4. Dil ve Mantık
Psikozlar arasındaki bu farkların bazılarını nasıl açıklayabiliriz? Dışarıdan müdahaleye uğrama fikri hem paranoyada hem şizofrenide mevcutken, şizofrenide bu müdahale niye düpedüz kişinin içine girip onu hem bedeninden hem düşüncesinden mahrum bırakabiliyor? Bunalımda olan bir kişi, adeta yerinde bir başkası varmış gibi yürüdüğünü, yemek yediğini, yaptıklarından kopuk hissettiğini söyleyebilir; fakat şizofrenide, bunların zorla yaptırıldığı gibi bir fikir olabilmektedir. Bu fark hayatidir. Hisler ve düşünceler gibi eylemler de sadece mesafeli bir şekilde deneyimlenmekle kalmayıp dışarıdan üretilebiliyor demektir.
Bizi dışarıdan ilk etkileyen nedir? Bebeklikte bakımımızı üstlenen kişilerdir, onların söylemi içine doğarız. Neredeyse tamamen onlara bağımlıyızdır ve kendi öznelliğimiz daha ziyade reddetme edimleriyle biçimlenir ve ortaya konulur. Mesela doyurulmaya hayır dediğimizde, onlardan farklı olduğumuzu, onların kuklası olmadığımızı gösteririz. Bunu eylemle olduğu kadar sözle de yapabiliriz, ama sözün ilk başta onlardan geliyor olması bunu biraz karmaşık hale getirir. Kelimeleri onlar sayesinde öğreniriz ve düşünmenin sözel yapılara dayandığını kabul edersek, düşüncemizin kaynağı da belli bir düzeyde onlardır.
Victor Tausk’un şizofrenide dışarıdan müdahale fikri üzerine makalesini sunuşunun ardından gelen tartışmada Freud şunu savunur: “bebeğin, düşüncelerinin başkaları tarafından bilindiği anlayışının kaynağı, konuşmayı öğrenme sürecinde yatmaktadır. Bebek, dilini başkalarından aldığı gibi, onlardan düşünceler de almıştır; dolayısıyla, çocuktaki düşüncelerinin başkaları tarafından bilindiği ve kem kendi kendi dilinin hem de düşüncelerinin başkaları tarafından ‘yapılmış’ olduğu hissinin gerçeklikte bir zemini vardır.” Şizofren bir kadın, gençliğinde, babasının kendi düşüncelerini işitebildiğini ve –haliyle- elinden aldığını söylemiştir.
Jean Piaget de çocukların, yetişkinleri kendilerinden çok daha bilgili ve sözel becerileri çok daha yüksek gördükleri için, düşüncelerinin de yetişkinler tarafından bilindiğini zannedebileceklerine dikkat çekmiştir. Yetişkinlerin onları anlamaya, düşünce ve arzularını öngörmeye çalışacak olması da bu zannı pekiştirecektir. Bu durumda kilit nokta, çocuğun aslında böyle olmadığını düşüncelerinin yetişkin tarafından bilinmediğini idrak etme ânıdır ve bu da çocuğun “doğru” ile ilişkisine yansır. Yalan söyleyebiliyorsa, ebeveynlerinin kontrolünde değil demektir: sadece kendisine ait olan bir uzam yaratmıştır; çocukların çoğunun, doğruyla oynama gibi bir evreden geçmesi de buradan kaynaklanır. Doğruyu söylemeyebilir, erteleyebilir, yahut düpedüz tersini söyleyebilirler. Bu süreç sayesinde ebeveynlerin çocuğun düşünceleri üzerindeki hakimiyeti, öylece reddedilmese bile, zayıflar.
Ne var ki şizofrenide bu hakimiyet her zaman kırılmaz ve hem bedeni hem zihni etkileyebilir. Kişi kandırıldığını, hipnotize edildiğini, işgal altında olduğunu, manipüle edildiğini ve iradesinin elinden alındığını hissedebilir. Paranoyağın bedeni ve düşüncelerinin bir hududu vardır, oysa şizofren kendisini kontrol altında tutan ve her an gözden çıkarabilecek bir dış güce tabi olduğunu hissedebilir. Kuvvetli bir Öteki tarafından kullanılan bir nesne konumundadır, O’nun elinde oyuncaktır belki de; oysa paranoyada nadir rastlanan bir motiftir bu. Kraepelin’in gözlemlediği gibi, paranoyada iradenin ortadan kaybolduğu fikrine rastlanmaz.
Gelgelelim, görünüşteki bu iradesizlik dille bağlantılıdır. Şizofrenide dil geçirgendir, kelimeler ve imgeler doğrudan etkieder gibidir. Bazı şizofren özneler dışarıdan gelen her tür emre veya telkine itaat edecektir; çoğunlukla mutlu ve olaysız bir çocukluk geçirmiş gibi görünmelerinin bir sebebi de budur. Kendilerine söyleneni sürekli ve edilgen bir itaat içinde yapmaları, diğer çocukluklara damgasını vuran dramatik yaşantıları ortadan kaldırır. Arieti’nin bir hastası yürürken her kırmızı ışık gördüğünde duruyor, bir ok gördüğünde işaret ettiği doğrultuya yöneliyordu. İşaret görmezse, hareketsiz kalıyordu.
Burada itaatin beraberinde getirmesini bekleyebileceğimiz çatışmalardan eser yoktur: gücenme, itiraz ya da utançtan. Kelimelere talimatlarmış gibi uyulur: kişi bir dergide tavsiye edildiği için yogaya başlayabilir, arkadaşları önerdiği için evlenebilir yahut birinin tavsiyesiyle terapiste görünmeye başlayabilir. Serge Leclaire’in belirttiği gibi, arabadaki gösterge ışıklarının sürücüye ne yapacağını işaret etmek yerine nereye gideceğini söylemesi gibi bir durumdur bu. Genç bir adam bana sırf başka bir çocuk öyle istedi diye, okulda bir öğretmenini bıçakladığını anlatmıştı. Söz konusu öğretmene hiç garezi yoktu, fakat diğer çocuğun buyruğunu duyduğu anda, itaat etmekten başka çaresi olmadığını hissetmişti. Kurbanını bıçaklarken duyguları olmayan bir makine gibiydi.
Bu geçirgenlik birçok düzeyde işleyebilir. Andy Warhol ten rengindeki tuhaflığı pigment kaybıyla açıklıyordu: “Sokakta yürüyen bir kız görmüştüm, çift renkliydi, beni öyle etkiledi ki onu takip ettim. İki ay içinde ben de çift renkli oldum. Kızı tanımıyordum bile – sokakta gördüğüm biriydi, o kadar. Tıp okuyan bir öğrenciye, bu kıza sadece bakarak bunu kapmış olabilir miyim diye sormuştum.” Burada bir doğrudanlık, sanki bir şeyin öylece bir diğerine sebep olabileceği anlayışı vardır ve hastalık konusundaki yaygın kavrayışlarda da yankısını bulur: kişinin şu sorunun sebebi şudur, şeklinde. Yatkınlık doğuran etmenler, koşullar ve hızlandırıcı sebeplerin oluşturduğu o karmaşık ağ ortadan kaybolur.
