Tıp bize iyileşme, acı çekme ve ölmenin anlamlı performansı hakkında, kimyasal analizin seramikçiliğin estetik değeri hakkında verebileceği kadar bilgi verebilir.
IVAN ILLICH, Limits to Medicine
Dört yıl öncesine kadar dikkat eksikliği bozukluğunu ancak Kuzey Amerikalı ortalama bir doktor kadar anlıyordum, yani çok çok az. Aslında kaza eseri olmayan kaderin bir cilvesi sonucu daha fazla bilgi sahibi oldum. Kendisine yakın zamanda bu teşhis konulan sosyal hizmet uzmanı bir tanıdığımın hikâyesini dinlemem için yaptığı davetin ardından The Globe and Mail’de tıp köşe yazarı olarak bu konuda bir makale yazmaya karar verdim. Bu konunun ilgimi çekeceğini düşünmüştü, belki de aramızdaki benzerlik içine doğmuştu. Planladığım köşe yazısı, dört makalelik bir yazı dizisine dönüştü.
Ne olduğuna dair fikir edinmek için yaptığım ilk girişimlerde tüm hayatım boyunca bununla yaşadığımın farkına vardım. Bu farkındalık anına kıvanç, içgörü ve umutla şekillenmiş bir DEB aydınlanması ya da muştulama diyebiliriz. Kaosun habersizce belirdiği, düşüncelerin, planların, duyguların ve niyetlerin oradan oraya savrulduğu zihnimin karanlık, kuytu köşelerine giden bir geçit bulmuş gibiydim. Beni psikolojik bütünlüğümden alıkoyan şeyin ne olduğunu keşfettiğimi hissettim:
Zihnimin ahenksiz parçacıklarının, aralarında uzlaşarak bir bütünlüğe ulaşması.
DEB’li bir yetişkinin asla durmak bilmeyen zihni, dengesi meczup bir kuş gibi bir süre oradan oraya uçup konar fakat hiçbir yerde orayı evi olarak benimseyecek kadar uzun süre kalmaz. İngiliz psikiyatr R.D. Laing bir yerde insanların korktuğu üç şey vardır diye yazmıştı: ölüm, diğer insanlar ve kendi zihinleri. Kendi zihninden ölesiye korkan biri olarak onunla bir an bile baş başa kalmaktan eskiden beri korkmuşumdur. Olur da bir banka sırası ya da market kasasında beklemek gibi bir durumda kalma ihtimalime karşı acil durum kiti olarak yanımda hep bir kitap bulundurmuşumdur. Her zaman zihnime onu besleyecek kırıntılar verdim, sanki çiğneyecek bir şeyi olmazsa anında beni yutacak vahşi ve kötücül bir canavarmış gibi. Bütün hayatım boyunca başka bir varoluş şekli olabileceğini düşünmedim.
DEB hakkında bilgi edinirken pek çok yetişkinin kendilerinin farkına vardıklarında yaşadıkları şok hem rahatlatıcı hem de acı vericidir. Hayatlarında ilk defa, bütün o küçük düşmelere ve başarısızlıklara; gerçekleştirilemeyen planlara ve tutulamayan sözlere; kendilerini kendi çılgınlıklarında tüketen; ardında beyin aktivitelerinde, arabada, masada ve odada sonsuz bir organizasyon bozukluğu biçiminde duygusal bir enkaz bırakan manik coşku sağanaklarına bir bağlam kazandırır.
