“Zihinsel açgözlülük ya da gereğinden fazla okumak tehlikeli bir eğilimdir; sindirim gücünü zayıflatmaya yatkındır ve bazı durumlarda iştah kaybına da sebep olur.”
Okuyuculara aynı zamanda Carroll klasiklerinden esinlenerek bazı lezzetli tarifler ve yazarın, yemek konusunda görgü kuralları üzerine verdiği ipuçlarını da sunan Alice in Wonderland Cookbook: A Culinary Diversion (Alis Harikalar Diyarında: Mutfak Eğlencesi) adlı eser Lewis Carroll‘ın Feeding the Mind (Zihni Beslemek) adlı yazısını da içeriyor. Bu yazı Carroll tarafından orijinal olarak 1907 yılında yazıldı ve zihinsel diyetimiz için ileri görüşlü bir düşünce yaratma metaforunun gücünü yansıtıyor; ayrıca insanların “karşılarına çıkan güzel kitapları ‘okumanın, belirlemenin, öğrenmenin ve içsel olarak sindirmenin’ bir ilgiden çok, görev olduğunu görmelerini” sağlamayı amaçlıyor.
Şöyle başlıyor:
Kahvaltı, akşam yemeği, çay; aşırı durumlarda, kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği, çay, hafif akşam yemeği ve yatarken de bir bardak sıcak içecek. Şanslı vücudu besleme konusunda ne kadar da dikkatliyiz! Peki, hangimiz zihni için de bu kadar dikkat ediyor? Aradaki farka sebep olan şey nedir? Vücut, diğerinden daha mı önemlidir? Asla değildir: fakat yaşam, vücudun beslenmesine bağlıdır, çünkü böylelikle, zihin tamamıyla aç ve bakımsız kalsa da, hayvanlar olarak (ve hemen hemen insanlar olarak [sf.16]) var olmaya devam edebiliriz. Bundan dolayı Doğa, vücudun ciddi olarak bakımsız kalması durumunda, bu türden sıkıntı ve acıların kötü sonuçlarının ortaya çıkacağını ve bizleri yakın zamanda yükümlülük hissimize doğru çekeceğini düşünür: bu yükümlülük hissimizin yanında yaşam için gereken, doğanın hepimiz için hazırladığı bazı işlevler de vardır ve bu konuda bize seçim şansı bırakmaz. Kendi sindirimimiz ve dolaşımımızın kontrolü bize bırakılmış olsaydı, çoğumuz üstesinden gelebilirdik fakat aynı zamanda bu sebeple hasta da olurduk… Bakımsız vücudun neticeleri açık bir şekilde görülebilir ve hissedilebilir ve ayrıca, eğer zihin de eşit derecede görünür ve somut olsaydı, bu bazı kişiler için iyi olabilirdi – örneğin; onu doktora götürüp nabzını ölçtürebilseydik.
Bir asır sonra Clay Johnson’ın da bir benzerini ifade edeceği – sağlıklı bilgi diyeti için yazdığı reçetesinde bulunan – bir düşüncesinde Carroll “çoğumuzun sahip olduğu acı dolu tecrübelerin, vücudu beslemek ve dozunu ayarlamakla bir ilgisi olduğunu” belirtiyor ve bizlerin, yemek yemenin kurallarından bir sonuca ulaştığımızı ve bu sonucunda da zihinsel olarak “tükettiğimiz” şeyler içerisinde dört ana unsuru hesaba katan bir düşüncenin kurallarına vardığımızı düşünüyor; bu dört unsur ise; çeşit, miktar, çeşitlilik ve sıklık:
O halde ilk olarak kendimizi, zihnimiz için uygun türden yiyeceği sağlamaya odaklamalıyız. Kısa süre sonra vücudumuza uyacak ve uymayacak olan şeyleri öğreniriz. Ayrıca hafızamızda berbat bir sindirim güçlüğü saldırısı ile bağlantılı olan ve ismi karşı konulamaz bir biçimde ışgın bitkisini ve manyeziyi anımsatan, bir dilim cezbedici puding ya da turtayı reddetmekte zorluk çekeriz. Fakat çok sevdiğimiz bazı kitap satırlarının sindiriminin ne kadar zor olduğuna ikna olmamız için bir hayli ders almamız gerekir ve ayrıca sağlıksız roman öğünlerinden tekrar tekrar yemek hazırlarız; onun olağan üzgünlük dizilerinin, çalışma isteksizliğinin ve varoluş bitkinliğinin – yani aslında zihinsel kâbusun – bizi takip edeceğinden emin oluruz.