İki kişinin aynı hezeyanlı sistemi paylaşır göründüğü folie à deux vakalarında da, benzer bir geçirgenlik görüyoruz. Bu fenomen vaktiyle psikiyatristlerin ilgisini çekmiş, iki özneyi birbirinden ayırdıklarında hezeyanın devam etip etmediğini görmek istemişlerdir. Çoğu durumda birbirlerinden ayrılmalarından sonra çiftlerden birinin dominant partner tarafından yöneltildiği “hatayı” gördüğü ortaya çıkmıştır. Ama yine aynı sıklıkla, “yanılgılı” hezeyanın şüphe uyandıran bir süratle fark edildiğini de görebiliriz: hezeyan değişmiş olsa da, kişinin geçirgenliği değişmemiştir aslında. Şimdi de başka birine, kendisine aldandığını söyleyen birine inanıyordur. Dolayısıyla şifa –hezeyanın mantıksızlığının farkına varılıp terk edilmesi– delilik alametinin ta kendisi olabilir.
Dil bağlamındaki bu geçirgenlik niye peki? Herkes belli bir ölçüde içine doğduğu söylemler tarafından şekillendirilip yönlendirilir, ama şizofrenideki dolayım eksikliği çok çarpıcıdır. Doğrudan öznenin içine giren bir dış kuvvet tarif edilir. Burada öncelikle bir ebeveyn söz konusuysa şayet, çocuğun o ebeveynin fikirleri ve sözlerine lehimli kaldığının, kendini bunlardan ayıramadığının işaretidir. Aynı durum beden düzeyinde de cereyan eder. Anna Freud, çocuğun bedeninin, ilk başta başka birinin nesnesi olduğuna dikkat çekmiştir.
Bakımını üstlenen, onunla ilgilenip özen gösteren kişi, çocuğun bedeni üzerinde mutlak güç sahibidir. Hem içsel hem dışsal süreçler, bu Öteki’yle ilişkilendirilecektir. Mesela açlık hissinin bakıcının iradesinden ayrılması mümkün değildir: acıktıysak şayet, sadece besinimiz olmadığı için değil, Öteki bizi beslemediği içindir. İçsel duyguların birçoğu da benzer bir şekilde bakıcıyla ilişkilendirilecektir, onun bunlara yanıt verme gücü varmış gibidir. Yani hem içsel hem dışsal yönüyle bedenimiz ile Öteki arasında öyle mahrem bir bağ vardır ki, içeride olup bitenler ona bağlıdır. Hem bedendeki tuhaf hisler hem de o tür hislerin dışsal bir etkiye atfedilmesi bakımından bu gerçeğin şizofreni için özel bir önemi olmalıdır. Ne de olsa irade bozukluklarına, iç dünyamızın –düşüncelerimiz ve etimiz– bize ait değilmiş gibi olmasına, sadece şizofrenide rastlarız; paranoyada olmayan bir şeydir bu.
Simgeselin anneden ayırmadığı çocuk, ona dahil olarak kalır. Hastalardan birinin ifadesiyle: “Kollarıma bakıyorum, benim değiller. Ben yönlendirmeden hareket ediyorlar. Başka biri hareket ettiriyor onları. Düşünce ve uzuvlarımın tamamı iplere bağlı, ipler de başkalarının elinde.” Burada Öteki öznenin içindedir ve özne, kendine zarar vererek ya da kimi zaman intihar yoluyla, Öteki’ni dışarı atmak için elinden geleni ardına koymayabilir. Gisela Pankow’un gözlemlediği gibi, bu intiharlarda, kendini öldürmekten ziyade, içindeki bir şeyi öldürme çabası söz konusudur.
Bu tür vakalarda, öznenin Öteki’ne fazla bağlı kaldığını, uygun sınırlar oluşturamadığını görürüz. Burada başka birinin bedeniyle olduğu kadar, Lacan’ın belirttiği gibi, Öteki’nden gelen imleyenlerle ve Öteki’nin fikirleri, söylemi, konuşmasıyla da simbiyoz//ortakyaşam söz konusudur. Ailelerde tıpatıp aynı anlatılara bu kadar sık rastlamamızın sebebi budur: ebeveynler ve çocuklar aile geçmişini yahut belli bir olayı aynen tarif ederler, tek bir söylem bütün olarak yutulmuş gibidir. Bir kuşaktan diğerine uzanan bir tür vantrolokluk//karından konuşma söz konusudur.
Jeanine vakasında Piera Aulagnier, hastanedeki genç kadının katatoni halinde bir şizofren olduğunu belirtmiştir. Jeanine yavaş yavaş hayatından bahsedebilir hale gelir, ancak söyledikleri annesinin sözlerinin neredeyse birebir aynısı gibidir. Nasıl yetiştirildiğine dair anlattıkları annesinin anlattıklarına birebir uymakta, yaşanan olaylara annesinin verdiği anlamın aynısını vermektedir. Anne son derece müşfiktir, çocukları için saçını süpürge etmiştir; Jeanine de yıllar sonra hastaneye yatırılıncaya kadar önemli bir sorun yaşamamış, mutlu, iyi bir kız olmuştur.
Jeanine çocukluğuna dair daha çok ayrıntı hatırlamaya başladıkça, annesinin kendisini ve kızkardeşini eve girmesini yasakladığı babalarıyla karşılaşma ihtimalinden korumak için dolaba kapattığını anlatır. Keza annesinin iki kardeşi terzilik yaparken kullandığı iğnelerden korumak için yıllar boyunca, her defasında saatler boyuyemek masasına bağlı tuttuğunu da hatırlar. Bu sahneyi duygusuz bir şekilde tarif eder ve Aulagnier’nin senin için zor olmuş olmalı demesi üzerine, kendinden emin bir şekilde, korunmaları için bunun şart olduğu yanıtını verir.
Elbette bir düzeyde doğrudur bu. Kızların masanın ayaklarına bağlanması, etrafa saçılmış iğnelerden zarar görmelerini önler sahiden. Fakat annenin yıllar içinde buna başka bir çözüm bulabileceği fikri, Jeanine’nin aklına bile gelmemiştir. Çocukluğuna ait bu sahnelerin anlamını sorgulayamaz, fakat psikozunda, zulmedicilerine kendisini yatağa bağlayıp öldürmek gibi bir niyet atfetmektedir. Televizyon Jeanine ile konuşur, bilhassa birilerinin hareket edemez hale getirildiği şiddet sahnelerinden bahseder. Kafa derisi yüzülmek üzere ağaca bağlanmış bir kaşifin görüntüsüyle karşılaştığında, bunu kendisini de aynı kaderin beklediği yönünde bir mesaj olarak yorumlar. Doktorlarının da “bu cezayı uygulamak için, bedenimi ve düşüncelerimi hareketsiz hale getirmek” istediği inancındadır.
Bununla çocukluk sahneleri arasında bağlantı kurulması Jeanine’e ani bir ferahlama getirmiş, ama bu ferahlama sadece seans boyunca sürmüştür. Bu da Aulagnier’nin aktarmaya çalıştığı anlamın Jeanine’in psişesine dahil edilemeyip tekrar hezeyanlı fikirlere dönüştüğünü gösterir. Burada psikozun alameti farikası sadece özümsenemeyen bu düşünce değil, aynı zamanda annenin söylemiyle uyumdur. Çocukluğunda yaşanan olaylar konusunda annenin versiyonunu sorgulamayı aklından bile geçiremiyor olması, annenin fiziksel bedeniyle değil, sözüyle, fikirleriyle simbiyoza işaret etmektedir.