DEB benim de pek çok davranış örüntüme, düşünme süreçlerime, çocukça duygusal tepkilerime, iş bağımlılığı ve başka benzer bağımlılık eğilimlerime, ani öfke patlamaları ve mantıksız tepkilerime, evliliğimdeki çatışmalara ve çocuklarımla olan ilişkimdeki Jekyll ve Hyde hallerime de bir açıklama getiriyor gibiydi. İnsanları bazen güldüren bazen de iten tuhaf uçlara sahip mizah duyguma ve Macarların dediği gibi, “duvara anlatıyormuşum” gibi hissettiğim esprilerim de anlam kazanmıştı. Ayrıca kapılara toslama, kafamı raflara çarpma, elimdekileri düşürme ve insanları bana dokunacak kadar yakına gelmeden fark edememe gibi meziyetlerimi de açıklıyordu. Talimatları uygulama, hatta hatırlama konusundaki beceriksizliğimin, en basit bir aygıtı nasıl kullanacağımı anlatan bir sayfa talimatla karşılaştığımda ortaya çıkan felç geçirtici öfkemin gizemli bir tarafı kalmamıştı. Her şeyden öte bu farkındalık, hayatım boyunca hissettiğim, kendimi ifade etme ve kendimi tanımlama konularında sahip olduğum potansiyele neden ulaşamadığımı da ortaya çıkardı – DEB’li bir yetişkinin bazı yetenekleri ya da önsezileri olduğu veya eğer hatlar doğru bağlanmış olsa erişebileceği bazı tanımlanamayan olumlu özellikleri olduğunu fark etmesi. “Bunu ellerim arkadan bağlıyken beynimin yarısını kullanarak yapabilirim” diye şaka yapardım eskiden. Bu bir şaka değil. Bu tam olarak pek çok şeyi nasıl yaptığımın bir açıklaması.
Teşhise giden yol benim için de DEB’li pek çok yetişkininkiyle benzerlikler taşıyordu. Bu meselenin varlığından yanlışlıkla haberdar oldum, araştırdım ve kendimle ilgili önsezilerimin doğruluğunu onaylamak için profesyonel yardım aradım. Dikkat eksikliği bozukluğuna aşina olan doktor ve psikolog sayısı o kadar az ki insanlar doğru dürüst bir değerlendirme yapacak birilerini buluncaya kadar kendi kendini yetiştirmiş uzmanlar olmaya zorlanıyorlar. Ben şanslıydım. Bir doktor olarak tıp labirentini aşarak yardım için en iyi kaynakları araştırabildim. Köşemde DEB hakkında yazmaya başladıktan sonra haftalar içinde bu bozukluktan mustarip yetişkinleri de muayene eden harikulade bir çocuk psikiyatri tarafından muayene edildim. Doktor Hanım da kendi kendime koyduğum teşhisi onayladı ve Ritalin reçete ederek ilk tedaviye başladı. Bununla birlikte benimle hayattaki bazı seçimlerimin DEB eğilimlerimi nasıl desteklediği konusunda konuştu.
Hayatım, pek çok DEB’li yetişkin gibi Ed Sullivan Show’dan bir gösteriyi anımsatıyordu: Her biri bir sopanın üzerinde dengelenmiş tabakları çeviren bir adam. Durmadan yeni sopalar ve tabaklar ekliyor, sopalar giderek dengesizleşip devrilir gibi olurken çılgınlar gibi oradan oraya koşuyor. Buna ancak sopalar yalpalayıp tabaklar parçalanmaya başlayana ya da kendisi yere yığılana kadar devam edebilir. Bir şeylerden vazgeçilmesi gerekiyor fakat DEB kişiliğinin bir şeylerden vazgeçme konusunda büyük sıkıntıları var. Jonglörün aksine DEB’li biri gösteriyi sona erdiremez.
