yönlendirmiyor, sürükleniyorlardı.
Tezgahlar devriliyor, camlar kırılıyordu. Kozmetik tezgâhındaki genç kız kollarını havaya kaldırıp bir çığlık attı. Genç berduşlardan biri kolları havada olan kızın elbisesini kaldırdı.
Bir başka berduş yanlarına gidip kızın kıçını avuçladı. Bir başkası geldi koşarak. Çok geçmeden kızın etrafını sarmış, elbisesini paralıyorlardı. Çok çirkin bir sahneydi ama diğer berduşları esinlendirmişti. Tezgâhtar kızların arkalarından koşuyorlardı.
“Aman Allah’ım!” dedi Tom. Henüz devrilmemiş tezgâhlardan birine çıkıp bağırmaya başladı.
“Hayır! Yanlış anladınız! Durun!”
Max, Tom’un yakınında bir yerde duruyordu.
“Allah kahretsin!” dedi sessizce.
Dinlemedi berduşlar. Perdeler indirildi. Masalar devrildi. Cam vitrinler tuzla buz edildi. Çığlıklar yükseliyordu.
Bir patlama sesi duyuldu.
Alevler yükseldi, ama berduşlar yağmalamayı sürdürdüler.
Tom tezgahın üstünden yere atladı. Her şey beş dakika içinde olup bitmişti. Max’a baktı.
“Tüyelim!”
Paramparça olmuş bir düş daha, bir köpek leşi daha sokak ortasında, bir kâbus daha.
Tom koşmaya başladı, Max da arkasından. Yürüyen merdivenden aşağı inmeye başladılar. Yan merdivende polisler koşarak yukarı çıkıyorlardı. Tom ile Max’ın üstünde yeni paltoları vardı hala. Kırmızı ve tıraşsız yüzlerini hesaba katmazsanız oldukça saygın görünüyorlardı. Birinci katta kalabalığın arasına karıştılar. Polis giriş kapısını tutmuştu. Dışarı çıkanlara izin veriyor ama kimseyi içeri sokmuyorlardı.
Bir avuç dolusu puro araklamıştı Tom. Max’a bir puro uzattı.
“Yak şunu. Saygın görünmeye bak.”
Bir puro da kendi yaktı.
“Şimdi de çıkmayı deneyelim.”
“Onları kandırabilecek miyiz sence Tom?”
“Bilmiyorum. Borsacı gibi, doktor gibi görünmeye çalış.”
“Onlar nasıl görünürler?”
“Memnun ve aptal.”
Çıkış kapısına doğru yürüdüler. Sorun çıkmadı. Diğerleriyle birlikte dışarı çıktılar. Silah sesleri geliyordu içeriden. Binanın üst katına baktılar. Pencerelerin birinden alevler çıkıyordu. Çok geçmeden itfaiye sirenleri duyuldu.
Güneye dönüp sefilhanenin yolunu tuttular.
O gece sefilhanenin en iyi giyimli berduşlarıydılar. Max bir saat çalmayı bile akıl etmişti. Akreple yelkovan karanlıkta parlıyorlardı. Gece henüz başlıyordu. Karyolalarına uzanmış tavana bakıyorlardı.
Öğleden sonraki tutuklamalara rağmen karyolaların hepsi doluydu yine. Her tür boşluğu dolduracak kadar berduş vardı her zaman.
Tom iki puro çıkarıp birini Max’a uzattı. puroları yakıp bir süre konuşmadan içtiler. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra Tom konuştu:
“Hey, Max…”
“Ne var?”
“Böyle olmasını istememiştim.”
“Biliyorum. Ziyan yok.”
Horultu giderek artıyordu. Tom yastığının altından bir şişe şarap çıkardı, kapağını açtı ve bir yudum aldı.
“Max?”
“ne?”
“Şarap?”
“Elbette.”
Tom şişeyi Max’a verdi. Max bir yudum alıp şişeyi iade etti.
“Sağol.”
Tom şişeyi yastığının altına soktu.
Misket şarabıydı.