———
Psikozda dille ilişki üzerine pek çok çalışma yapılmıştır; bıurada yine paranoya ile şizofreni arasında bir mukayese oluşturabiliriz. Paranoya görülen o donuk anlam yoğuşması, şizofrenilerde görülen çokanlamlılıktan, anlam bolluğundan çok farklıdır. Şizofren özneler anlam oluşturmak için, vücutlarında olup bitenleri açıklamak ya da işittikleri seslere mana vermek için bağlantılar kurarlar elbette, ancak bu çabaları genellikle yetersiz kalır. Oidipus kompleksiyle birlikte tesis edilen anlamlandırmanın yokluğunda, kişi çok fazla anlama maruz kalır: bu kimi zaman edebi ve şairane bir maharet doğurabilir, ama çoğu zaman kişi kendisini anlam işgali altında hisseder. İmleyeni imlenene bağlayan perçinler sökülmüş, kişi bir hezeyan oluşturup onları yeniden birbirine iliştirememiş gibidir.
Maalesef anaakım psikiyatride dil ve psikoz üzerine yapılan araştırmaların çoğunda, hem özneleri çocuklaştıran hem de kilit soruları yanlış yorumlayan deneyler yapılmaktadır. Psikoz teşhisi konmuş kişilerden, “masa” veya “sandalye” gibi terimleri tanımlamaları ya da kelimeleri gruplar haline getirmeleri yahut atasözlerini tanımlamaları istenmektedir. Bu tür testlerin psikotik öznede bir eksiklik yahut kusur bulunduğunu göstermesi pek de şaşırtıcı sayılmaz; verilen görevin abesliği çoğu araştırmacının gözünden kaçmış gibidir. Araştırmacının özneden bir kelimeyi tanımlamasını istemesi ne anlama gelir?
Bu hayati soru hesaba katılmamaktadır. Silvano Arieti hastalarından birine “Hayat nedir?” diye sorduğunda, “Hangi ‘hayattan’ bahsettiğinizi bilmem gerekiyor. Hayat Dergisi’nden mi, yoksa insanı mutlu eden bir sevgiliden mi?” yanıtını almıştır. Arieti bunu önce “şizofrenik düşünüşün” bir örneği olarak görmüş, sonradan başka türlü anlamıştır: “Benden, lise mezunu bir insandan, Linnaeus ve Darwin’in bile tanımlayamadığı bir şeyi mi tanımlamamı istiyorsunuz?”
Arieti aynı hastadan budalayı (fool) tanımlamasını istediğinde, “Budalanın biri budalanın birine budala dediğinde, budala budaladır” yanıtını alır. Bunu aynı kelimenin psikotik yinelenişi olarak görmüş, ancak sonradan kadının, akıl hastası olduğu için onun budala olduğunu düşünüyorsa asıl budalanın kendisi olduğunu ima ettiğini fark etmiştir. Arieti’nin bunu anlaması yıllar almıştır, oysa günümüzde bu tür deneyler, Arieti’nin eninde sonunda anladıklarını hiç dikkate almadan devam etmektedir. Bu testlerde çıkan olumsuz sonuçlar, yanında getirdiği Batılı oftalmolojik harf tablolarıyla yaptığı testlerde başarısız olan Polinezya Adaları’ndaki insanların gözlerinin Avrupalılardan daha kötü gördüğü sonucuna varan Richard Neuhaus’u anımsatır.
Bu testlerde denek özneye çocuk muamelesi yapıldığı gibi, kiminle konuşulduğu da göz ardı edilmektedir. Gregory Bateson’ın dikkat çektiği gibi, psikotik özne, üst-dil süreçlerinin bilhassa farkındadır: biri bir şey dediğinde, söylenen şeyin “içeriği” göz önüne alınacağı gibi, daha önemlisi, “Şimdi bana bunu söylüyorsun, ama niye söylüyorsun?” gibi bir soru olacaktır. Annesi “Bana bir kağıt verir misin?” diye sorduğunda, Louis Wolfson günlüğünün tam on iki sayfasını bu sözlerin ne anlama gelebileceğine dair bir analize ayırmıştır. Bu hassaslık düşünüldüğünde, test ortamında şöyle bir soru doğmasından daha doğal ne olabilir: “Beni özel bir odaya götürdünüz ve elinizde not defteri veya kayıt cihazıyla orada oturup bana masanın ya da hayatın ne olduğunu soruyorsunuz.
Derdiniz ne?”
Kiminle konuşulduğuna dair farkındalığın, psikozun farklı türlerinde nasıl değiştiğini görmek ilginçtir. İlk araştırmacılar, “şizofrenik konuşma”da kelimelerin birbirlerine bir anlam, aktarılan bir mesaj doğrultusunda değil de, ses yoluyla bağlandığını düşünmüşlerdir. Louis Sass’ın ifadesiyle, “Mesajın akışı ve manasını, kastedilen genel bir anlamdan ziyade, büyük ölçüde, dil sisteminin bünyevi ve normalde önemsiz özellikleri belirlemektedir.” Dinleyicinin ihtiyaçları göz ardı ediliyor gibidir. Bu kimi zaman, konuşmacının elinde çok fazla ihtimal bulunması yüzünden konuşamaması ya da eyleyememesi, seçeneklerin çokluğu yüzünden adeta felç olması şeklinde açıklanmıştır.
Hastaların çoğu zaman bir fikirden diğerine sıçradıklarını duyarız. Konuşma temposunda tuhaflıklar, dinleyicinin beklemediği ani geçişler ve imalı göndermeler olabiliyordur. Bleuler konuşma esnasındaki kesintileri vurgulamış, bunların düşüncede kesilmeye işaret ettiğine inanmıştır. Hastalarımdan biri şöyle demişti: “Bir şeyleri ketlemeye ya da düşünmemeye filan karar veriyor değilim: bir kesme oluyor, o kadar. Filmlerdeki kesmeler gibi, önce bir şey var, sonrasında başka bir şey.” Bu kesme, dışarı-atmanın//dışta-tutmanın [foreclosure] bir etkisi olarak anlaşılabilir: konuşmacı özümsenemeyen bir anlama yaklaştığı anda, bir delik açılmaktadır. Başka bir konu veya fikre geçişin sebebi budur.
İmalı göndermeler altta yatan başka bir güçlüğü akla getirir. Konuşmak, kullandığımız kelimeleri ve anlayışımızı konuştuğumuz kişiye uydurmayı içerir. Kullandığımız ses tonu, konuşma tarzımız ve aktarmak istediğimiz mesaj yoluyla, muhabatımızı söylediğimiz şeye dahil ederiz. Bundan dolayı bazen endişeye kapılabiliriz: sözlerimizin muhatabımız tarafından nasıl değerlendirileceği sorusuna fazla takıldığımızda, kötü konuşuruz. Fakat durum ne olursa olsun, konuştuğumuzda öteki daima oradadır ve herhangi bir şey söyleyebilmek için buna ihtiyacımız vardır. Kanlı canlı dinleyicinin ötesinde, bu öteki aynı zamanda daha soyut bir işlevi, konuşurken söylediklerimizin işitilebileceği bir yeri canlandırır: büyük harfle Öteki’yi. Bir arkadaşım bana “Yeni bir iş buldum, değil mi?” dediğinde, cümledeki “değil mi?” bu işlevi içerir. Dinleyenin özgüllüğünden ziyade, konuşma içine kayıtlı bir yere, kendi konumumuzu tanımlamak için şart olan bir yere işaret eder. İletişim kuramcılarının dediği gibi, kelimeler dünyayı tanımlamakla kalmaz, onları kullanan kişiyi de tanımlarlar.