DEB’nin yarattığı sabırsızlık ve muhakeme yoksunluğu nitelikleriyle kendi kendime ilaç almaya çoktan başlamıştım, daha teşhis bile konulmadan. Dikkat eksikliği bozukluğunun tipik özelliklerinden biri de bir tez canlılık hissidir, o an istediğin her neyse, ister bir nesne, bir aktivite ya da bir ilişki olsun hemen sahip olmak, yapmak, etmek için duyulan çaresizce bir arzu. Birkaç ay sonra bana yardıma gelen bir kadın tarafından çok güzel ifade edilen bir şey. “Kendime biraz ara verebilmek çok güzel olurdu, en azından kısa bir süre için” demişti ve ben bu duyguyu o kadar iyi anlamıştım ki. İnsan o sürekli çalkalanan, dönüp duran ve insanı bitkin düşüren zihinden kaçmanın özlemini duyuyor. Dikkat eksikliği bozukluğumu duyduğum gün başlangıç için tavsiye edilenin üzerinde bir dozda Ritalin aldım. Dakikalar içinde mutlu, anın içinde, sevgi ve önseziyle dolu olduğumu hissettim. Karım tuhaf davrandığımı düşünmüştü. İlk yorumu “Kafan güzel gibi” idi.
Kendi kendime Ritalin almaya başladığımda kafa peşinde koşan, eğitimsiz, yeniyetme bir ergen falan değildim. Ellili yaşlarında, tıbbi görüşlerini paylaştığı köşe yazılarının hassasiyeti övgü alan, başarılı ve saygın bir doktordum. Kesinlikle gerekli olmadıkça ilaçtan uzak durmayı çok önemsiyor ve tabii ki hastalarıma kendi kendilerine ilaç kullanmama yönünde tavsiyeler veriyordum. Bir taraftaki entelektüel farkındalık ile diğer taraftaki duygusal ve davranışsal öz kontrol arasındaki çarpıcı dengesizlik de dikkat eksikliği bozukluğu olan insanların bir başka özelliğidir.
Bu delişmenliğe yapılan balıklama dalışa rağmen tünelin sonunda bir ışık olduğuna inanıyordum. Sorun açık, çaresi de basitti: Beynimin bazı bölümleri zamanın yarısını uykuda geçiriyordu; tek yapılması gereken onları bu uykudan uyandırmaktı. O zaman beynimin “iyi” kısımları; sakin, mantıklı, olgun, ihtiyatlı bölümleri kontrolü ele alacaktı. Fakat öyle olmadı. Hayatımda pek bir şey değişmedi. Bazı yeni sezgiler ortaya çıkmış olsa da iyi olanlar iyi, kötü olanlar da kötü olarak kaldı. Çok geçmeden Ritalin beni depresif yaptı. Sonrasında almaya başladığım Dexedrine adlı uyarıcı da beni daha uyanık yaptığı için daha etkin bir işkolik olmamı sağladı.
Teşhisimin konulmasından bu yana dikkat eksikliği bozukluğu olan yüzlerce yetişkin ve çocukla görüştüm. Artık doktorların ve ilaç reçetelerinin DEB tedavisinde orantısız biçimde abartılı bir rol oynadığı kanaatine vardım. Toplumun ve insan gelişiminin bir problemi olarak başlayan bir şey artık neredeyse sadece tıbbi bir rahatsızlık olarak tanımlanır halde. Bazı durumlarda ilacın faydalı olduğu görülse de iyileşen DEB bir hastalıktan iyileşme sürecine benzemiyor. Bu bir bütün olma süreci ki bu da aslında iyileşme sözcüğünün asıl anlamına tekabül ediyor.
Dikkat eksikliği bozukluğu adını verdiğimiz durumun bozunuma uğrayan nörofizyolojisinde herhangi bir uyuşmazlık söz konusu değildir. Öte yandan DEB’li zihnin durumunu öyle sadece dengesi bozulan nörokimyasallar ve kısa devre yapmış sinir yollarıyla açıklayabilmemiz de mümkün değildir. Eğer bir araya geldiklerinde DEB olarak adlandırılan çakışan sinirsel sinyaller, sorunlu davranışlar ve psikolojik kargaşanın derinlerinde yatan anlamı tanımlayacaksak sabırlı ve şefkatli bir tahkikat yapmamız gerekir.
