Dokuz günlük Filmekimi’nde sığamayan, biletleri gişe satışının ikinci saatinde tükenen Aşk, Altın Palmiyeli “Beyaz Kurdele”den sonra Haneke’nin elinden çıkmış en iyi filmlerden biri.
Kendi anlatımıyla ‘Kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği’ filmler yapan yönetmenin bu çizgisinden taviz vermediğini söylersek hata etmiş olmayız.
Aşk filmi özetle, seksenli yaşlarını sürmekte olan emekli müzik öğretmeni çift Georges ve Anne’in kısa bir yaşam kesitini anlatıyor. Yurtdışında yaşayan kızları da (Eva) kendileri gibi müzisyen olan çift, baş başa uyumlu bir hayat yaşamaktalar. Ne var ki bir gün Anna’nın felç geçirmesiyle tüm dengeler bozulmaya başlıyor. Bu zorlu süreç Georges için hayat arkadaşını uğurlama sürecine dönüşürken Anne içinse yapılabilecek tek şey başına geleni kabullenmeye çalışmak.
Birbirinden mükemmel performanslar çıkaran Trintignant ve Riva sayesinde iyiden iyiye devleşen film, bize sevgi ve bağın ne demek olduğunu, sağlığın yitiminde insanın düştüğü çaresizliğin boyutunu, karar almak ve güçlü durmak gerektiğinde kimlerin buna ne kadar dayanabildiğine işaret ediyor.
Haneke, filmi hakkındaki röportajında kendisinin de başından da benzer bir hadise geçtiğini belirtmiş, “O dönemleri hiç hatırlamak bile istemiyorum” demişti. Belki de kendi çaresizliğinin eleştirisini yapıyor bu filmde. Tıpkı annesi yatağa düştüğü andan itibaren ağlamaktan gayrı bir şey yapamayan kızları Eva gibi…
“Bazı olaylar sonucu aile bireyleri birbirlerinden ayrı düşebilirler, uzaklaşabilirler, bu normaldir, bir toplum eleştirisi yapma amacında değilim” diyen yönetmen, Eva karakterini normal yaşantısını sürdürmeye çalışan biri olarak tanımlamıştı.
Çoğu filminde modern toplumdaki insanların bunalımlarını net bir gerçeklikle ortaya döken Haneke, insan doğasındaki öz nefrete, en iyi ihtimalle zayıflığa dem vurur. Bu filmde de insanların bencilliği, adaletsizlikler, anlayışsızlıklar yok mu? Elbette var. Ama burada şahısların kendilerinden çok içlerine düştükleri olay trajik.
Teknik olarak diğer filmlerine göre daha hızlı akan filmde, alışık olduğumuz gerilim öğesi sadece bir sahnede kullanmış. Girişin ardından tek bir mekanda devam eden film, Polanski’nin Acımasız Tanrı’sına göre çok daha durağan olmasına rağmen insanı hiç daraltmıyor.
Sözün özü, Haneke, büyük bir aşk ve şefkatle birbirlerine bağlı bu güzel çiftin yaşantısına bizi tanık ederek “aşk” tanımımızı sorgulatıyor. Kimin kimi ne kadar sevebileceği, bu sevgi uğruna neler yapabileceği konusunda çıtayı epey yukarı çekiyor. Kimin acımasız kimin merhametli olduğunun ince bir çizgiyle ayrıldığı, akıllarda “Ben birini bu kadar sevdim mi?” sorusunu bırakan gerçekçi bir dram.
Haneke’nin bu filmi göstere göstere içimizi parçalayacak diyebilirsiniz. Evet, konu itibariyle iç burkan bir film ama yönetmenin standardına göre hassas ele alınmış bile sayılır.
Bence kaçırmayın.
bakiniz.com adresinde Simge Üngör yazdı.