Lacan konuşmada mevcut olan bu Öteki’ne ve anlamın doğrultusu üzerindeki etkilerine dikkat çekmiştir. Psikozda bu süreçte bir sorun vardır ve Öteki’ni dahil etmede yaşanan güçlük yahut imkânsızlığın bir sonucu, öznenin konuşmasında dinleyicinin kodlanmamış olmasıdır. Eskiden terapi topluluğunda sohbet ettiğim o adam asla “Xamara’da yaşıyorum, değil mi?” dememişti. Konuşmacı kiminle konuştuğunun farkında değilmiş gibi görünebilir. Burada anlam, konuştukça Öteki’nin yönlendirdiği ve şekillendirdiği bir şey olarak inşa edilmektense, adeta önceden oluşmuş bir şekilde gelebilecek gibidir. Bu kimi zaman halüsinasyon biçimini alabilir. Konuşmacı, simgesel merkezi olmayan, boş, anlamsız bir gündelik gevezelik içine sıkışabilir yahut ilahi bir iletişimin hedefi olabilir. İlk durumdaki kişinin yukarıda tartıştığımız telkin ve geçirgenliğe daha da açık olması mümkündür. Keza, muhatabı da ya boş bir kabuk, bir tür kukla yahut kökten yabancı ve tehlikeli bir varlık pozisyonunda olacaktır.
Öteki’ni konumlandırmada yaşanan bu güçlük, dinleyicinin yerini olduğu kadar, bizatihi konuşmacının yerini de kökünden etkileyebilir. Ne de olsa konuşmada kendi konumumuzu Öteki sayesinde buluruz. Bu zora girdiğinde, kişi zamirinin neye gönderme yaptığı bile şüpheli hale gelebilir. Lacan’ın tartıştığı meşhur bir örnekte, hasta, “Domuz kasabından geliyorum” cümlesindeki [gizli] ‘ben’in neye gönderme yaptığından emin değildir. İşitsel halüsinasyonlarda buna çok sık rastlarız, zamirlerden biri karanlıktır: kimi adlandırdığı sorulduğunda özne tereddüt eder, oysa o zamiri içeren halüsinasyon cümlesinin kendisiyle ilgili olduğunu biliyordur. Mektup gönderemeyeceğini, çünkü “mektubun göndericisi olmadığını” söyleyen bir hasta, bu bocalamnın güzel bir örneğini oluşturur. Burada bir dil sürçmesi yoktur, söylemek istediği tam da budur: konuşabileceği hiçbir konum yoktur. Onun için “ben” bir deliktir.
Burada tartıştığımız dil sorunlarının şizofren özne için her daim geçerli olmadığını bilmek önemlidir. Şizofren bir özne çoğu zaman herkes gibi konuşur, sadece belli anlarda değişir bu. Psikotiğin dili hakkında yapılan genellemelerin pek çoğu aslında belli vakalar ve belli anlar için geçerlidir. Mesela sık sık, şizofrenide kelimelerin gerçek şeylermiş gibi muamele gördüğü söylenir, fakat bu yine sadece belli şartlar altında belli kelimeler için geçerlidir.
Tausk’un aktardığı meşhur bir vakada, genç bir kadın gözlerinin bükülmüş olduğuna inanmıştı. Bunu sevgilisine yönelik bir dizi serzenişle açıklamaktaydı: adam kendisini anlamıyordu, farklı şekillerde görünüyordu, ikiyüzlüydü, “göz bükücüydü” [“Augenverdreher”]. Bu son terim “dalavereci” demektir ve kadın bu deyimden hareketle, adam tarafından gözlerinin büküldüğü fikrine ulaşmıştı: bu yüzden artık bükük gözlüydü. Kelimeler kadının beden deneyimini doğrudan şekillendirdiğinden, söz konusu tabiri düz anlamıyla kullanıyordu. Bu tür dönüşümler somut düşünme örnekleri olarak görülmüştür: Bleuler’in belirttiği gibi, kendisini alev alev yakan gizli bir aşk içindeki şizofren özne, birisinin gerçek bir ateşle kendisini yaktığına inanabilir.
Başka bir örnekte genç bir adam, anne babasının boşandığı dönemde yaşadığı asabiyet yüzünden aile doktoruna gönderilir. Doktor genç adama “sinirlerinin kötü” olduğunu ve sinir denen şeylerin deri altında bulunan kurtlar gibi olduğunu söyler. Oğlan ellerini ve yüzünü günde yirmi otuz defa suyla ıslatmaya başlar; balıkçılık deneyiminden, kurumaya bırakılan kurtların parçalandığını biliyordur. Dolayısıyla sinirlerini sürekli ıslak tutması gerektiğine inanır. Oğlan doktorun kullandığı metaforu düz anlamıyla almıştır; psikozda bu tür süreçler sık görülür. Üstünde leke olan bir mektup alan kişi, bundan kişiliğine leke düşmüş olduğu anlamını çıkarır.
Sérieux ve Capgras’ın ele aldığı bir vakada, tüm yazışmalarını dikkatle gözden geçirip noktalama işaretlerini harfiyen yorumlayan bir kadın vardır. Erkek kardeşinden “İyileşmeni umuyoruz” (“Nous désirons ta guérison”) yazılı bir mesaj aldığında, cümle sonundaki nokta işaretinin (“point”) haddinden fazla büyük olduğunu fark edip cümleyi “Nous ne désirons point ta guérison” (“İyileşmeni istemiyoruz”) şeklinde okur.
Dolayısıyla kelimeler kadar noktalama işaretleri de, mutat veya mecazi işlevleriyle değil, harfiyen okunur.
Bu tür bir okumayı nasıl anlayabiliriz? Arieti faal bir somutlaştırmadan bahseder: karısının, hayatını çekilmez hale getirdiğini hisseden bir hasta, kadının hazırladığı yemeklerden tuhaf bir tat almaya başlar. Karısının ona hayatı zehir ettiği düşüncesi, yemeğine zehir konduğuna işaret eden bir algıya, o tuhaf tada dönüşür. Kendisini kokuşmuş bir insan olarak gören başka bir hasta, vücudundan iğrenç bir koku geldiğini sanrılar. Burada metaforik bir süreç söz konusu değildir, zira kötü kokunun simgelediği bir şey yoktur: adamın varlığına denk düşen bir şeydir sadece. Arieti’nin belirttiği gibi, bu koku bizim için adamın kendisi hakkında ne hissettiğine dair bir simge olabilir, ama onun için öyle değildir.
Kuramcılar genellikle bu noktada soyut/somut ayrımına başvururlar; soyut bir fikir, kokuşmuşluk fikri, somut bir fikre, kokma fikrine dönüşüyor gibidir. Soyut düzeyde ayakta tutulamayan şey, somut bir temsil haline geliyordur. Kurt Goldstein, “şizofrenik dil”de soyut düşüncenin zayıfladığını düşünmüştür. Buna göre şizofren özne, ‘masa’ gibi bir soyutlamayı genelliği içinde düşünemez, sadece belli bir masayı düşünebilir. Kavram somut cisimleşmelerinden soyutlanamaz. Maria Lorentz’in de işaret ettiği gibi, yukarıda aktardığımız örnek, bu hayli saçma fikri çürütmektedir: Arieti’nin hastasının verdiği yanıt, somut olan –Life dergisi– ile kavramsal olan –kişinin duygusal hayatı– arasındaki ayrımın gayet iyi kavrandığını gösteriyor.