Üç çocuğuma da benim tarafımdan değil, bir hastanenin kliniğinde yapılan değerlendirmeler sonucunda dikkat eksikliği bozukluğu teşhisi kondu. İçlerinden biri ilaç kullandı ve faydasını da gördü fakat şu anda hiçbiri ilaç kullanmıyor. Ailenin bu konuda böyle bir geçmişi varken benim DEB’nin, pek çok insanın zannettiği gibi neredeyse tamamen genetik bir durum olduğuna inanmıyor oluşum şaşırtıcı görünebilir. Ben bu durumu sabit, irsi bir beyin hastalığı olarak değil, belli bir çevre ve kültürde yaşanan hayatın psikolojik bir sonucu olarak görüyorum. Birey herhangi bir yaşta pek çok biçimde bundan kurtulabilir. İlk adım hastalık modeli ile ilaçların sadece kısmi ve geçici bir önlemden fazlasını sunamayacağını kabul etmektir.
Son zamanlarda DEB hakkında yeni bir gizem ortaya çıktı fakat —pek çok insanın zannettiğinin aksine— bu yeni keşfedilmiş bir şey değil. O ya da bu şekilde, Kuzey Amerika’da 1902 yılından beri varlığı kabul ediliyor; günümüzde psikolojik uyarıcılarla uygulanan farmakolojik tedavinin ilk uygulamaları altmış yıldan daha uzun bir süre öncesine dayanıyor. Adı ve detaylı tanımı birkaç defa değişime uğradı. Şu anki tanımı Amerikan Psikiyatri Birliği’nin kutsal kitabı ve ansiklopedisi olan Tanısal ve Sayımsal El Kitabı’nın (DSM) dördüncü edisyonunda verilmişti. DSM IV, dikkat eksikliği bozukluğunu harici özellikleriyle tanımlıyor, bireylerin hayatındaki duygusal anlamıyla değil. Bu harici gözlemlere semptom demek gibi bir gaf yapıyor, oysa medikal dilde bu kelime bir hastanın kendisinin hissettiklerini ifade eder. Harici gözlemler, ne kadar şiddetli olursa olsun, sadece işaretlerdir. TİEK de işaretler dilinde konuşur çünkü konvansiyonel tıbbın dünya görüşü kalbin diline aşina değildir. UCLA’dan çocuk psikiyatri Daniel J. Siegel’ın dediği gibi, “DSM kategorilerle ilgilenir, acıyla değil.”
DEB ise acıyla o kadar yakından ilgili ki bu acı muayene için bana gelen her bir yetişkin ve çocukta mevcut. Sırtlarında taşıdıkları duygusal acı sürekli başka yöne çevirdikleri hüzünlü bakışlarında, hızlı ve kopuk konuşmalarında, gergin duruşlarında, sürekli yere vurdukları ayakları ve kıpır kıpır ellerinde, kendilerini küçümseyen espri anlayışlarında kendini açıkça gösteriyordu. “Hayatımın her yönü bana acı veriyor” demişti otuz yedi yaşında bir adam muayenehaneme yaptığı ilk ziyarette. İnsanlar, kısa süreli bir bilgi alışverişinin ardından yaşadıkları acıyı hissettiğimi ve karmaşık, çelişkili duygusal geçmişlerini kavradığımı görünce epey şaşırıyor. “Kendimden biliyorum” diyorum onlara.
Bazen dikkat eksikliği bozukluğunun varlığını reddeden “uzmanlar” ya da medya alimleri, keşke bundan şiddetli bir şekilde etkilenen ve benden yardım isteyen yetişkinlerden sadece birkaç tanesiyle tanışsalar diyorum. Otuzlu, kırklı, ellili yaşlarında, farklı cinsiyetlerdeki bu insanlar hiçbir zaman uzun süreli bir iş ya da mesleği yürütmeyi başaramamışlar. Anlamlı ve taahhüt içeren bir ilişkiyi devam ettirmek bir yana bir ilişkiye kolay kolay başlayamıyorlar bile. Bazıları hiçbir kitabı baştan sona okuyamıyor, bazıları da bir filmin bile sonunu getiremiyor. Ruh halleri uyuşukluk ve keyifsizlik ile gerginlik arasında gidip geliyor. Kendilerine bahşedilmiş yaratıcı yeteneklerin peşinden gidilmemiş. Başarısızlıkları olarak gördükleri şeyler konusunda derin bir hüsran yaşıyorlar. Öz saygıları derin bir kuyuda kaybolmuş. Çoğu zaman problemlerinin kişiliklerindeki temel ve düzeltilemez bir sorundan kaynaklandığı yönünde kesin bir kanaate sahipler.