Carroll bizlere okumamanın da okumak kadar zihinsel bir seçim olduğunu hatırlatıyor ve “aşırı okumanın” tehlikelerine karşı uyarıda bulunuyor:
O halde yararlı yiyeceği uygun miktarda sağlamak konusunda dikkatli olmalıyız. Zihinsel açgözlülük ya da gereğinden fazla okumak tehlikeli bir eğilimdir; sindirim gücünü zayıflatmaya yatkındır ve bazı durumlarda iştah kaybına da sebep olur: ekmeğin güzel ve faydalı bir yiyecek olduğunu biliyoruz fakat kim bir oturuşta iki ya da üç somun ekmek yeme tecrübesini demek ister?
Bir doktorun – oburluk şikâyeti olan ve egzersiz yapmak isteyen – bir hastasına şöyle dediğini duydum; “Fazla yemenin en erken belirtisi, yağ dokusu birikimidir” ve şüphesiz ki vücudunda yağ biriken zavallı adamı, güzel uzun kelimeler teselli etmiştir.Doğada ŞİŞMAN ZİHİN diye bir şey var mıdır, merak ediyorum? Bir iki tanesiyle tanıştığıma eminim: iletişimde en yavaş yürüyüşe ayak uyduramayan zihinler, yaşamlarını kurtarabilmek için mantıksal bir çitin üzerinden atlayamazlar; kısıtlı bir tartışmaya çok çabuk sıkışıp kalırlar ve kısacası, yalnızca dünya etrafında çaresizce sallanarak yürümeye uygundurlar.
O halde, yine, yemek her ne kadar yararlı ve uygun miktarda da olsa biliyoruz ki birçok çeşidi bir kerede tüketmemeliyiz. Susuz bir insana çeyrek litre bira ya da çeyrek litre elma şarabı, hatta veya çeyrek litre soğuk çay verirseniz o kişi de size teşekkür edecektir (fakat bu iyi niyetli bir teşekkür olmaz!). Fakat ona küçük bir kupa bira ve küçük bir kupa elma şarabı ya da soğuk çay, sıcak çay, kahve, kakao kupaları içeren bir tepsi ve sonrasında süt, su, konyak ve su ve de kaymak ikram etseydiniz onun hislerinin nasıl olacağını düşünürdünüz? Bunların bütünü bir çeyrek ediyor olabilir fakat bir harmancı için de bu böyle mi olurdu?
Zihinsel yemek için uygun türü, miktarı ve çeşitliliği belirledikten sonra geriye kalan şey, öğünler arasında uygun zaman aralığını dikkatli bir biçimde düşünmemiz ve çiğneme gerçekleştirmeden yemeği alelacele yutmamamız. Böylece, tamamen sindirilebilir – bu hem vücudu yönetir, hem de zihne de uygulanabilir.
Zaman aralıklarına gelince: bunlar hem zihin için hem de vücut için gereklidir – fakat tek bir farkla; vücut bir sonraki öğüne hazırlanmadan önce üç ya da dört saat dinlenme gerektirirken, zihin çoğu durumda üç ya da dört dakika hazır olacaktır.
Carroll bu noktada birçok yaratıcı tarafından belirtildiğini gördüğümüz bir kavrama dönüyor – üretken bir çalışma içerisinde bilinçsiz işlemin gücü, bilim adamlarının kanıtladığı değeri yaratıcı bir biçimde değerlendirmeme eylemi. Fransız bilge Henri Poincaré bunu bilinçaltı benliğinin önemli çalışmalarına atfetmişti ve T.S Eliot da bunun “fikir tasarlamasına” imkân verdiğini iddia etmişti. Carroll da bunun gücünden bahsediyor:
Gereken zaman aralığının, düşünüldüğünden daha kısa olduğuna inanıyorum ve tek bir düşünce konusuna saatlerini adaması gereken herhangi bir insana, kişisel tecrübelerimden yola çıkarak, ara vermenin etkilerini denemelerini öneriyorum – örneğin saatte bir, her seferinde beş dakika ara vermek gibi. Fakat bu beş dakika için zihnin kesin olarak “boşa alındığına” dikkat edilmelidir ve daha sonra zihin tamamıyla konuya dönebilir. Zihnin, bu kısa dinlenme aralarında kazandığı enerji ve esneklik miktarları çok şaşırtıcıdır.