Bu noktada, belli bir andan itibaren yiyecekleri “doğru” adlandırmayı bırakıp yeni kümeler oluşturan Joey’yi de düşünebiliriz. Şekerin adı “kum”, tereyağınınki “gres”, suyunki “sıvı” olur, vb. Yiyecekleri tat ve kokudan mahrum bırakıyor, bu fiziksel özellikleri besleyiciliklerinden soyutluyor Joey. Bettelheim bunu bir eksiklik işareti olarak değil, Joey’nin yoksullaşmış dünyasını dünyasını dilde yansıtmayı amaçlayan başarılı bir girişim olarak görmüştür.
Somut/soyut ayrımı nihayetinde bize pek yardımcı olmaz, zira neyin somut neyin soyut olduğu, konuşmacılara, bağlamlara, kültürlere ve başka pek çok faktöre bağlıdır. Mesela “kişinin duygusal hayatı” ifadesinde hiçbir soyutluk olmayabilir, keza Life Dergisi belli bir anda somut olabileceği gibi, belli bir dünya görüşüne veya toplumsal statüye işaret ettiği başka bir anda soyut olabilir. Ses ve gürültülerin hayatını işgal ettiğini hisseden bir hasta bunları “kafamın içine giren parmaklar” diye tarif ettiğinde, buna soyut veya somut demenin pek bir anlamı yoktur. Önemli olan, kişinin bu sözcükleri nasıl kullandığı, söyleminde bunların nasıl bir yer tuttuğudur. Nitekim eski psikiyatri de bununla ilgilenmişti.
———
On dokuzuncu yüzyıl sonu psikiyatristleri, psikotik öznelerin sözcükleri nasıl kullandığına çok dikkat ediyordu. Bilhassa neolojizmlerle, sık sık sözlerinin arasına giren o uydurma sözcüklerle ilgilenmişlerdir. “Şeytanlandım,” der bir hasta. Bir diğeri, “Müsamahalanmıyorum”. Anlamlar daima diğer anlamlara atıfta bulunurken, neolojizm buna aykırıdır, anlamlandırmadaki değişim ve kaymalara kapalıdır. Bu sözcükler yalıtılmıştır ve kişinin sözlerinin geri kalanından farklı, özel bir ağırlık taşırlar. Jules Séglas, psikozda sık sık yeni sözcükler oluşturulmasına rağmen, özne için özel, kişisel bir anlam kazanmış gündelik bir sözcüğün de neolojizm olabileceğine dikkat çekmiştir. Hastalardan biri, çocukken suistimale maruz kaldığını ve şimdi terapi yoluyla “nasuistimal” edilmek istediğini belirtir. Bunu basit bir öğrenme hatası, sözcüğün yanlış bir kullanımı olarak görebiliriz, ama önemli olan sözcüğün kişi tarafından nasıl kullanıldığı, konuşmasında hangi noktalarda geri döndüğüdür.
Jung, neolojizmlerin psikozun birincil semptomları değil, aslında onarım çabaları olduğunu savunmuştur. Ona göre neolojizmlerde amaç, özne için belli bir deneyimin yalıtılmasıdır; İtalyan psikiyatrist Eduardo Tanzi’nin psikotik neolojizmlere getirdiği tasnif de bunu açıkça göstermiştir. Tanzi neolojizmleri bir dizi gruba ayırır: hezeyan dünyasındaki kişi veya simgesel varlıkları adlandıranlar; bu varlıkların tasarrufunda olan kuvvetleri veya makineleri adlandıranlar; bu varlıkların başvurabildiği eylem olanaklarını ve usulleri adlandıranlar; öznenin zihin durumlarını adlandıranlar; özneyi adlandıranlar; ve öznenin kendisine atfettiği özellikleri adlandıranlar. Bu tasnif çok şey söyler, zira psikotik öznenin adlandırma, sınırlandırma işlevi görebilecek yeni imleyenler uydurması, yaratması gereken noktaların, tam da Öteki’nin insafına kaldığı noktalar olduğunu gösterir.
Bu tasnif söz konusu sözcüklerin Öteki’yle özne arasındaki ilişki etrafında, Öteki’nin özneyi nasıl etkileyebildiği, yönlendirebildiği, sıkıştırabildiği veya istila edebildiği etrafında kümelendiğini gösterir. Yani bu özel sözcükler tam da Öteki için bir nesne olma noktasında varlık kazanmaktadır. Yrjö Alanen tarafından tartışılan bir vakada hasta, etrafındaki insanlardan “ikinci düzey dil” dediği muğlak bir dilde mesajlar aldığını anlatır. Kendini hayatı başkaları tarafından kontrol edilen bir “robot” gibi hissetmekte, “ikinci düzey dil” vücudunda “basınç değişimleri” yaratmaktadır. Bu tabirler özel bir dilin, Eric’in maruz kaldığı duruma ve bütünlüğünün tehdit altında olduğu hissine isim vermek için uydurduğu bir dilin parçasıdır. Başka tabirler de bulmuştur: mesela iş arkadaşları tarafından üzerinde gerçekleştirilen faaliyet için “basınç regülasyonu”, kendisini anlamayanlar için “delik açıcılar”. Bu tür diller kimi zaman mutat psikolojinin kullandığı dile son derece benzeyebilir, hatta kullanımda olan kategorileri içerebilir. Alanen’in hastası, hastaneye yatırılması gerekmeden kendi sosyal ortamında gayet iyi iş görebiliyordu; bunu yapabilmesinin, yeni sözcükler icat etmesinden kaynaklandığını tahmin edebiliriz. Jung’un hastalarından birinin dediği gibi, neolojizmler onun “güç sözcükleri”dir.
Anlamın demirlenmemiş ve kaygan olduğu şizofrenide neolojizmler, imleyenlerin akışına set çekme ve libidoyu bağlama görevi görebilmektedir. Böylesine yüklü görünmelerinin sebebi budur. Psikiyatrist Karl Kleist’ın fark ettiği gibi, önemli olan sözcüğün kullanımıdır, çağrışım yollarına kilit vurma işlevi görmesidir; bundan dolayı neolojizmlere “depo sözcükleri” demiştir. O halde, kişinin neolojizmlerini “düzeltmek” yerine, haklarında daha fazlasını öğrenip onlara kıymet vermek, itibar göstermek daha faydalıdır. Akademisyenlerin ve bilim insanlarının yeni bir olgu veya fenomene isim vermek için sık sık yeni terimler türetmesinde olduğu gibi, dilimizin atıfta bulunamadığı şeylere isim vermek için yeni sözcükler oluşturulması gerekir: psikotik öznenin neolojizmleri de aynı değerde görülmelidir. Nitekim böyle terimler uydurulması ile öznenin halüsinasyonlarının azalması arasında bir bağıntı olduğunu da sık sık görüyoruz.
Bir kadın hasta durmadan “Damevler” sözcüğünü tekrar ediyordu; “Adam evli” cümlesinin bozulmuş halidir bu ve yaşadığı talihsiz bir ilişkiye gönderme yapmaktadır. Burada söz konusu sözcük, son derece şahsi bir mühür veya damga gibi, konuşmasının içinde simgeselleştirilemeyen bir durumun yerini alır. Bunun bir diğer örneğini, kimyacı Ludwig Staudenmaier’in yazdıklarında bulabiliriz: bir meslektaşı Staudenmeier’den, spiritüalist seanslar esnasında göründüğüne inanılan floresan şekilleri araştırmasını ister. Staudenmaier bu sahadaki literatürü incelemeye ve otomatik yazma deneyleri yapmaya başlar. Yazısının, çok geçmeden kendisiyle konuşmaya da başlayacak olan hayaletlerin etkisine maruz kaldığını fark eder ve başlangıçtaki şüpheciliği kaybolur. Bu kuvvetleri ve diğer halüsinasyonlarını özenle belgeler.
