Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin? dedi. İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı yapan manevî kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü?
Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın.Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur. Sen cilt yapıyorsun; şiraze nedir bilirsin. Bizde insanoğlu şirazesiz kalmış. Hayat onun için ahenksiz, birbirini tutmayan, günün hayatına cevap vermeyen bir yığın ölü kıymetler tarafından idare ediliyor. Dünyaya baktığımız zaman ayrı görüyor, kendi kendimize kaldığımız zaman ayrı düşünüyoruz.
Fikirlerimiz, onları taşıyacak kudrette olduğumuz nisbette bizimdirler.
Sizi unuttuğuma, yarım bıraktığıma gelince; bunda sadece haksızsınız, içimde o kadar kuvvetle yaşıyorsunuz ki istesem de sizi bırakamam. Bununla beraber sizinle ülfetimi bir müddet için kesmeğe mecbur kaldım. Sizden bıktığım için değil, hesaplarımı altüst ettiğiniz için. Ne kadar velut, ne kadar sürükleyicisiniz! Etrafımı peşinizden ayrılmayan bir yığın gölge ile doldurdunuz. Bu kalabalığın karşısında kendime yeniden çeki düzen vermeğe çalışmamı zaruri görün.
Siz kainatın etrafınızda dönmesini istiyorsunuz. Düşünmüyorsunuz ki hayat sizi mahrekinin dışına atmış. Hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür. Nasıl olur da tek başınıza sizinle kalabilirim? Biliyorum şimdi bana ‘o halde bu benim hikayem değil artık’ diyeceksiniz. Evet, öyle, artık sizin hikayeniz değil. Sizin hikayeniz olarak başladı, fakat arkanızdan o kadar büyük bir kalabalığı sahneye taşıdınız ki, sizin hikayeniz olmaktan çıktı. Hepinizin hikayesi, daha doğrusu yaşadığınız, yaşadığımız devirlerin hikayesi oldu. Bu kadar kalabalığı bir insanın etrafına toplayamazdım. Madem ki bahis açıldı, şunu da söyleyeyim: tek kahramanlı hikaye artık canımı sıkıyor. Nihayet son cümlenize cevap vereceğim. “hem artık çalışmıyorsunuz, beni yarım bırakacaksınız diye korkuyorum.” hayır, yarım kalmayacaksınız. Yalnız etrafıma çok insan yığıldı. Hepsi birden konuşuyorlar… Benim sözümü kendiniz tanımlamaya kalkmayın. Ben onların sesini orkestralamaya mecburum. Bu iş bitene kadar sabredeceksiniz. Dışarıdaki dostlarınızdan biraz uzakta kalacaksınız. Bu işte benden daha sabırsız olmağa hakkınız yok. Hoşça kalın. Daima dostuz, buna inanın.
Ölümünden birkaç saat evvel onu yanına çağırmış, ‘Bey, bey demişti, işte ölüyorum. Fena şey ama ne yapalım?’ sonra kocasının orada yatağın çarşaflarına başını gömüp ağladığını görünce, o hasta yüzü daha manalı olan biçare bir tebessümle, daha fazla kederin yeri olmadığını, Behçet Bey’e bu ‘Darülmihan’da bir kadının en az lazım şey olduğunu, kitaplarıyla, saatleriyle, ciltleriyle bundan böyle istediği gibi meşgul olabileceğini, hiç kimsenin kendisini artık rahatsız etmeyeceğini ilave etmişti.
Bu sözler hakikatte genç kadının nasipsiz hayatından alabildiği biricik intikamdı. O, Behçet Bey’in evine, çırçır ‘Harik-i Kebir’inden yanan İbrahim Paşa’ların konağına bundan kırk beş sene evvel, yirmi yaşının bütün saadet hülyalarıyla gelmiş ve daha ilk geceden itibaren küçücük boyu, temiz yüzü, temiz kıyafeti, kibar ve zarif, ölçülü konuşması, çok itina ile yapılmış bir kuklayı hatırlatan kocasıyla baş başa kaldığı andan itibaren ölümüne kadar, bütün talih kurbanlarının tek siperi olan imkansız bir sabır ve teslimiyetin arkasına sığınarak, hep bu sözleri söyleyeceği son dakikayı düşünmüştü. Nihayet onu söyledikten, ömrünü kıran bu biçarenin yüzüne karşı gülerek talihine olan isyanını haykırdıktan sonra, hiçbir saadet hülyasının rahat ve huzurunu bozmayacağı büyük uykuya dalmıştı.
Behçet bey on senelik evli hayatında karısının kendi hakkındaki hislerini anlamamış değildi; onun anlamadığı, hala anlayamadığı nokta, karısının yıllarca ölümü beklemesi ve görür görmez kucağına atılmasıydı…
Onda bu unutulmak talihi doğuşuyla başlamıştı. Babasıyla darıldığı için memleketinden kaçmış, Tirebolu’da evlenmiş, çok zengin bir Adanalının çocuğuydu. Fakat babası, evlendikten üç ay sonra Giresun’dan ayrılmış, bir daha karısının yanına dönmeyi aklına getirmemişti. Üstelik giderken karısına beş on para bir şey bırakmayı, hatta haber vermeyi bile unutmuştu. İki yıl sonra genç kadının boş kağıdı gelmişti. Sabri’nin babası çocuğunu yakında yanına aldıracağını da ayrıca yazıyordu. Fakat yıllar geçmiş, bu vaadini yerine getirmemiş, unutmuştu. Mahkeme ilamıyla kesilen nafaka da böyle unutulmuş, kâh gönderilmemiş, kâh arada kaybolmuştu. Bir müddet dul yaşadıktan sonra annesi yeniden evlenmiş, üst üste birkaç çocuk daha doğurmuş, onların yüzünden evde daimi bir misafir gibi duran ilk oğlunu, zaman zaman adını hatırlamayacak derecede unutmuştu.
Çocuk yarı vaktini dışarda, kayıkçılara yardım ederek, kalafat için katran kaynatarak, kızaktaki sandallara tahta rendeleyerek, balık mevsiminde ağ çekerek, geceleri dalyan bekleyerek geçirirdi. Bu işlerin mevsimine göre ağırlaştığı da olurdu. Fakat hiç kimse, bu gönüllü yardımcıya yorgunluğuna bir karşılık vermeyi düşünmezdi. Hatta öğle sıcağında kendilerinin yarıda bıraktıkları işe onun başı açık devam ettiğini görenler bile: “Acıkmıştır, şuna bi lokma verelim” demezlerdi. Ancak cümbüşlü, kahkahalı yemek bittikten sonra, içlerinden biri gülerek: “Uşaklar, gördünüz mi yaptuğunuzi? Sabri’yi unuttuk. Oğlan lokmasız kaldı…” diye hayıflanırdı.
Cemiyetin kaderini yapan her türlü geçici şartlar aşılsa bile, çok derinde, aşılması imkansız olan bir duvar vardı. Bu her medeniyetin fertlere bir miras gibi aşıladığı, içtimai bir insiyak halinde babadan oğula süregelen zihniyetti. Onu değiştirmek çok güçtü. Halbuki o olduğu gibi kaldıkça her adımda bin bir şekle bürünerek gene karşımıza çıkacaktı. İşte Sabri hoca, bu düşüncelerin verdiği ümitsizlik içinde çırpınıyordu.