Daha sonra bu sürecin, “yediğimiz” şeyin farkına varmamızı sağlayan “çiğneme” kısmına dönüyor. Ayrıca, etkili düşüncenin anahtarı olan iletişimi onaylayan, birleştirici izler aracılığıyla yeni fikirlerin hazırlanmasının önemini vurguluyor:
Daha sonra, yemeğin çiğnenmesinin zihinsel süreçteki karşılığı, okuduğumuz şeyi tekrar düşünmemizdir. Bu, Yazarımızın dâhil ettiği şeyleri pasif bir şekilde almamızdan çok, zihnin gayret etmesi durumudur. Coleridge’in de dediği gibi; bu o kadar büyük bir gayrettir ki zihin genellikle başını derde sokma durumunu ‘kızgınlıkla reddeder’ – öyle büyüktür ki, herhangi bir şeyi yok saymaya çok uzağızdır ve hâlihazırda orada bulunan, sindirilmemiş yığınların üzerine taze yiyecekler koymaya devam ederiz – ta ki zihin bu selin altında tamamen boğulana dek. Fakat bu gayret ne kadar büyük olursa, eminiz ki, etkisi de o kadar değerli olur. Bir konu üzerinde bir saatlik düzenli düşünce, yalnızca iki ya da üç saatlik bir okumadan daha değerlidir (tıpkı tek başına yürümenin de güzel bir fırsat olması gibi). Ayrıca, okuduğumuz kitapların eksiksiz olarak sindirilmesinin bir diğer etkisi de dikkate alınmalıdır; yani düzenlenmesi ve ‘etiketlenmesi’. Yani, zihnimizdeki konular içerisinden; onları istediğimiz şekilde adlandırabiliriz.
Carroll, bilgiyi ‘paketleme’ ve ‘etiketleme’ eylemlerinin, yalnızca akılda kalıcılığı ve ezberlemeyi sağlamaktan çok; gerçekten bilgili olanı yüzeysel olarak “iyi okumuş” olandan ayırdığına – ya da başka bir metafor kullanmak gerekirse; güçlü bir kütüphaneyi, sabit bir depolama imkanından ayırdığına – inanıyor:
İyi okumuş olan bir insana bakın. Ona, örneğin İngiltere’nin tarihiyle ilgili, bir soru soruyorsunuz… Güzel bir şekilde gülümsüyor, bu konu hakkında her şeyi biliyormuş gibi gözükmeye çalışıyor ve cevabı bulmak için zihninin içerisine dalmaya başlıyor. Ortaya birçok umut vaat eden gerçekler çıkıyor fakat incelendiği zaman bunların yanlış yüzyıla ait olduğu anlaşılıyor. İkinci bir vurgunda da, gerçek olana çok benzeyen bir gerçeklik ortaya çıkıyor fakat ne yazık ki onunla birlikte, başka şeylerin kördüğümü de geliyor – bir politik ekonomi gerçeği, bir aritmetik kuralı, abisinin çocuklarının yaşları ve Gray’in ‘Elegy’ eserinden bir mısra ve tüm bunların arasında bulmak istediği fikir de umutsuzca kıvrılıyor ve dolaşıyor. Bu sırada herkes ondan bir cevap bekliyor olur ve sessizlik gitgide daha garip bir hal aldığında, iyi okumuş olan arkadaşımızın en azından cevabın yarısını söylemesi gerekir – fakat bunu sıradan bir okul çocuğunun yaptığı kadar açık ve tatmin edici bir biçimde yapamaz. Ayrıca bunların hepsi, bilgisini uygun destelere çevirmek ve onları etiketlemek içindir.
Carroll, sağlıklı bir zihinsel sindirim için eğlenceli bir “test” ile bitiriyor:
İnsan türünden bir hayvan için zihinsel iştahta sağlığı ortaya çıkarmak için; ona popüler bir konuyla ilgili kısa, güzel yazılmış fakat heyecanlı olmayan bir eser verin – yani, zihinsel bir top verin. Eğer onu hevesli bir ilgiyle ve mükemmel bir dikkatle okursa ve eğer okuyucu, okuduktan sonra, konu ile ilgili soruları cevaplayabiliyorsa, zihin birinci derecede çalışan düzendedir. Eğer eser kibar bir şekilde bir kenara konulursa ya da tembel bir biçimde tekrar tekrar okunursa ve sonrasında ‘Bu saçma kitabı okuyamıyorum! Bana “Gizemli Cinayetler” kitabının ikinci baskısını verir misin?’ deniyorsa; zihinsel sindirimde yanlış giden bir şeyler olduğundan emin olabilirsiniz.
Brain Pickigns by Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)