Bu dış güçler sonradan vücudunun içine yerleşir.
Vücudunu canlı varlıkların, her bir organından emirler gönderen cinşlerin [Poltrgeist] kontrol ettiğine inanmaya başlar. Dil hareketlerini “Topkafa” kontrol ediyordur; peristalsiz esnasında meydana gelen her hareket de, bağırsaklarında bulunan iblislerin işidir: kalın bağırsağındaki “Çatal Tırnak”, rektumundaki “At Ayak” ve ince bağırsağındaki “Majesteleri”. Bu adlandırma edimleri sayesinde, bedeninin maruz kaldığı istila, bir yapıyla ilişkilendirilip hafifletilebiliyordu.
Psikozda belli sözcüklerin böyle bir işlev gördüğünün farkında olmak, yaygın bir kafa karışıklığının önüne geçmemizi sağlar. Şizofren öznenin sözcükleri yan anlamlarıyla değil, düz anlamlarıyla kullandığı söylenir; sanki sözcük genel anlamından ziyade, ilk kullanıldığı bağlama ilişmiş gibidir. Araştırmacıların o çok sevdiği örneği kullanırsak, “masa” sözcüğü, “masa” kavramından ziyade, bir zamanlar bahsi geçen belli bir masayı adlandırır. Şizofren öznelerin konuşmasına dair bir genelleme olarak alındığında, tam bir saçmalıktır bu; fakat belli sözcüklerin anlam kaymasını önleme işlevi gördüğü gerçeğinin uzaktan da olsa tanınması olarak da anlaşılabilir. Bundan dolayı belli sözcükler sadece tek bir şeyi, asıl masayı yakalıyor gibidir. Bir sözcüğe bunu yaptırmak hata değil başarıdır; Staudenmaier’in örneğinde olduğu gibi, Öteki’nin istila edici varlığını adlandırma işini görür.
Yeni sözcükler türetmek, psikotik öznenin Öteki’nin yakınlığıyla baş etme yollarından sadece biridir. Şizofrenide Öteki’nin arzusu istikrarlı bir şekilde yorumlanmadığı için, anlam problemi, gördüğümüz gibi, daha fazla ortadadır. Neolojizmler kişinin bu soruyla baş etmesine yardımcı olabilir, ama kalıplaşmış deyişler, takıntılı ritüeller ve belli halüsinasyonlar da bu işi görebilir. İşitsel halüsinasyonlarda çoğu zaman tehdit ve küfürler söz konusudur; sanki bir delikle karşılaşılan noktada özneyi adlandırırcasına. Kişi kendini anlam veremediği bir durum içinde bulduğunda bir sözcük, çoğunlukla bir hakaret, kendini aniden dayatıyor olabilir: “Kahpe!”, “İbne!”, vs. Böylece kişi şiddetle bir yere tutturulur, zira hakaret insan konuşmasının doğrudan, ikirciksiz gönderme yapan yegâne parçasıdır; bu sayede anlam düzeyinde yaşanan sorunu çözer.
Wolfson’ın hatıratında bunu açıkça görürüz. Yazar her sayfada kendisine üçüncü şahısta hitap eder: “şizofren bir dil araştırmacısı”, “akıl hastası kişi”, “yabancılanmış özne”, “psikotik”, “şizofren genç adam”, “çılgın özne”. Birinci şahıs zamiri sadece birkaç kez görülür, sanki psikiyatri kokan o isimlerin çoğalması, kendisini anlatı içine yerleştirebilmesi için şart olmuştur. Bu sözcükler onu halüsinasyon düzlemine tutturmaktan çok, yazma sürecinin kendisi içinde varoluşunun sabitlenebildiği noktalar olarak kullanılır. Tıpkı özel isimler gibi, bu sözcükler de anlam yaratmaktan ziyade adlandırmayla ilgilidir.
Burada anlam ne kadar az öne çıkarsa, sözcüğün biçimsel, maddi boyutu o kadar belirgindir.
Saussure’ün yaptığı bir ayrım, neolojizmlerin oynadığı rolü netleştirmmize yardımcı olabilir. Dilin imlerden oluşan keyfî bir sistem olduğunu kabul eden Saussure, yine de dil içinde “görece güdülenmiş” dediği ifadelerden oluşan bir kategori ayırt eder. Fransızcada, zaten kodun bir parçası olan “dix” [on] ve “neuf” [dokuz] öğelerinin bileşimi olan “dix-neuf” [on dokuz] güdülenmiştir, oysa “vingt” [yirmi] güdülenmiş değildir. Saussure’e göre insan zihni, imler yığınına bir düzen ilkesi getirerek dilin keyfiliğine, yani sınırlanmamış, kısıtlanmamış oluşunasınır getirmeye uğraşır: görece güdülenmenin oynadığı rol de budur.
Saussure keyfiliği daha ziyade sözcüksel (lexical) unsurlarla, güdülenmeyi ise gramatik yapılarla ilişkilendirmiştir, fakat psikoz örneği ikisinin de olabileceğini gösterir: gramatik bir yapı kadar, tek bir sözcük veya tabir de Saussure’ün tarif ettiği düzen ilkesini sunabilir.
Leclaire, kendisine gayet ciddiyetle, üzerindeki yeni yağmurluğun adının “Beaujolais” olduğunu söyleyen psikotik bir adamı örnek verir. Satın aldıkları esnada karısı, yağmurluğun “joli” (“güzel”) olduğunu söylemiştir. Sonrasında adam karısının aynı şeyi niye kendisi için de söylemediğini merak eder ve söylenen lafın aslında karısının adı “Jo” olan bir gençlik arkadaşına gönderme yaptığı tahmininde bulunur.
Ama Jo adama kıyasla ancak çirkin (“laid”) olabilir, dolayısıyla “Beaujolais” ismi, “Ben güzelim, Jo çirkin” anlamına geliyordur. Bu basit bir söz oyunundan ibaret görünebilir, ama hasta için kesinlikle hayatidir. Saussure’ün terimleriyle, bir görece güdülenme örneğidir bu; hasta için anlamı sabitlemiş, hezeyanlı bir kıskançlığa doğru kaymasını önlemiştir.
———
Psikozun dilinden mantığına geçelim şimdi. Bir hasta, evinin yakınında kızıl saçlı bir adam görüp paniğe kapılır. Adam ona hiçbir şey yapmamıştır, adamın kim olduğunu bile bilmiyordur, gelgelelim anında onun için saldırgan bir varlık haline gelmiştir: düpedüz ödü kopar. Adamın ona sokulduğunu hissetmiştir, oysa kesinlikle yakınında değildir. Bu hasta çocukluğunda kızıl saçlı bir yetişkinle sarsıcı bir cinsel karşılaşmanın nesnesi olmuş ve şimdi bu adamın görünüşü, geçmişteki hislerinin aktığı bir kanal gibi iş görmüştür – fakat nevrozda karşılaştığımız bastırma olmaksızın. Düşünceleri şöyle bir denklemi takip etmiştir adeta: kızıl saçlı adam = tacizci = her kızıl saçlı adam.