Bu konudaki şüphecilerin elli bir yaşında işsiz ve bekâr bir adam olan John’un yazıp bana ilettiği otobiyografik kısa hikâyeyi okumalarını istiyorum. Kendisinin izniyle noktasına virgülüne dokunmadan paylaşıyorum:
İşlere Girdim Elimden geleni Yaptım ama yeterince iyi yapamadım. benle Konuşanlar sorar Dinliyon mu veya Sıkılmış gibiyim. Duygulandım veya için geçti Bir şey yapacağım zaman bitiremediğim zaman veya bi şeye başlayıp sonra başka bi şeye başladım. ara sıra bazen sık sık son dakkaya kadar beklerim bir şeyi yapmak için. Gerginlik olur yapmam lazım yoksa kötü olur diye. Kafam gider dalarım. hep bir şeyleri bir yere koyarım kaybeterim. Nereye koydum hatırlamam. “unutkan” şaşkın, karışık düşünceler. yok yere kızıyom soruyolar ne var diye yok bişey diyorum. Benden ne istiyorlar bilmiyorum anlayamıyorum. ben çocukken. Hiç yerimde duramazdım kıpır kıpır. Karnede hep derse dikkatini vermiyo, yerinde durmuyo geç Öğreniyor anlaması geç falan yazardı. Hep sınıfın en önde veya en arkada veya müdürün odasında (bağlı) sandalyeye bağlı otururdum. hep danışmanlarla görüşme.öğretmenler hep rahat dur sessiz ol derdi. koridorda oturmaya gönderdiler hep babam da tembel kıçım odamda otur derdi. hep bağırırdı.
John’un konuşması yazısına göre çok daha net fakat en az o kadar dokunaklı. “Babam” diyor, “Hep hatalarımı yüzüme vururdu, ya doktor ya da avukat olmam lazımmış yoksa bi işe yaramazmışım. Boşanmalarından sonra tek konuşmaları annem babamı arayıp göster ona gününü” dediğinde oldu… geçen hafta bi video gördüm” diye ekliyor. “Adı benim duygularımı açıklıyor: Yorgun ve Bıkkın Olmaktan Yoruldum ve Bıktım.”
Hastalar duygu durumları konusunda çok açık ve net, hatta çoğu zaman neredeyse şairane oluyorlar. “Ah” dedi kırk yedi yaşında bir adam yüzünde bıkkın ve aynı zamanda hınzır gülümseme, elini çekingen bir tavırla sallayarak, “Hayatım bir kazan çorba ve çöp tenekesi gibi” diye devam etti. Bu tam olarak ne anlama geliyor, bilemiyorum. Şiir gibi, anlamı ve uyandırdığı duygular üzerinden iletiyor: “Çorbaya sinek düşmesi”, “Çorbaya dönmek”, “Bir tas çorba vereni olmamak”, “Çöp muamelesi görmek”, “Çöplük gibi olmak” Hafif bir mizahi dokunuşla ifade edilen sıkıntı, yalnızlık ve kafa karışıklığı duyguları. Bu garip ve ahenksiz imgeler aynı zamanda gerçekliği çok acımasız bulan sorunlu bir ruhu da yansıtır; ona göre gerçeklik o kadar acımasızdır ki acıyı parçalara ayırabilmek için zihnin kendisi de parçalara ayrılmalıdır.
s.21—28
Gabor Maté
Dağınık Zihinler
Çeviren: Engin Süren
Hep Kitap