Tacizcinin saçları kızıl olduğu için, her kızıl saçlı adam tacizcidir. Kızıl saçlı bir adamın tacizine maruz kalmış olan nevrotik bir özne niye olduğunu bilmeden ya da kendisine o tacizciyi anımsattığı için, bu adamın yakınındayken huzursuzluğa kapılabilir; oysa benim hastam çok geçmeden adamın yaşı ve konumu itibariyle böyle bir şey imkânsız olmasına rağmen, gördüğü adamın aynı adam olduğunda ısrar etmeye başlamıştı. Ne dersem diyeyim, onu bunun farklı bir kişi olduğuna inandıramıyordum. Bu denklemin inatçılığını nasıl bir mantıkla açıklayabiliriz?
Alman psikiyatrist ve felsefeci Eilhard von Domarus’un ele aldığı bir vakada, İsa ile puronun aynı şey olduğunu söyleyen şizofren bir adam vardır. Açıklamasında ikisinin de etrafında altın bir şerit bulunduğuna dikkat çeker adam. İki öznenin (İsa ve puro) aynı yüklemi/özelliği (altın bir haleye sahip olmak) paylaşabileceğini farz etmek yerine, bu özellik zemininde özneleri aynı saymıştır: ikisi aynıdır, çünkü altın şeritleri vardır. Psikotik sürecin dışında, özdeş bir yüklem o iki şeyin aynı olduğu anlamına gelmez, hatta birçok ortak yüklemleri bulunsa bile bunların farklı olduklarını düşünebiliriz. Groucho Marx’ın lafını hatırlayın: “Salak gibi göründüğüne, salak gibi davrandığına bakmayın: sahiden salak bu.”
Psikozda bu tür bir mantıksal eşitleme meydana gelir, ama sadece belli noktalarda. Arieti’nin anlattığı şizofren bir anne, çocuğunun melek olmasını istiyordu. Meleklerin besin kaynağı dünyevi değil, ruhani olduğundan, bebeğini beslemiyordu. “Ruhani besinle yaşamak” özelliği, bebeğini ve meleği özdeş kılacaktı. Reklamcılık ve pazarlama daha ziyade bu mantığın zıddına bel bağlar. Tüketicilere ünlülerden biri olabilmeleri için belli ürünleri almaları söylenir (“Bu spor ayakkabılarını alın ve Beckham gibi olun”), fakat bu yüklemin (o spor ayakkabılarına sahip olmak) o özneleri asla özdeş kılmayacağı bilinir. Böylece tüketici bir sonraki ürünü, ondan bir sonrakini vs. almaya açık olacaktır. Bunun karşısına psikotik versiyonu koyabiliriz: “Bu spor ayakkabılarını aldım, artık Beckham’ım ben.”
Yüklem kullanımındaki [predication] bu tuhaflık, şizofreniye ilişkin diğer fenomenlerde de yaygındır; yüklemdeki özdeşlik özneleri özdeş kılabildiği gibi (İsa = Puro), yüklemdeki farklılık da özneleri farklı kılabilir. Kadının biri, birkaç yıllık evliliğinin ardından, bir değil iki kocası olduğunu fark etmiştir. Birkaç ay boyunca devam eden bir gözlemin sonucudur bu. Sabah kocasının mavi gözlü ve kocalık görevini yerine getirmeye hevesli olduğunu, oysa akşam kocasının gözlerinin yeşilimsi olduğunu ve kendisine karşı kayıtsız kaldığınuı tespit etmiştir. Akşam kocasının gerçek kocası, sabah kocasının ise aşığın biri olduğu sonucuna varır. İkisinin de bıyıkları sarıdır, ama kocasınınkinin farklı bir tonu vardır. “O kadar benziyorlar ki,” der psikiyatristine, “akıl alır gibi değil: ikisi de saraçlık yapıyor; ikisinin de adı Adolphe; boyları aynı, ses tonları aynı.”
Psikiyatrideki adıyla “yanlış teşhis” [misidentification] fenomenleri, bu mantıksal süreçler yoluyla aydınlığa kavuşur. Paul Courbon ve Gabriel Fail’in 1927’de ele aldıkları bir vakada, kimi zaman etrafındaki insanların kendisine eziyet etmek için gönderilmiş, kılık değiştirmiş başka insanlar olduğuna inanan bir hasta vardır. Bu zulmediciler, başkalarının görünümüne bürünüp, onları istedikleri gibi dönüştürebilmektedir; tıpkı aynı yapım içinde tüm rolleri oynayabilmesiyle ün yapmış İtalyan aktör Leopoldo Frégoli gibi. Zulmedicilerinin dünyayı “fregolileme” gücüne sahip olduğunu ve bu “fregolilemenin” hem etrafındaki dünyayı hem de kendi vücudunu etkilediğini söyler. Burada yüklemlerdeki farklılık, Öteki’nin hasta üzerindeki etkisini işaretlemek için uydurulmuş olan neolojizmin işlevini gösterdiği gibi, öznelerin özdeşliğini değil, eşitliğini beraberinde getirir. Tek bir zulmedici aynı anda birçok insan olabiliyordur.
———
Bu mantık süreçlerinin psikotik öznenin hisleri ve duygusal hayatı üzerinde etkisi olur elbette. O kızıl saçlı adamı tacizcisine eş tutmak hastamda dehşete yol açmış, yoğun bir duygusal patlamayı tetiklemişti. İlginçtir, Bleuler keskin duygulanmayı değil, duygu yokluğunu psikoza tanımını veren özelliklerden biri olarak görmüştür. Kişi ne kadar içine kapanıkve dünyadan kopuk görünüyor, duygularını ne kadar az gösterebiliyorsa, psikoz teşhisi de o kadar yüksek ihtimaldi. Ne var ki “negatif” denilen bu tür semptomlar, ilk bakışta göründükleri kadar bariz değillerdir. Bleuler, kayıtsızlık ve dilsizlik perdesinin arkasında çalkantılı bir duygusal hayatın bulunabileceğini fark etmiştir.
Hiçbir duygu emaresi göstermiyormuş gibi görünen bir özne bile sonradan hissettiklerinin giderek artan bir şekilde farkında olduğunu anlatabilir. Harry Stack Sullivan ve çalışma arkadaşları, geçirdiği nöbet sonrasında vaktiyle hiç tepki vermemiş göründüğü bir yığın his ve malumatı ayrıntılarıyla tarif edebilen katatonik bir hastadan bahseder. Keza kayıtsızlık görüntüsüne geçiş, açıkça savunma amaçlı olabilir. Bir kadın bunu şöyle açıklamıştır: “Ölmemek için ölmek zorundaydım. Kulağa delice geldiğini biliyorum, ama bir defasında bir çocuk duygularımı çok kötü incitmişti ve kendimi bir metro treninin önüne atmak istemiştim. Bunu yapmak yerine, bir şey hissetmeyeyim diye biraz katatonikleştim – ya duygusal olarak ölecektim, ya da duygularım beni öldürecekti galiba.”
Bu mekanizma sık sık tarif edilmiştir. Kurt Eissler’in bir hastası kimi zaman –mesela güzel bir bahar günü– kendini neşeyle dolu, dolayısıyla hissettiği donukluktan bir anlığına kurtulmuş hissediyordu, fakat onun için dayanılmaz bir şeydi bu: böyle “hayat duygularına” katlanamıyordu, kendini öldürmesi gerekecekti. Bu duygu “hücumu” onun için işkencedir, onu yok edecektir. Bunun sonucunda ortaya çıkan ölü olma hissi psikozda yaygındır, ama şöyle bir paradoksla birlikte: kişinin kendini ölü gibi hissederken, etrafa karşı hassaslık çoğu zaman artar. Ölü olmak mesafeli ve kopuk, ama aynı zamanda son derece açık ve korunmasız olmak demektir.
Bu tür haller, asli bir referans noktasının ya da desteğin kaybedilmesiyle tetiklenebilir: işyerindeki bir mevkinin, müşfik bir bakışın, unvan gibi bir tür temsilin. “Camdan bir duvarın arkasında yaşayan bir zombi gibiyim,” demiştir bir hasta, “Dünyada olup biten her şeyi görebiliyorum, ama hiçbir şeye dokunamıyorum. Ulaşamıyorum. Temas kuramıyorum. Dışarıdayım.” Ya da Jaspers’ın derlediği örneklerden bazılarını alırsak: “Her şeyi bir peçenin içinden görüyor gibiyim; işittiğim her şeyle aramda bir duvar var sanki”; “İnsanların sesi çok uzaktan geliyor gibi”; “Ben bir otomatım, makineyim; hisseden, konuşan, yiyen, acı çeken, uyuyan ben değilim; ben artık yokum; yokum ben, ölüyüm.” Jaspers’ın dediği gibi, kişi biyolojik açıdan var olmasına rağmen, artık var olduğunu hissedemiyordur.
Yıllarca devam edebilen bu tür hallerde ne düzenleyici bir eksiklik, ne kişiyi kendisine çeken hiçbir nesne, ne de beklenen bir şey vardır. “Yürürken nereye gittiğimi bilmiyorum,” der bir hasta. “Ayaklarımın yere değdiğini hissetmiyorum. Hayalet gibiyim. İnsan dünyasının parçası değilim. Uçup gitmeyeyim diye bazen sokaktaki nesnelere tutunmam gerekiyor.” Hiçbir şey öznenin ilgisini çekmez; libido dışarıda herhangi bir yerde konumlandırılamadığı için, etrafındaki dünyada onu yakalayan hiçbir unsur yoktur. Başka bir hasta varoluşunun “ölü” olduğunu söyler, uzay boşluğunda süzülen, hiçbir şeye bağlı olmayan bir uzay kıyafeti gibidir: “Uzay kıyafetinin içinde ölü biri mi var, kaygı mı var, yoksa hiçbir şey yok mu, o da belli değil,” der.
Bunu kurtadamlara, vampirlere ve mumyalara duyduğu merakla ilişkilendirir. Bu korkunç yaratıkların, “en azından bir topografisi vardır”. Ona bir somutluk hissi verirler: “bunların bir amacı, fiziksel bir doğrultusu var, mesela zombiler, bir şeye doğru hareket ediyorlar”. Gençliğinde seyrettiği bir zombi filmini anımsar: robot gibi yaratıklar mekanik bir şekilde bir alışveriş merkezine doğru gitmektedir. Bu canavarların “en azından sınırları çizilmiş bir vücutları var; sadece tek bir mutlak işlevden ibaret gibiler, muğlaklığa veya seçime yer yok.” “İnsan olsa bir banka oturup ‘Şunu mu yapmayalım, bunu mu?’ diye düşünür, ama zombi için onu çeken manyetik kuvvetten başka bir şey yok.” Özlemini çektiği şeydir bu aslında.
Bu tuhaf yaşayan ölü halinin başka bir boyutunu tarif eden psikotik özneler olmuştur. Kendi hastalarımdan biri cam bir levhayla ortadan ikiye bölünen ve öleceği bilgisine bir anlığına sahip olan birine dair hikâyeleri aklından çıkaramıyordu. Bu onun için gündelik bir deneyimdi, o ufacık ânın dehşeti onun normal zamanıydı adeta. Başka bir hasta, vampir filmlerinde kazığın kalbe saplandığı ve vampirin toza dönüşmeye başladığı anı tarif etmişti. “Vampirlerin filmde toza dönüşmek üzereyken bir saniyeliğine ne olacağını bildikleri bir an var, bedenin bu bilgiye yetişmesinden önce gelen bir saniye.” Kendisinin zamanı her gün ve her an böyle yaşadığını söylemişti, o bir saniye onun gerçekliği olmuştu adeta.
Bu his bazen düşürülmekle bağlantılıdır; reddedilmeden de önce gelen bu süreçte, kişi öylece fırlatılıp atılabilirmiş gibidir. Başka bir şey ya da başka biri onun yerini alabilirmiş gibi hisseder, fakat buna itiraz etmektense, varoluşunun tüm düzeylerinde basitçe ortadan kaybolur. Burada beden imgesiyle bağlantısızlık, ayna evresinin simgesel tarafından yapılandırılmamış olduğuna işaret etmektedir ve bu kendi başına ölümlülüğü akla getirebilir. Kendimizi vücudumuzdan kopmuş bir şekilde gördüğümüzde –mesela hastane yatağında yatarken ya da doğum yaparken– çoğu zaman ölmüş olduğumuzu düşünürüz. İmgemizden ayrıldığımızda bir tür ölüm deneyimi yaşarız, ki bu da ölümlülük motifiyle ayna ilişkisi arasındaki bağlantıyı gösterir.
Nasıl tanı konulabileceği sorusuna bir sonraki bölümde döneceğiz, ama şimdiye kadar psikozdaki bazı temel dertler konusunda fikir sahibi olmuş olmalıyız. Gördüğümüz gibi, birincil ve ikincil fenomenleri birbirinden ayırmak önemlidir: hayatında delik açılmış bir kişinin buna nasıl yanıt verdiği ve karşı koyduğunu başlangıçtaki çıkmazla karıştırmak mümkündür. Bunları birbirinden ayırmak, kişinin libido konumlandırmasıyla, Öteki’yle arasında güvenli bir mesafe yaratmakla ve anlam sorunlarıyla boğuştuğunu görmemizi sağlayabilir.
Paranoyada anlam, dünyayı ve dünyada yanlış olanı açıklayan bir hezeyanla oluşturulur. Libido Öteki’nde konumlandırılır, bu da genellikle zulüm altında olunduğu fikrine yol açar. Özne kendisini Öteki’nden sıkı sıkıya ayırır. Şizofrenide anlam sabitlenemez ve özne anlamın insafına kalır. Dışarıda konumlandırılmış olmayan libido, kişinin vücudunu istila ederek geri döner. Öteki’yle aradaki mesafe kolay kolay korunamaz ve Öteki kişinin zihninde veya vücudunda yer bulabilir. Melankolide anlam genellikle sabittir: her felaketin ve hatanın sebebi kişinin kendisidir. Egoyu ezen libido, benlik imgesini yutar. Öteki benliğe dahildir, ama şizofrenide karşılaşılan o korkunç içerme-dışlama savaşlarına yol açmaz.
Psikotik özne bu temel yapılar arasında, yaşadığı güçlüklerle baş etmenin yollarını bulmaya çalışır. Mesele hastayı klinisyenin gerçekliğine uyarlayıp bu çabaları ketlemek değil, hastayı kendi çözümünü bulmaya teşvik etmek ve klinisyenin inanç sisteminin mantığı yerine hastanın kendi psikozunun mantığını kullanarak ona bu konuda yardımcı olmaktır.
Delilik Nedir? — Darian Leader
Çeviren: Barış Engin Aksoy